Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Sağın yükselişi mi, yeni bir sola doğru mu?


Buket TÜRKMEN


Fransa’da geçtiğimiz haftalarda önemli bir siyasal viraj dönüldü. Avrupa Parlamentosu seçimlerinden birinci parti olarak çıkan Ulusal Birlik (RN), geçmişin aşırı sağ hareketi Ulusal Cephe’nin mirasçısı Marine Le Pen’in partisi olduğu için, toplumun büyük kesiminde faşizm tehlikesi alarmının verilmesine sebep oldu. Bu alarmın hem sol hem orta sağ grupların ortak kaygısını yansıttığı görüldü.

Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu seçim sonuçları üzerine parlamentoyu dağıttı. Erken seçim ilan ederek siyasal belirsizlikten kurtulmayı amaçladığını söyledi. Ancak çoğunlukla yapılan yorum, Le Penci aşırı sağ çizginin yükselişi karşısında oyları kendi partisi etrafında konsolide etme çabasında olduğuydu. Aslında bunda çok da şaşılacak bir şey olmamalıydı zira Macron her zaman bunu yapmıştı geçmişte: Her seferinde “anti-LePen oylar”a talip olmuş ve bu sayede kazanmasını bilmişti. Ancak bu kez yine aynı stratejiyi gütmesi, bütün kamuoyu yoklamaları ve siyasal yorumcuların öngörülerini boşa çıkaracak şekilde, pek işe yaramadı. 30 Haziran ve 7 Temmuz’da yapılan iki turlu milletvekili seçiminin sonunda hiçbir anketin öngöremediği şekilde, ileride bahsedeceğimiz gibi, seçim sürecinde epey yaftalanmaya uğrayan Boyun Eğmeyen Fransa’nın da (LFI) içinde olduğu sol partilerin oluşturdukları Yeni Halk Cephesi (NFP) seçimlerden birinci grup olarak çıkarak mecliste 182 sandalye elde etti. Macron’un partisi Rönesans’ın yer aldığı ittifak Birlik (Ensemble) ikinci sırada kaldı (168). Seçim öncesinde yükselişiyle Fransa halkının büyük kesiminde tehdit algısı yaratan Ulusal Birlik ise üçüncü parti olarak mecliste 143 sandalye aldı.

Azınlık Hükümeti mi Koalisyon mu?

Bu seçimlerin birkaç önemli sonucu oldu: öncelikle hiçbir parti tam çoğunluğa sahip olamadı. Böyle bir mecliste hükümeti kurmak için zorunlu olarak koalisyon gerekmese de -azınlık hükümeti kurulabilir- hükümet edebilmek konusunda güçlükler yaşanacağının altı çiziliyor. Macron’un başkanlığı altında kendi partisi Rönesans’tan Elisabeth Borne ve Gabriel Attal hükümetleri de azınlık hükümetleriydi. Bu sebeple 2022-2024 arasında her yeni yasa çıkarmak istediklerinde kararnamelere başvurmak zorunda kalmışlardı. Yeni Halk Cephesi’ni oluşturan partilerin liderleri de seçim sonuçları açıklanınca programlarının açık ve net olduğunu ve bu programı tek başlarına hükümet ederek hayata geçireceklerini beyan ettiler. Sol parti LFI (Boyun Eğmeyen Fransa) lideri Melenchon kararnamelerle de olsa gündeme getirecekleri emeklilik yasasının sözünü verdi. Bazı yorumcular seçimden birinci çıkmış da olsa üçte bir oranında oy almış bir cephenin kuracağı hükümet istikrarsızlık yaratır diye itiraz etmekteler. Gel gelelim oy oranı meselesi de aslında biraz karışık: İkinci turda Le Pen’e karşı kurulan cumhuriyetçi savunma hattı, Macroncularla Yeni Halk Cephesi’ni Ulusal Birlik adaylarına engel olacak şekilde adaylarını geri çekmeleriyle hayata geçirildi. Yeni Halk Cephesi Macroncu aday lehine 127 adayını geri çekti. Macroncu cephe ise, adaylarını Yeni Halk Cephesi lehine geri çekmek için bir şart öne sürdü: Melenchon’un Boyun Eğmeyen Fransa adaylarının olmadığı yerlerde Yeni Halk Cephesi lehine adaylarını geri çekeceklerdi, böylece 81 adayı geri çektiler. Bu şart, Yeni Halk Cephesi’nin en fazla oy almış partisi olan Boyun Eğmeyen Fransa ve onun lideri Melenchon’u Cumhuriyet değerlerinden dışlama tavrının tipik bir devamıydı.

