Mehmed S. KAYA*
Farklılık, iki veya daha fazla şeyin farklı olması veya farklı görünmesi anlamına gelir. Daha spesifik olarak, insanların farklı düşündükleri, farklı göründükleri, farklı istekleri ve hedefleri olduğu için aynı olmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca insanlar kültürel geçmiş, tarih ve yaşam tarzlarındaki farklılıkları da temsil ediyorlar. Etnik, dil ve kültürel yaşam olarak belirlenmiş farklılıklar buna örnektir.
Farklı etnik kimlikler, dil ve kültür, uluslararası alanda hararetle tartışılan konulardır. Kimlik, seni sen yapan sıfattır. Ailenizin kim olduğu, geçmişinizin ne olduğu, ne düşündüğünüz, hissettiğiniz ve ilgilendiğiniz ve nasıl göründüğünüz; bunların hepsi birlikte sizi oluşturan, sizin nereye ait olduğunu gösterir. Değişmenize ya da olduğunuzdan başka biri olmanıza gerek yok. Tam olarak kim olduğunuzu olmaya hakkınız var.
Dil ve kültür ise bir toplum için anlamanın ve anlaşılmanın güvencesidir. Aynı zamanda tarihi bir miras ve kimliğin önemli ölçütlerinden biri olarak kabul edilir.
İşte bu farklılıkların dikkate alınmasıyla Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıllarda yeni bir anlayış oluştu. Bu anlayış kurulacak yeni devlet sınırlarının etnik ve kültürel sınırlara uyması prensibi idi. Çoğu Avrupa ülkeleri kurdukları devlet sınırlarını bu anlayışa göre çizdi. Yani devlet sınırları kültürel sınırları takip etti. Devlet tek halkın belli bir toprak parçası üzerinde yaşaması fikri üzerine kuruludur. Bu tür deneyler çok daha az soruna yol açtı. Ve bu devletler aynı zamanda işgalci güç olmakla suçlanmaktan da kaçındılar. Türkiye cumhuriyeti kuranlar ise bunun tam tersini seçtiler.
ORTADOĞU ÜLKELERİNDE DURUM FARKLIDIR
Bildiğimiz bazı Ortadoğu toplumlarda, bir etnik grup, diğerlerinin onlarla etkileşime girebilmesi için, başka bir etnik grup üzerinde kontrole dayalı bir tahakküm biçimi olan, güce sahip olma ihtiyacına başvurur. Türkler ile Kürtler arasındaki güç dengesi bu bağlamda görünür hale geliyor. Bir süre önce bir BBC programında Türkiye’den bir Kürt, “Tanınmış bir kimlik olmadan köle gibiyiz, kendi evimizdeki mahkumlar gibiyiz” demişti.
İsrail-Filistin çatışması da bir başka örnektir. Bu tanınmama statüsü, 1920’li yıllarda cumhuriyetin kuruluşunun hemen sonrasını işaret eder. Sözde 1924 anayasasına göre “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir”. Ama herkes kendini Türk hissetmedi, etmiyor. Çünkü vatandaşlık tek başına kim olduğumuzu değiştirmeye yetmez. Kültürümüz, etnik duygularımız, tarihimiz, yaşam biçimimiz, konuştuğumuz anadil bizi şekillendirdi. Kürtlerin ve diğer azınlıkların tarihten gelen tanımlaması dayatılmış 1924 anayasası ile artık geçersiz hale getirildi.
Bu anayasa ile Kürtlerin durumu kamuoyunda tabu haline getirildi. Tabu, katı bir yasaklama şeklidir; bir gruptan söz edilmemesi gerektiği düşüncesi. Bundan sonra Türklük tanımına karşı çıkanlar hakkında sert kovuşturmalar, yargılamalar, idamlar ve ağır cezalar birbirini izledi. Yanı sıra hukuki ve kültürel anlamda, hak ve görev dağılımında herkese de “Türk” muamelesi de yapılmadı, yapılmıyor. İnsanlara ait oldukları bölgeye, hangi şiveye sahip olduklarına, hangi kökene sahip olduklarına göre muamele yapılıyordu. Uygulamada Türklüğün kağıt üstünde kalmaktan başka bir değeri yoktu. Bu durum daha ayrıntılı bir analiz gerektirir.
