Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Devletin yön sorunu

Devletin yön sorunu


PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM

Türkiye devletinin bir yön sorunu var.

Türkiye yıllar yılı kendisini Batı’nın bir parçası olarak kabul ettirmeye çalıştı. Bu sadece stratejik ilişkiler veya ekonomik işbirliği ile alakalı konjonktürel bir durum değildi. Bilinçli bir tercihti. Yani Türkiye salt Batı ile askeri ve savunma politikaları çerçevesinde ortak çıkarlar görmedi ya da yalnızca karşılıklı ticareti, ithalat-ihracatı arttırmaya yönelmedi. Batı’yla ilişkiler çok daha girifttir ve derindir. Ancak yaklaşık son 10 yıldır Türkiye’nin bu ana yönelimi değişti. Batı yönelimini terk eden Türkiye, henüz bu yönelimin yerine hangi iç ve dış siyaset yönelimini geçirdi, netlik kazanmış değil.

Batı’yla ilişkiler Türkiye’nin hem siyasi sistemine, hem de dış politikasına yoğun olarak yansıdı ve son 200 yılı aşkın zaman süreci içerisinde bu iki alanda da ciddi değişim ve dönüşümler meydana geldi.

Önce neden sorusuna yanıt verelim.

Nedeni rekabette aramak lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı öteki olarak algılandı. Batı’dan kasıt nedir? Yahudi-Hristiyan kültür alanıdır. Osmanlı devlet sistemi İslam dinini merkeze alarak, kendisini “Dar-ül İslam”, Batı’yı ise “Dar-ül Harp” olarak algıladı. Hristiyan memleketleriyle olan ilişkilerde bu kimliksel öğe hep önemli bir faktör oldu. Toprak genişletmeye yönelik askeri rekabette belirleyici olan temel dinamik Osmanlı ekonomi politiğinin toprak genişlemesine bağlı vergi gelirlerinin ve doğal kaynakların artışı birincil rol oynasa da, bunun temellerini İslam hukuku ve Osmanlı’nın kendi öz kimlik algısı şekillendirmiştir. Bu ilişkiler sisteminde Osmanlı on altıncı yüzyılın sonlarına kadar askeri üstünlüğünü korudu.

Bu arada Batı’da önemli değişimler meydana geldi ve din merkezli feodal Avrupa sistemi sona erdi, 1555 Augsburg Barışı ve 1648 Westfalya Anlaşması’nın ardından Avrupa’da merkezi teritoryal devletler ortaya çıktı. Bu devletler ilişkilerini çoğunlukla din esaslarına göre belirlemediler, kendi “ulusal çıkarlarına” göre siyaset oluşturmaya başladılar. Katolik Kilisesi’nin merkezi otoritesi sarsılmıştı. Protestanlığın ortaya çıkması dini çok sesliliği, ardından sekülerleşme, kilise tahakkümünün hukuk, devlet yönetimi, bilim, sanat ve devletler arası ilişkilerde zayıflamasına ve ortadan kalkmasına neden olmuştu.

Osmanlı İmparatorluğu bu gelişmeleri uzaktan seyretti. Genellikle Osmanlı elitleri Avrupa siyasetindeki bu değişimleri rakiplerinin zayıflaması olarak algıladı. Birlikte hareket etme yetisini kaybeden Dar-ül Harp, onun karşısında merkeziyetçi yönetimden taviz vermeyen Dar-ül İslam, stratejik olarak ilk bakışta bir avantaj gibi görünmüştü. Ancak Batı’daki teritoryal devletlerin ortaya çıkması ve 1789 Fransız Devrimi’nden itibaren bu devletlerin teritoryal ulus devletlere dönüşmesi, halk ordularının kurulması, sınırların giderek sabit hale gelmeye başlaması, Avrupa devletlerini güçlendirdi.

Bunun yanında Avrupa, Akdeniz yerine Okyanus rotası üzerinden Ümit Burnunu ve Yeni Dünya’yı keşfetmiş, bu sayede hem hammadde ve insan gücü, hem tarım ürünleri, hem de navigasyon teknolojisi sayesinde giderek küresel bir rol oynamaya başlamıştı. Kilisenin merkezi rolünün azalması sayesinde sekülerleşen devletler arası ilişkilerin yanında, içeride de sekülerleşen devletler ortaya çıkmış, özellikle Rönesans ve Modernleşme sayesinde özgür bilim ve felsefe doğmuş, fizik, astronomi, kimya, biyoloji gibi temel doğa bilimleri alanlarında önemli bir ivme yakalanmıştı. Bu akademik ve sanatsal özgürlük sayesinde Batı teknolojisi çok hızlı bir biçimde gelişti. Tüm bu gelişimler silah sanayine yansıdı. Dahası, Batı sosyoloji, hukuk, ekonomi gibi alanlarda da özgür düşüncenin etkisiyle daha iyi bir bürokratik, ekonomik ve hukuksal sistem kurdu.