Bu durum hükümet kurma çabasında da kendisini gösteriyor. Her ne kadar parti liderlerinin yaptıkları konuşmalarda Le Penci Ulusal Birlik’i dışta bırakacak formül arayışı ortak kaygı gibi görünse de, Macroncu çizginin esas kaygısının Melenchon ve partisini dışta bırakacak formüller bulmak olduğu görülüyor. Hatta Emmanuel Macron şimdilik seçimlerden birinci çıkan Yeni Halk Cephesi saflarından bir başbakan atama niyetini de açıklamadı. Macron, Melenchon’un partisi Boyun Eğmeyen Fransa’dan birinin başbakan olmasına karşı olduğunu çoktan ilan etti, Yeni Halk Cephesi içinden başka bir partiliyi atamak istiyor gibi. Bu yazının yazıldığı saatte de henüz bir başbakan ismi telaffuz edilmedi. Başbakanı cumhurbaşkanı atar, dolayısıyla bu söylediği bir temenniden öte anlam taşır. Bu konuyu seçim öncesi dönemde yaşanan gerginlikler çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Buna birazdan geri döneceğiz.

Faşizme karşı yurttaş inisiyatifleri ve siyasal aktörler

Bütün bu çatışmaların ve dışlayıcı tavırların ötesinde bu seçimlerin önemli bir ikinci sonucu şu oldu: Fransa, birlikte hareket etmeyi başardıklarında faşizme geçit vermeyecek siyasal aktörlerinin hala çoğunlukta ve güçlü olduğunu gördü. Bu iyimser yorumun yine de unutturmaması gereken bir diğer seçim sonucu ise Le Penci çizgideki Ulusal Birliğin daha önce olmadığı kadar yükselmesi oldu. Diğer cephe ve ittifakların birlikte hareket ederek elde ettikleri oylar karşısında meclisteki sandalye sayısını 88’den 143’e ittifaksız yükseltebildi Ulusal Birlik. Özellikle taşra oylarındaki yükselişi kaydetmeye değer bir başarı olarak hanesine yazılıyor. Aşırı sağı destekleyen milyarder Vincent Bolloré’nin medya kanalları CNews, Europe 1 ve JDD’nin seçmeni yönlendiren ve aşırı sağın ideolojisini normalleştiren yayınları sebebiyle de tehlike devam ediyor. Fransa solu bu tehlikeleri tartışmaya devam ediyor.

Aşırı sağa geçit vermeyen bu tavrın asıl kahramanları ise sivil toplum ve yurttaşlar oldu: 1981’den beri görülmemiş bir yurttaş mobilizasyonu sonucunda Fransa seçmeni %66,63 oranında sandığa gitti. Bunun arka planında şu vardı: Macron’un erken seçim atağı karşısında faşist sağ çizginin yükselmesi olasılığına karşı meclisteki sol partiler iki gün gibi bir süre içinde bir cephe oluşturacak şekilde toplanarak, tam bir hükümet programı ve ortak seçim stratejisi ile Yeni Halk Cephesi’ni kurmuşlardı. Bu isim 1936’da Avrupa’da yükselen faşizme karşı Fransa’da kurulan Halk Cephesi’ne bir gönderme içerir. Solun bu şaşırtıcı dinamizmi tabanda da karşılığını buldu: Üç haftalık seçim kampanyası boyunca uzun yıllardır Fransa’da görülmemiş şekilde, sivil toplum örgütleri, yurttaş inisiyatifleri ve eko-anarko direniş ağlarına mensup on binlerce yurttaş kapı kapı, mahalle mahalle gezerek, insanlarla konuşarak, kamusal alanda eylemler düzenleyerek bu zaferin “gönüllü militanlar” ayağını oluşturdular. Direniş ağları ve inisiyatiflere mensup insanların bu çabası, yıllarca sandıktan uzak durmaları, temsili demokrasiye dayalı yerleşik siyasal alana mesafeleri sebebiyle kendilerinin apolitik olarak değerlendirilmelerinin ne kadar hatalı olduğunu, farklı bir politizasyonun tabandan nasıl geliştiğini göstermesi açısından da önemli. Bu konuyu yazının sonunda tartışacağız.

