Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Demokrasi ve hukuk macerasına dair

Demokrasi ve hukuk macerasına dair


PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM

İnsanın ve insaniyetin bir demokrasi ve hukuk macerası vardır.

Pericles MÖ 400 yılında Atina demokrasisini anlatırken, herkesin hukuk karşısında eşit olması gerektiğinden, siyasal erkin bir azınlığın elinde olmamasının, çoğunluğun çıkarlarına hitap etmesinin öneminden, siyasetin özgür bir atmosfere sahip olması gerekliliğinden bahsediyor. Aradan 2400 yıldan fazla zaman önce bize baskının ve zulmün karşısında adil bir politik sistem nasıl olur, sırlarını kulaklarımıza fısıldıyor. Ancak böyle bir politik sistemin ya da devletin vatandaşlarının sadakatini hak edeceğini anlatıyor. Atina vatandaşlarının her önemli kolektif kararı hep beraber verdiklerini, tartışma ortamının farklı fikirlerin doğal bir sonucu olduğunu, diğer insanlara iyilik yapmanın onlardan da iyilik görmek anlamına geleceğini ifade ediyor.

Rousseau ünlü ‘Toplum Sözleşmesi’ eserinde tüm insanların doğuştan hür olduklarını, yasa yapma hakkının halkta olduğunu, her yasanın birey özgürlüklerini gerek sivil, gerekse politik, mutlaka dikkate almak zorunda olduğunu öğrettiğinde yıl 1762, yani günümüzden 262 yıl önce.

ABD’nin kurucu babalarından James Madison 1787’de yayınlanan ‘Federalist Papers’ adlı ortak eserde temsili demokrasinin koşullarını saptıyor. Yine ABD’nin diğer bir kurucu babası Thomas Paine 1791’de yayınladığı ‘İnsanın Hakları’ adlı eserinde Fransız ve Amerikan devrimlerinin ortak özelliğinin insanların sahip oldukları haklar bakımından eşit olduğunu, tüm yönetimlerin insanın haklarına riayet etmeleri gerektiğini söylüyor.

Saygın demokrasi kuramcısı Alexis de Tocqueville 1835’te yayınladığı ‘Amerika’da Demokrasi’ adlı eserinde sivil toplumun demokrasi için öneminden ve Hristiyanlık dininin tüm insanları ilkesel temellerde eşit ilan etmesinin demokratik eşitlik ve eşit vatandaşlık ilkesinin doğuşuna olanak verdiğinden ve bunun demokrasi için neden merkezi olduğundan bahsediyor.

Dikkat edin, tüm bunlar üzerinde uzlaşmayı geçtik, Türkiye’de hala üzerinde konuşulmayan, derinine inilmeyen, esamesi okunmayan meseleler. Türkiye aydını bu demokrasi literatürüne hiçbir zaman ilgi duymadı. Demokrasiyi Avrupa’nın veya Batı’nın bir siyasal sistemi saydı. Türkiye’deki yazar-çizer aydın zümrenin liberal demokrasinin Türkiye insanına ve toplumuna birkaç gömlek büyük geleceğinden emin, devleti yücelten, kolektife ve sosyal mühendisliğe ilgi duyan, devletin güçlendirilmesi, prestiji, genişlemesi gibi faşizan konulara eğilen bir profili vardır.

Oysa daha 1793’te Alman filozof Immanuel Kant, hukuk ve devlete dair Almanca ‘Rechtsstaat’ denen ‘Hukuk Devleti’ kavramını inceler, bazı a priori ilkeleri saptar. Bu ilkeler insan özgürlüğünü, eşitliğini ve vatandaş otonomisini hukuk devleti ilkesinin temeli kabul eder.

250 sene önce çözülen meselelerden bahsediyoruz.

Belki iki adım ileri, bir adım geri gitti insanlık, ama sonuçta bu ilkeler yerleşti. Kökleri çok eskilere dayanıyor.

Batı’nın insanı utandıran birçok hatalarını ön plana çıkarıp selektif örnekleme yoluyla, “Biz aslında daha iyiyiz!” modunda kafasını ilkel bir taraftarlık şehvetiyle kuma gömen yerli ideologlar ve onların at gözlüklü sadık müritleri, nedense kendi uygarlıklarındaki hiçbir ceberutluğa, hunharlığa, barbarlığa ve ilkelliğe toz kondurmaz, işgalleri, asimilasyonları, sistematik zulmü, eşitsizlikleri, ikinci ve üçüncü sınıf insan statülerini, köleliği ve diğer utançları savunur, onlara kılıflar bulurken, nedense dünyaya ve insanlığa sunulan tek bir kurumsallaşmış yönetsel ilkeden, insanı ilerleten ve özgürleştiren bir kazanımdan, insani sorunlara bulunan adil ve insani çözümlerden bahsedemiyor. Neden?