Batı’da bazı ulus devletler bu müthiş hızlı gelişme sayesinde kısa zamanda sanayileştiler. Katma değeri yüksek ürünler geliştirdiler. Buhar makinesinin gelişimi, içten yanmalı motorlar, tekstil endüstrisi, makine-kimya sanayi gibi alanlarda hızlı bir gelişim meydana geldi. Bu süreçte tarım modernleşti, ticaret yolları arttı ve daha hızlı iletişim mümkün oldu.

Siyaset de ciddi değişimlere uğradı. Batı demokratikleşti ve hukuk devleti mevhumu doğdu. Bir taraftan devletler güçlendi, diğer taraftan mutlak monarşiler ya da mutlakiyet denen “yasa benim” diyebilen gücü sınırlandırılmamış monarklar giderek azaldı. 1215 Magna Karta ardından gelen gücü sınırlandırılmış iktidar, Avrupa’da yayıldı. Amerikan ve Fransız Devrimleri ile beraber cumhuriyetçilik de diğer bir değişim oldu. Dokunulmaz insan hakları ve doğal hukuk gibi kavramlar doğdu veya daha seküler bir yöne doğru evrildi. Eşit vatandaşlık ilkesi, kadın-erkek eşitliği, temel eğitim, sosyal haklar gibi aşamalar birbiri ardına meydana gelirken, eğitimli insan nüfusu arttı. İnanılmaz yıkıcı savaşlar, kan ve gözyaşı dolu kolonyalizm, kölecilik ve faşizm gibi yine Batı ürünü olan patolojiler giderek aşıldı. Her ne kadar bu süreç hep “iki adım ileri, bir adım geri” şeklinde de ilerlese, mutlaka bir veya birkaç devlet bayrak yarışında bayrağı biraz daha ileriye taşımayı bildi.

Böylece bu özetlediğim süreçlerin sonunda bugünkü varlıklı ve özgür Batı 19., 20. ve 21. yüzyılları belirler konuma erişti.

Osmanlılar Batı’yla olan askeri ve stratejik rekabetleri içerisinde, on yedinci yüzyıldan itibaren bu değişim ve dönüşümlerin etkilerini hissetmeye başladılar. Zafiyet ve eksikliklerini kapatmak için sayısız reformlar yaptılar. Bu reformlar önce askeriyede başladı. Yeniçeri Ocağının kaldırılması, askeri eğitimin iyileştirilmesi, daha iyi silahların temini gibi öncelikler tespit edildi ve bunlar mümkün olduğunca hayata geçirildi. Böylece ilk Batı tipi okullar, müspet bilimler, yeni organizasyon biçimleri, yeni düşünce biçimleri ve kavramlar Osmanlı askeriyesinin ve bu sayede Osmanlı bürokrasisinin kapsama alanına girdi.

Zamanla bu adımlar yoğunlaştırıldı ve hızlandırıldı. Giderek askeriye dışında diğer alanlara da yayılmaya başladı. Tıbbiye, mülkiye, hariciye, maliye gibi alanlarda da Batılılaşma meydana geldi. Elbette Batı ülkelerine bu çerçevede binlerce zeki öğrenci gönderildi. Bu öğrenciler Batı’da sadece mühendislik, kimya, askeriye veya tıp okumakla kalmadılar, Batı’nın romanını, müziğini, felsefesini, sosyal bilimlerini, resim ve heykelini, toplumsal örgütlenişini ve yaşam biçimini de öğrendiler, hatta aldılar. Bunu döndükten sonra Devlet-i Aliyye’de uygulamaya başladılar. Özellikle askeriyede gerçekleşen bu modernleşme, yeni bir tip Osmanlı insanını ortaya çıkardı. İslami doktrinler, Batı’nın seküler aklının etkisiyle devlet üzerindeki belirleyiciliğini zamanla yitirmeye başladı. Eski kadroların yerini bu Batılılaşmış yeni kadrolar alınca, devlette yumuşak bir dönüşüm meydana geldi. Osmanlı değişmişti.

Cumhuriyet işte bu mirasın üzerine inşa edildi. Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye toplumunun parti, meclis, sendika, feminizm, sekülerlik, vatan, millet, kadın erkek eşitliği düşüncesi gibi birçok “Batılı” kavram ve konseptle tanışıklığı vardı. Zaten Cumhuriyet kurucu kadroları da bu Osmanlı Aydınlanması diyebileceğimiz Batılılaşmanın veya Avrupalılaşmanın ürünüydü.