Diğer yandan bu süreç aslında seçim öncesinde mecliste ve siyasal alanda yaşananlarla devamlılık içindeydi. Zira seçim öncesinde zor bir dönem yaşandı Fransa’da, zor ve sancılı. Erken seçim kararından önce, daha Avrupa seçimleri sırasında meclis içindeki gergin tartışmalar siyasal ve kamusal alanda yurttaşlar arasında olduğu kadar, yurttaşlarla devlet otoriteleri arasında da zaman zaman sertleşen kutuplaşmalarda yankısını buldu. Bu yakın dönemdeki siyasal gerginlik yurttaşların nezdinde büyük bir umutsuzluğu getirdi. Cumhuriyetin ilkeleri, yurttaşlık ve eşitlik kavramları tekrardan masaya yatırıldı. Filistin meselesi ve Gazze’deki soykırım neredeyse Fransız siyasal alanını işgal etti. Filistin halkını savunmak ve İsrail ile köprülerin atılmasını talep etmek Hamas’ı savunmak ile eşdeğer kabul edilmeye başlandığında, Melenchon’un partisi Boyun Eğmeyen Fransa ile birçok siyasal aktörün arası açıldı. Yıllarca antisemitizm üzerinden milliyetçi politika yapan Ulusal Cephe’nin mirasçısı Le Penci çizgi, Boyun Eğmeyen Fransa’yı hem antisemitizm hem “İslamo-solculuk”la (islamo-gauchisme) suçlayarak, orta sağcı Macron hükümetinin sağ kanadı tarafından icat edilen bu terimi sık sık gündeme getirdi. İslamo-solculuk suçlaması sola sık sık yapılan bir eleştiri olageldi son yıllarda: Buna göre, demokrasi savunusunda aşırıya kaçan aktörler, İslamcıların yükselmesine de destek vererek laikliğe zarar veriyorlar. Böylece Le Penci Ulusal Birlik, İslamo-solculara karşı kendisini laikliğin teminatı olarak sundu. Hamas destekçisi olarak yaftalanmasının akabinde Boyun Eğmeyen Fransa, çoğunluk medyanın ve siyasal aktörlerin desteği ile cumhuriyete karşı olarak nitelendirildi. Meclis oturumları öyle çatışmalı geçmeye başladı ki yasama iş yapamaz hale geldi; parlamento siyasal eylem alanına dönüştü. Oturumlar sırasında açılan Filistin bayrakları ve yüksek sesli protestolar, Boyun Eğmeyen Fransa milletvekillerinin İsrail- Fransa ilişkilerini sorgulayan yüksek sesli sorularını izleyen sloganlar ve gürültü, sık sık oturumlara ara verilmesine neden oldu; bazı milletvekillerinin disiplin cezası almasıyla sonuçlandı. Bunlar hem sokağa hem üniversitelere yansıyor, öğrenciler ve akademik kadro arasında da yayılan kutuplaşmalar meclisteki çatışmaları sokağa taşıyordu.

Seçim öncesinde yaşanan gerginlikler ve kutuplaşma temelde üç ana başlık etrafında yoğunlaştı ve sonraki seçim kampanyasının da ana hatlarını belirledi: Sosyal devlet, göçmenler ve Filistin meselesi karşısında alınan tavır. Üçüncüsü her ne kadar sahnede öne çıkmışsa da ilk iki başlık esas ideolojik ayrışmanın yaşandığı konulardı.