Mesela Rousseau 1754’te, yine ‘Toplum Sözleşmesi’ eserinde iki tip eşitsizlik olduğunu tespit ediyor; yaş, sağlık, bedensel güç vs. gibi fiziksel eşitsizlik ve ahlaki-politik eşitsizlik. Hukuk ve siyaset ikincisine çözümler bulabilir. Mesela kadının bedensel olarak erkekten daha zayıf olması siyasetin konusu olamaz. Ancak kadının hukuk karşısında eşit bir süje ve eşit bir vatandaş olarak statüsel eşitliğe kavuşması hukuk ve siyasetin konusudur. Eğer bu konuda ilerleme sağlanamazsa o toplum gelişmez. Şimdi bundan 270 yıl önce saptanan istikamet neden bazı toplumları ilerletmiş, bazı toplumlar ise bu istikameti hala tutturamıyor, hatta ona karşı savaşıyor, bunun üzerinde düşünmek lazımdır. Daha bugün, Taliban yönetimi Afgan kadınların kamusal alanda kitap okumalarını yasakladı. Bu konuda Doğu toplumlarında söylenmesi gereken iki kelime laf olmayacak mı? Bu kültür dairesinden ne zaman bir Rousseau çıkacak?

En temel özgürlüklerden bahsediyorum!

Oysa özgürlükler çok daha ilerledi.

Frankfurt Okulu olarak anılan ‘Eleştirel Düşünce’ ekolünün düşünürlerinden Adorno, Horkheimer, Marcuse gibi beyinler 1940’larda ve 50’lerde, ilericiliğin ve ilerlemenin nesnel bir tanımını yapmaya çalıştılar. Vardıkları sonuç, insanı özgürleştiren her şeyin ilerlemeci olduğu, bunun da insan ve insanlık için iyi olduğuydu.

Bugün Türkiye, Frankfurt Okulu düşünürlerini takibata uğratan Hitler NAZİ rejimi gibi, düşünceyi ve düşüneni takibat altına alıyor.

İşin kötüsü, aynı Weimar Cumhuriyeti’nin yok oluş süreci gibi, aydınlar bir aymazlığa düşmüş, çöken karanlığa karşı hiçbir şey yapmıyor. Sıranın henüz kendilerine gelmemiş olmasından memnun, anın keyfini çıkartıyor, sistem dışına itilmemiş ve sosyal soykırıma uğramamış olmanın ayrıcalığıyla mutlu-mesut hayatlarına devam ediyor.

Bernard Williams, ‘Eşitlik Fikri’ adlı makalesinde 1962 yılından bize bir bilgelik aktarıyor: Hristiyanlık’ın sekülerleşmesiyle her insanın birbirine tıpkı “Tanrı’nın çocuklarının birbirine saygılı davranması gerektiğini” söyleyen İsevi doktrinde olduğu gibi, eşit davranmaları gerektiğini öğreten Kantiyen akla atıfta bulunuyor. Dikkat edin, tüm Hristiyanlar demiyor, tüm insanlar diyor. Hem İncil’deki İsa, hem de Kant, tüm insanlara ve ortak insanlığa mesaj iletiyor. Dini veya kültürel bir seleksiyon veya filtreleme yapmaksızın, komple bir eşitlik. İnsan olmak yeterli, bunun devletin içine nüfuz etmesi gerekliliği ortaya çıkıyor. Batı’daki başarılı liberal demokrasilerin tümü bu yazıda bahsettiğim çok basit ama temel ilkelere dayalıdır.

Esasında bu ilkeler her insan için en insani ortamı yaratmaya çalışmaktan başka bir işe yaramaz. Amaç sadece “iyi” olmak değil, esasında karşılıklı bir dengeyi mümkün kılmak, herkese yaşam şansı tanımak. Bu tür bir ortam herhangi bir doğru tekeline ayrıcalık tanıyamaz. Devleti bu tür bir dini-ideolojik tercihten veya saplantıdan kurtarmak, herkesin menfaatinedir.

Özgürlükler, ancak iktidarın gücünün sınırlanmasıyla ve denetlenmesiyle sağlanır.

Devlet güçlü olmasın ama hukuk devleti olsun. Sınırları geniş olmasın ama adalet sunsun. Ordusu büyük olmasın ama vatandaşlarının özgürlükleri geniş olsun.

Türkiye’nin demokrasi ve hukuk macerasına gelince…

Demokrasi elbette bir ideal. En iyi sistem olmayabilir ama mümkün olabilecek sistemlerin en iyisidir. Hiçbir politik sistem en iyi olamaz, çünkü insanlar birbirlerinden farklı düşünür, farklı tercihler yapar. En iyi, insandan insana değişir. Topluma düzen vermenin yolu otoriterlik ve demokrasi arasındaki farklı yollardan geçiyor.

Türkiye tercihini otoriterleşmeden yana kullandı. Bu bir heyelan gibi; ortaya çıkması için çok ciddi bir kuvvetle baskı gerekir ama harekete geçen heyelanı durdurmak imkânsızdır. Heyelanı keşke harekete geçmeden önce inşa edeceğimiz güçlü destek duvarlarıyla engelleyebilseydik. Ancak karşımızda anayasayı bile tanımayan haydutlar ve onlara güç veren çok ciddi oranda aymaz toplum kesimleri var. Heyelan sonuçta bir gün duracak. Ama buna kendi iç dinamikleri ve dış etki faktörleri karar verecek. Bir iradeden ziyade bir süreç belirleyici olacak.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version