Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

En kötüsünü henüz görmedik!

En kötüsünü henüz görmedik!


M. NEDİM HAZAR | YORUM

Bugün çok derinlemesine olmasa da gündelik politik gelişmelerin ışığında sosyal ve toplumsal bir tarih okuması yapacağız. Bunun sebebi, geçtiğimiz hafta sonu yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin neticesine biraz daha geniş ve farklı bir perspektif oluşturma çabası diyebiliriz.

Önce AP seçim sonuçlarına kısa bir göz atalım…

2024 Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, Avrupa genelinde önemli siyasi değişiklikler ve aşırı sağ partilerin yükselişi ile dikkat çekti. Seçimlerin en önemli sonuçlarından biri, merkez partilerin zayıflaması ve aşırı sağ partilerin güçlenmesi oldu. Bu durum, Avrupa’nın siyasi yapısında kayda değer bir değişimi işaret ediyor.

Avrupa’daki aşırı sağ partilerin başarısının ardında, toplumun sinir uçlarına dokunan popülist mesajlarla destek toplama stratejisi yatıyor. Wilders, Meloni ve Le Pen gibi liderler, uzun süre boyunca sabırla bekleyerek toplumun sorunlarına basit ve etkileyici çözümler sunma konusunda ustalaştılar artık. Bu partiler, özellikle sosyal medya platformları üzerinden kısa ve vurucu mesajlarla geniş kitlelere ulaşmayı başardı.

Seçimlerdeki bu değişim, Avrupa genelinde istikrarı tehdit eden bir unsur olarak görülüyor. Özellikle Hollanda’da Geert Wilders’in zaferi ve Polonya’da Viktor Orban’ın Ukrayna ile ilgili politikaları, Avrupa Birliği’nin bütçe ve dış politika konularında zorlu bir süreçten geçeceğine işaret ederken Slovakya’da popülist lider Robert Fico’nun güçlenmesi ve diğer bazı ülkelerde benzer eğilimler, Avrupa genelinde aşırı sağın etkisini artırdığı tescillenmiş oldu.

Bu seçimlerde, 400 milyon seçmenin oy kullanma hakkına sahip olduğu, ancak seçime katılım oranının geçmişte olduğu gibi düşük kalabileceği öngörülmüştü. Nitekim bir önceki seçimlerde yüzde 54 olan katılım oranının bu sefer yüzde48’e kadar indiği tahmin ediliyor. Katılımın düşüklüğü aşırı sağın yükselmesindeki etkenlerden sadece biri.

Sonuçlar çok enteresan oldu. Fransa’da Ulusal Birlik (RN) ve Halk partisi (EPP) gibi faşist partiler oy oranlarını ve sandalye sayılarını artırırken İtalya’da açıkça faşizm hasretiyle tutuşan Giorgia Meloni’nin İtalya’nın kardeşleri Partisi (FDI) ilk sırada çıktı. Almanya’da faşist ırkçı parti AFD yükselmeye devam etti.  Avusturya ve Almanya’da yeşiller, farklı ülkelerdeki sağ tandanslı demokrat merkezciler Renew Europe ve Almanya’daki şansölye Olaf Scholz’un partisi EPP kan kaybetmeye devam etti.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron istifa etti ve parlamentoyu feshedip erken seçim kararı aldı. Belçika’da başbakan istifa etti.

Sonuç olarak, 2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri, Avrupa genelinde aşırı sağın yükselişi, merkez partilerin zayıflaması ve demokratik temsilin sorgulanması gibi önemli dinamikleri beraberinde getirdi. Bu değişimlerin, Avrupa’nın gelecekteki siyasi ve ekonomik istikrarı üzerinde ciddi etkiler oluşturacağı ise muhakkak.

Şimdi filmi biraz geri saralım ve 100-130 yıl öncesine gidip sosyolojinin temelini oluşturan nedensellik perspektifiyle bir okuma yapmaya çalışalım.

Dünya’nın küresel anlamda monarşiyi yaşadığı yılların final kısmı insanlık açısından hayli dramatik, hatta trajik geçti ki yaşanan Birinci Dünya Savaşı, bir nevi monarşilerin yaptığı son hamleler olmuştu.

İlk şansölye ünvanını da almış olan Otto von Bismarck, Almanya’nın birleşmesinden sonra Avrupa’da denge politikaları gütmüş, ancak onun bıraktığı miras, sonrasında gelen liderler tarafından agresif politikalara dönüşmüştü. Kaiser Wilhelm II, Almanya’nın son imparatoruydu ve agresif bir dış politika izledi.

Onun döneminde Almanya, militarizmini artırdı ve dünya çapında sömürge imparatorluğunu Wilhelm’in agresif dış politikaları ve deniz gücünü artırma çabaları, özellikle İngiltere ile Almanya arasında bir silahlanma yarışına neden oldu. Bu, Avrupa’daki güç dengesini bozdu ve ittifakların katılaşmasına yol açtı.