Sosyal devletin krizine ve göçmen politikalarına sağ ve sol eleştiriler

Bu ikisi Macron hükümetine karşı hem aşırı sağın hem sol partilerin zıt yönde de olsa eleştirilerini yönelttiği başlıklardı. Macroncu neo-liberal çizgi 2019 Sarı Yelek eylemlerinden beri toplumsal memnuniyetsizliğin ayaklanmalara dönüştüğü bir ortamı hazırlamıştı. Sarı Yelek eylemleri Fransa solu tarafından yeterince kucaklanamamış ve böylece Le Penci aşırı sağ dalganın taşraya yayılmasına zemin sunmuştu. Ancak daha sonrasında 2020de emeklilik yasasına getirilecek değişiklikler ve akademik araştırma alanda yapılacak reform sol siyasal ve sivil aktörler tarafından neo-liberalizmin Fransa kıyılarına varan dalgaları olarak görülerek genel grev, üniversite işgalleri, boykotlar, uzun soluklu sokak eylemleriyle karşılanmıştı. O dönemde bu eylemlere ve grevlere sarı yelekliler de katıldılar. Covid-19 salgınıyla beraber yaşanan genel kapanma ve pandemi sebebiyle eylemler sokaklardan çekilmiş olsa da yeniden açılma döneminin hemen akabinde sokaklar tekrar hareketlendi; grevler devam etti. Buna rağmen pandemi koşullarında ilan edilen olağanüstü hal, Macron’a polis kuvvetinin güçlendirilmesi, eylemlerin kriminalize edilmesi gibi yeni bazı güçler verdi. Bu dönemde “acil durumlarda” mecliste tartışılmadan sorumluluğu başkan ve hükümete yükleyerek yasa çıkarma hakkı veren anayasa maddesinden de bolca yararlanan Macron, toplumsal itiraza rağmen emeklilik yasası da dahil 12 farklı yasayı mecliste tartışılmadan çıkardı.

Sosyal devletin kurumlarına getirilen “reformlar”ın gitgide sosyal hakların kısıtlanması ve küçültülmesi böylece Macron döneminin alametifarikası oldu. Bugün bu ekonomi politikaların güçsüzleştirdiği ve sosyal devletin kurumlarının gitgide geri çekildiği taşrada yayılan fakirlik ve terk edilmişlik, öfkeli yurttaşların güçlü Fransa arzusunu besliyor. Bu arzuyu devşirerek politikasıyla harmanlayan Le Pen ve partisi Ulusal Birlik, taşra yerel ağlarını mobilize ederek onlara milliyetçi çizgiyi bir cevap olarak sunuyor. Sosyal devletin kurumlarını sorguya açıyor, sosyal yardımları eleştiriyor ve daha güçlü bir Fransa için bu hususları tekrardan masaya yatırmak gerekir diyor. Göçmen karşıtı, islamofobik ve ırkçı söylemleri de destekleyici unsurlar olarak kullanarak, ideolojisini kendisini destekleyen medya yoluyla taşra dışına da yaymaya devam ediyor. Temelde, neden göçmenlerin ve farklı ırklardan yurttaşların sosyal haklara bu kadar kolay ulaşabildiği sorgulanıyor. Buna göre taşradaki fakirlik ve güçsüzlük, esasında Fransa’nın ekonomisini sosyal hakların güçsüzleştirmesi nedeniyledir. Bunun en önemli sebebi de yabancılar, göçmenler ve laikliğe kast eden Müslümanlardır. Güçlü bir Fransa arzusunu temel alarak, ama en önemlisi de yerel ağlara ulaşarak, taşranın duyulmayan sesini siyasal alana taşıma iddiasında olmayı bilmiştir Marine Le Pen. Diğer taraftan göçmen ve yabancı karşıtı, aynı zamanda islamofobik söylemleri, Macron dönemi politikalarının sonucunda artan siyahların, göçmenlerin ve eski koloni kökenli Fransızların isyanlarına bir cevap olarak Fransa’ya sunuyor. Macroncu politikalardan sadece biraz daha ırkçı tonda konuşuyor Le Pen. Kolonyal geçmişin bugüne yansıyan sorunlarına cevaben sıklaşan bu isyanların doğurduğu huzursuzluklara sağdan verilen bu ırkçı ve dışlayıcı cevap, farklı kökenden Fransızların birlikte yaşadıkları metropollerden ziyade Le Penci çizginin taşrada yükselmesini anlaşılır kılıyor.