BİR YAPAY ULUS PROJESİ VE KÜRTLERİN BUNA CEVABI
O dönemi kısaca özetleyecek olursak siyasi durum şöyle gelişti: Etnik gruplardan arınmış bir cumhuriyet yaratmanın (bazıları o dönemi etnik imha olarak adlandırıyor) hikayesi 1923’te başladı. Etnik gruplardan arınmış bir cumhuriyet yaratma düşüncesi, o kadar saçmaydı ki ciddiye alınması zor olan acımasız bir siyasi tiyatroya dönüştü. 1920’lerden kalma bu yapay ulus projesi, yapay ulus inşası, hakikate dayanmayan bir yapı anlamına gelir. Oyuncular: Kemalistler ve Türk milliyetçiliğinin çeşitli türleri.
Kürtlerin Türk milliyetçilerine cevabı ise şu şekilde oldu: Kurtuluş savaşı veriyorsunuz ve bu sizin hakkınızdır, biz de sizi destekliyoruz. Çanakkale’de ve orada burada savaştık. Buna karşılık bize öz yönetim (kendi kendini yönetme) vaadinde bulundunuz. Ama etnik özgürlüğü kazandıktan sonra sözünüzden döndünüz ve tüm varoluşsal taleplerimizi yasakladınız. Etnik özgürlüğün de bir sınırı vardır. Sizin etnik özgürlüğünüz bizimkini ihlal ettiği yerde biter. Ancak Türklerin etnik mensubiyetini öne çıkarması bizim Kürt etnik özgürlüğümüzü tehdit etmiyor. Türklerin de bize aynı anlayışı göstermesini bekliyoruz. Kürt çocuklarına okulda Kürtçe yasağı getirilmesi ise bireyin kimliğini kullanma hakkının ve insan haklarının ihlalidir.
Yapay cumhuriyet projesinin feci sonuçlarından bazıları, Kürtlerin kültürünün ve binlerce yıldır geliştirdikleri değerlerin yok edilmesiydi. Mustafa Kemal’in Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, birkaç yıl sonra Anayasada yer alan Türklük tanımı gereği şu talimatı veriyordu: “Bu ülkenin tek efendisi ve sahibi Türklerdir. Bu ülkede gerçek Türk asıllı olmayanların tek hakkı vardır: Türklere hizmetçi olma hakkı, Türklere köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bile bu gerçeği bilmelidir” (1). Bu resmi açıklama, etnik çeşitliliğe yönelik aşırı nefretin bir ifadesi olarak tarihe geçti ve Kürt dilinin ve kimliğinin yasaklanmasına içerik kazandıran kurumsal bir ırkçılıktır.
Talimatta yer alan anlayış ve kavramsal yapı, Kürtlerin ve diğer Türk olmayanların hayatta kalabilmesi için neyin gerekli olduğunu tanımlıyor. Zorlayıcı kontrolü tespit etmemizi sağlayan ve bu kontrolü meşru bir eylem olarak haklı göstermeye çalışılan da bu zihniyettir. Peki 1924 anayasasında Türk vatandaşlığına sahip olan herkesin, ırkı ve dini ne olursa olsun “Türk” sayılması güvencesi nerede kaldı? Tüm Kemalist cumhuriyetin karakteristik özelliği olan, farklı etnik kökene sahip insanlardan bu şekilde nefret etmek ve onlara hakaret etmek önemli bir değer olarak görülmemektedir. Başkasına ihanet ettiğinizde aynı zamanda kendi halkınıza da ihanet etmiş olursunuz. Çünkü ifade özgürlüğü konusundaki tartışmalardan biliyoruzki halkınızın hakikatları bilmeye ve başkalarına karşı adil olmaya hakkı var.
Etnik gruplar arasında dengesizliğin olduğu bir sistemde insanlar kendi kararlarını verebilme gibi temel haklarının kabulünü yaşayamayacaklardır. Bu, kişinin kendini nasıl algıladığını, nasıl davrandığını, ne istediğini söylemesine izin verilmesini, kendi hayatı hakkında karar vermesini ve özgürce hareket etmesini güçlü bir şekilde etkiler. Türkiye’nin AB’ye üyelik arzusuyla bağlantılı olarak şuna sıklıkla dikkat çekiliyor: Kürtleri ve diğer etnik grupları inkar etmek, bastırmak “Atatürk’ün zamanına aittir ama durum hâlâ pek değişmedi“.