Dolayısıyla bu kadro, geçmişteki deneyimlerde olduğu gibi, ülke ve halklarını “Avrupalı” olarak algıladı. Modernleşme ve Batıllaşma, bu kadrolarca eş anlamlı olarak tasavvur edildi. Gerçekten de 20. yüzyıl başında modernleşmek için Avrupalılaşmak gerektiği algısı tüm Batılı olmayan ülkelerde başat düşünce tarzıydı. Bundan dolayı Osmanlı-Türkiye deneyimlerinin son 250 yıllık tarihi, bu Batı yöneliminin etkisinde geçmiştir.

Türkiye aydınlarında Balkan savaşlarına, Cihan Harbi’ne ve Milli Mücadeleye karşın Batı karşıtlığı hiç olmadı.

Oysa bugün Türkiye toplumu Batı’yı kendisine düşman olarak algılıyor.

Türkiye’yi bugün yöneten kadro, Osmanlı Aydınlanması hiç olmamış gibi, tarihi yeniden kurguluyor, yerli televizyon dizileri üzerinden Batı’yı “Dar-ül Harp” olarak okuyan kitleler yaratıyor. Bu algı, Erdoğan başta olmak üzere, tüm rejim karar alıcıları tarafından siyasal diskurlarda kullanılıyor. 15 Temmuz diskurunda da, ondan önce Gezi ve 17 Aralık diskurlarında da, “kötü” Batı söylemi merkezi bir rol oynuyor.

Dahası bu salt retorik bir sorun değil.

Fiiliyatta da, mesela dış ve güvenlik politikalarında da, Batı karşıtı algı politika yapım süreçlerine damgasını vuruyor. Rusya-Çin-İran mihverine yönelik temayül, S-400’lerin alınması, IŞİD, El-Nusra, Hamas, Hizbullah, El Kaide gibi İslamcı-Cihatçı terörist gruplarla Suriye, Irak ve Libya’da alenen işbirliğine girmek, Türkiye’yi cihatçı geçiş güzergâhı haline getirmek gibi pek somut sonuçları olan bir siyasi tercihten bahsediyorum.

Dahası, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra NATO içerisinde Rusya’ya yaptırım uygulamayan, bilakis Moskova ile olan ticaret hacmini arttıran bir Ankara yönetimi var. Bu yönelim, daha da vahim olmak üzere, Türkiye’de ana muhalefet ve muhalefet tarafından da eleştirilmiyor. CHP başta, tüm muhalefet Batı karşıtlığında ittifak halinde; sanki birileri Türkiye’yi zorla NATO’da tutuyormuş, sanki Türkiye AB’ye girmek için 50 yıldan uzun süredir mücadele etmemiş, sanki Türkiye’nin ticari ilişkilerinin yüzde sekseni Avrupa ile yapılmıyormuş, sanki AB ile Gümrük Birliği yokmuş gibi bir yaklaşım içindeler.

Mavi Vatan, “egemenliği tartışmalı adalar”, Kıbrıs, Karabağ ve Ermenistan, NATO ve AB gibi alanlarda rejim karar alıcıları ve rejim muhalefeti aynı dalga boyunda, birbirleriyle gayet iyi anlaşıyorlar. Bu bana Rusya’daki muhalefetin Kırım, Ukrayna, Batı gibi konularda Putin yönetimiyle paralel bir algı içerisinde oluşunu anımsatıyor.

Batı yönelimi sayesinde Osmanlı, gerek monarşinin dönüşümü ve görece kısmi demokratikleşme, gerek modernleşme, gerek eşitlik ve ekonomik gelişme konularında önemli mesafeler kat etti. Türkiye, bu mirasın temsilcisi olarak Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi ve NATO üyesi oldu, AB sürecinde çok ciddi mesafeler aldı. 1982 anayasası, yapılan reformlar ve değişikliklerle, görece ciddi bir demokratikleşme filtresinden geçti.

Şimdi bu başarıları sağlayan en önemli etken, bir dış belirleyici olarak Batı, Türkiye siyaset sahnesinden tümüyle çekilmiş durumda. Bunun nedeni kısmen AB’nin göç krizi karşısındaki miyop ve aciz stratejisi olsa da, esas belitleyici neden Türkiye’deki İslamcılar ve Ülkücüler arasındaki ittifak, bunun da üzerinde derin devletin bu konudaki belirleyici rolüdür.

Batı’dan kopukluk – bir yönsüzlük tezahürü şeklinde –  yok edici bir etkide bulunuyor. Bunun maliyeti ve sonuçları üzerinde çok daha detaylı düşünmenin zamanı geldi.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version