Sosyal devletin Fransa’nın çöküşüne sebep olduğu söyleminden farklı olarak sol, sosyal devletin krizine ve göçmen politikalarına cumhuriyetçi eşitliği tekrar tanımlama çabası ile cevap veriyor. Öncelikle Melenchon’un Boyun Eğmeyen Fransa’sı, ama aynı zamanda diğer sol partiler, kaybedilen sosyal hakları özellikle sosyal devletin terk ettiği büyük kent banliyölerinde dile getirdiler. 2022’de Boyun Eğmeyen Fransa’ya banliyö gençlerinin oy verdiği anlaşılmıştı. Bunda sosyal eşitlik kadar ekoloji ve kültürel melezlik üzerinde de durulmasının büyük payı olmuştu. Daha önceleri liberal söylemin tekelinde gibi görülen bu meselelere Melenchon, sınıfsal eşitliğe kesişimsel bir kavrayış getirerek sosyalist söylem içinde yer açmasını bilmişti. Le Penci dışlayıcı kavrayıştan ve cumhuriyetçi eşitlemeden farklı olarak göçmen ve kültürel farklılık meselelerine LFInin verdiği cevap melezleşme kavrayışı ile geldi: Ezilmiş olana pozitif ayrımcılık değil, hepimizin melezlikle tanımlandığı bir eşit yurttaşlık anlayışı. Banliyölerde oy oranlarının artışını getiren önemli bir unsur oldu bu.

Dikey-yatay örgütlenmeler ve birlikte direniş hattı

Le Pen’ci hattın taşradaki başarısının arkasında taşra ağlarıyla doğrudan kurulan ilişkiler olduğu ve bunun birçok başka toplumda da popülist sağın kullandığı en önemli yöntem olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Fakat bu yerel ağlar ile temas noktasında kentsel dayanışma ve işgal ağlarının farklı bir yol izlediğini ve o alanı Le Pen’in siyasetinin kapsayamadığını da görmemiz gerekir.

İşte bu noktada bu seçimlerin getirdiği en önemli sonuçlardan biri de yıllardır seçimden ve sandıktan uzak duran, ancak kapitalizme ve neoliberal otoriterleşmeye tabandan eleştirel pratiklerle karşı duran, gündelik hayatı dönüştürmeye odaklı dayanışmalar, ZADlar (Savunma alanları) ve direniş ağlarının yıllarca sandığa gitmeyen üyelerinin Melenchon’cu politika ile ilişkiye geçerek seçim kampanyasına gönüllü destek sunmaları oldu. Bu hareketler sosyolojide Gibson-Graham’ın “yer siyaseti” diye adlandırdığı, son 40 yılın yeni toplumsal hareketlerinin ürünü olan hareketlerdir, direnişlerdir*: Zorluk ve belirsizlik koşulları altında özneleri, mekanları ve yaşam koşullarını dönüştürmek için kurulan yatay ağlar ve işgal alanlarında sürekli bir mücadele halindedirler. Yerel bağlamda kurulan ilişkileri öncellerler, zamansallıkları “gündelik ve süreklidir”, hiyerarşik dikey örgütlenmelere mesafe alırlar. Makro bağlamdaki ağlarla ilişkilenerek yereli aşan bir toplumsal dönüşümü amaçlarlar, muhalif fikirleri yaymak için toplumsal dayanışma ağları üzerinden örgütlenme yolunu seçerler. Bu eşitlikçi yatay örgütlenmeler siyasal alan ile ilişkiyi bir ön koşul olarak kabul etmez, bu anlamda temsili demokrasiye mesafelidirler.