Bir diğer despot monark Franz Joseph I, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun imparatoruydu. İmparatorluk içindeki çeşitli etnik grupların bağımsızlık hareketlerini bastırma çabalarıyla tanınıyordu. İmparatorluk içindeki milliyetçi hareketler ve bunların baskı altına alınması, özellikle Balkanlar’da ciddi huzursuzluklara neden oldu. Franz Ferdinand’ın suikastı, savaşın fitilini ateşleyen olaylardan biri olarak kabul edilir.

Rusya’ya bakacak olursak. Çar Nicholas II, Rus İmparatorluğu’nun son çarıydı ve otokratik bir yönetim sergiledi. Onun baskıcı rejimi, Rus halkı arasında büyük bir hoşnutsuzluk dalgası oluşturdu. Rusya’nın Balkanlar’daki Slav halklarını desteklemesi, Avusturya-Macaristan ile Rusya arasında gerilimlere neden oldu. Ayrıca, iç politikadaki zayıflıklar ve 1905 Devrimi, Çar Nicholas’ın halk desteğini kaybetmesine yol açtı.

Fransa’nın başkanı Raymond Poincaré, Almanya’ya karşı sert bir dış politika izledi ve Almanya’nın tekrar güçlenmesini engellemeye çalıştı. Fransa’nın Almanya’ya karşı aldığı sert tutum ve ittifaklar sistemi (özellikle Rusya ile) Avrupa’daki genel gerilimi artırdı. Poincaré, Almanya’ya karşı savunmacı bir politika izlese de, bu tutum çatışmayı kaçınılmaz hale getirdi.

Birinci Dünya Savaşı, bu baskıcı liderlerin agresif politikaları ve ulusal çıkarları uğruna yürüttükleri stratejiler sonucu patlak verdi. Her liderin kendine özgü hedefleri ve yöntemleri, sonunda dünya tarihinin en yıkıcı savaşlarından birine yol açtı.

Tarihsel bir okuma yaptığımızda toplumların her ne kadar kaderlerini kendi elleri ve istekleriyle şekillendirdiklerini görmüş olsak da toplumları idare eden birden çok hasta ruhlu zorbanın aynı çağda yaşıyor olması ve tabiri caizse adeta aynı hizaya gelen gezegenler gibi aynı dönümde hüküm sürmeleri dünyayı kan, gözyaşı ve acılara gömüp durdu.

Bunun bir diğer örneği de şüphesiz 2. Dünya Savaşı…

Hitler, Mussolini, Stalin, Tojo ve Franco gibi faşist diktatörlerin güç savaşları korkunç kayıplara sebebiyet verdi.

İkinci Dünya savaşının 80 yıla yakın bir zaman geçti. Ve maalesef tarih bize yaklaşık yüzer yıllık bir döngü ile insanlığın benzer acıları tekrar tekrar yaşadığını söylüyor.

Bugünkü manzaraya baktığımızda bunu görmek mümkün.

Baş psikopat Putin, Çin’in en az Putin kadar hasta ruhlu lideri Jinping, her ne kadar onlar kadar olamasa da bizim Tayyip Erdoğan, Kuzey Kore’nin psikopat lideri Jong-un, Macaristan’da Orban, Venuzuala’da Maduro, Filipinler’de Duterte, Belarus’ta Lukaşenko, Nikaragua’da Ortega, Mısır’da Sisi, Suriye’de Esad, Kamboçya’da Hun Sen, Azerbaycan’da Aliyev, Ortadoğu’daki tüm Arap krallar, İsrail’de ruh hastası Netenyahu ve onlarca irili ufaklı diktatör…

Bunların başta kendi toplumlarına yaşattıkları acılar, bugün dünya üzerinden yüz milyonlarca insanın yerinden, yurdundan, vatanından ayrılmasına sebep oldu. Dünya tarihinde bu kadar göçün yaşandığı başka bir devir yoktur sanırım.

Ve bu otoriter liderlerin sebep oldukça acı tablo, medeniyetin göbeği sayılan Avrupa’yı da vurmak üzere.

Almanya, Fransa, İtalya, İspanya gibi demokrasinin nimetini tatmış ülkeler bile kendi halkının elleriyle yönetimlerini faşist idarelere teslim etmesi ibretlik bir durum. Her ne kadar bunda, bahsini ettiğimiz İslamcı diktatörlerin ve Ortadoğu’nun zorba monarşilerinin büyük vebali olduğuna inansak bile bu böyle.

Ve maalesef kötünün kötüsü bir durum var. Bu iç karartıcı tabloya bir de Amerika’dan Trump’u eklersek. “İnsanlık en kötüsünü henüz görmedi!” demek bile mümkün!

 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version