İşte genel olarak küresel ölçekte yayılan bu ağlar ve direnişler/dayanışmalar/işgaller Fransa’da da kentsel alanlarda yaygınlar ve buralardaki yurttaşlar epey zaman sandığa gitmediler. En son 2022 milletvekili seçimlerinde de gitmemişlerdi. Ne zaman faşist yönetim tehlikesi ciddileşti, daha yoğun olarak Boyun Eğmeyen Fransa çatısı altında militanlık yapmaya başladılar. Ağlar içerisinde çabucak haberleşebildiler. Şaşırtıcı şekilde bu yatay örgütlenmeci antikapitalist ve ekolojist cenah, Boyun Eğmeyen Fransa’nın dikey örgütlenmesiyle hızlı hareket etmesi sayesinde ivedilikle temas kurup görev dağılımında ulaşabildiği ve arkasına destek olarak alabildiği bir cenah oldu. Bu sayede daha fazla insan yerel ağlar içinden sandıkla buluşturulabildi. Bu husus seçim sonrası çokça tartışılmakta: Kurumsal solun bu yeni tür örgütlerle kurabildiği teması ciddiye alanlar, buradan yeni bir sol örgütlenmenin çıkıp çıkamayacağını sorguluyorlar.

Bu seçimlerin bize göre en önemli sorularından biri de burada yatıyor. Fransa ve birçok Avrupa ülkesinde kurumsal siyasal alandan uzaklaşan seçmenlerin temsili demokrasiden medet ummadıkları gerçeği, bir süredir siyasetle uğraşan herkesi meşgul eden bir sorundu. Avrupa ülkelerinde yapılan seçimlerde hemen her seferinde en büyük dilim, kayıtlı seçmenin “oy vermeyen” kesimi oluyordu. Fakat bu oy vermeyenlerin bir kısmının farklı şekiller ve yerlerde siyasallaştıkları da görülüyordu. Eşitlikçi yatay örgütlenmeler içerisinde hayata doğrudan müdahale eden bu gruplarla “aciliyet içerisinde” ilişkiye geçebilen parti, en dikey örgütlenmeye sahip Boyun Eğmeyen Fransa olunca, şu soru meşru oluyor: Yatay örgütlenme/dikey örgütlenme kategorik karşıtlığının zaman ile ilişki bağlamında tekrar düşünülmesi gerekmez mi? Acil durumlarda acil karar alma ve toplanma zorunluluğu, bu iki oluşum tipini birlikte harekete yöneltebilir ve oradan farklı bir siyasal etkileşimle yeni bir siyasal örgüt modeli çıkabilir mi?

Bu arada Boyun Eğmeyen Fransa’nın (LFI) sınıfsal tabanının bir süredir değişmesinin de parti söylemi ve siyasetindeki dönüşümde etkili olduğunu söyleyebiliriz. LFI sadece işçi partisi olmaktan ziyade, farklı “ezilenlerin” ve orta sınıfların da partisi olmaya başlamıştır. Bu anlamda parti söyleminde de görülen, “ezilme”nin kesişimsel boyutunu öne çıkarmanın meyvelerini almış görünüyor. Ezilenler eskiden işçilerdi: İşyerlerinde sendikal örgütlenmelerle tanışarak siyasallaşabilirlerdi. Bugün neoliberal düzenlemelerin işsiz bırakma tehdidi ile siyasal örgütlenmeyi zorlaştırdığı, hatta bazen imkansız kılarak ortaya çıkardığı yeni kategori prekarya, güvencesiz iş etrafında birleşen alt ve orta sınıflar ve istihdam kapılarını tırmalayan kalabalık işsiz gençlerden oluşuyor. Sadece bu bile sosyal ezilmenin kesişimsel boyutlarını anlamayı zorunlu kılar. LFI’nin cumhuriyetçi eşitlik kavrayışının Macroncu çizgidekinden farklılığı, neoliberalizm karşısında bu kesişimsel ezilme kavrayışını geliştirmiş olmasındandır.

Melenchon ve partisi, bütün bu soruları bir süredir ciddiye almış görünüyor. Bu seçim zaferini “sivil toplum ve yurttaş inisiyatiflerinin, yatay ağ ilişkilerinin zaferi” olarak tanımlamaları da bundan. Bu noktadan sonra bu tecrübeden ne çıkaracaklarını zaman gösterecek.


* Gibson-Graham, J.K., (2004) “The violence of development: Two political imaginaries”, Development 47(1), 27–34

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version