Çoğu Türk “barbar düşüncelerin yerini medeni düşüncelerin almasını” istiyor mu? Avrupa tarihinde yaşanan ve Türkiye’nin hâlâ geçmişiyle yüzleşemediği değişiklikler sürekli hatırlatılıyor: Atatürk milliyetçiliğinin bir reforma, bir aydınlanma çağına, bir Voltaire’e ihtiyacı var.
Türkler, Atatürk’ün ideallerinin çağımıza uymadığını kabul etmelidir. Hem Kürtlerin inkarının hem de bunu meşrulaştıran düşüncenin başka bir zamana ait olduğu ve çağımızın üstün siyasi ve ahlaki meşruiyet kaynağı olan insan haklarıyla çeliştiği söyleniyor. Modern çağ ve insan hakları, kendi değerlerini gerçekleştirme özgürlüğüne sahip olan ve bu değerlerin kaynağını kendi içinde bulan özerk insan grupları düşüncesiyle işler. İnkar ile fiili arasındaki karşıtlık, tek bir etnik gruba dayalı faşist ulus inşası anlayışına dayanmaktadır.
KAPSAMLI KONTROL VE KISMİ KONTROL DÖNEMLERİ
1923’ten bu yana Kürtler iki zor aşamadan geçti: kapsamlı kontrol ve kısmi kontrol. Kapsamlı kontrol, Türkiye’yi 2002 yılına kadar yöneten Mustafa Kemal ve haleflerinin dönemini kapsıyor. Bu dönemde Kürtlerin varoluşsal temelleri (dil, kültür, kimlik, tarih, yaşam biçimi vb.) olabilecek en kötü şekilde neredeyse tamamen tahrip edildi. Bu insanlık dışı baskı o kadar yaygındı ki Kürtler. Kürt olduklarını söylemeye cesaret edemediler. Kemalistlerin 2002’de siyasi iktidarı kaybetmesinin ardından Kürtlere yönelik genel baskı bir miktar hafifledi.
2002 sonrası dönemde Kürtlerin bir anlamda daha özgür bireyler olarak varoluşlarıyla bağlantılı evrensel haklara ilişkin içgörü kazandıkları bir düşünme aşamasına yönlendirildiği gözlemleniyor. Kapsamlı kontrol, insanların en büyük anlatısını harekete geçiren bir olaydır: ilerleme özgürlüğü öyküsü. Son yıllarda hayatımıza anlam kazandıran, davranışlarımıza meşruiyet kazandıran anlatı ve Kemalist iktidarda yaşanan trajediye verilen tepkilerdir. Bu, meşrulaştırma gücüne tam anlamıyla sahiptir.
KEMALIZM, ARİSTOTELES’İN “DOĞAL KÖLE” TEORİSİNİ BİR ADIM AŞABİLMİŞ Mİ?
İlerleme özgürlüğünün tarihi, günümüzde inkarı meşrulaştırmanın neden imkansız göründüğünü anlamamızı sağlar. Bunu meşrulaştırabilecek kavramlar artık geçerliliğini yitirmiştir ve bu uygulamayı, dünyanın düz olduğunu veya yağmurun bulutlardaki bir yağmur tanrısı tarafından yaratıldığını iddia etmek kadar anlamsızdır. İlişkilerimizde, kendimizi ve dünyayı anladığımız dile bir şeyler oldu ve bu değişim, bu tür anlama yollarını dışlıyor. Artık bu tür dayatmalara karşı çıkmıyoruz, onları inceliyoruz.
Günümüze kadar dünyada meşrulaştırılması mümkün olmayan uygulamaları (inkar) ne yazık ki Türkiye de meşrulaştırmak mümkün oldu. Aristoteles, “doğal kölenin” kendini yönetmek için çok az akla sahip olduğunu ve bu nedenle, sonuçta sahip olduğu sınırlı akılcılığı kullanması için ona rehberlik edebilecek bir efendiye ihtiyacı olduğunu savundu. Acaba Kemalizm, Aristoteles’in zamanından bu yana ileri bir adım atmış mıdır?
Uzun bir süre, insanlığın etnik kökenine ilişkin teorilerle sömürgeciliği meşrulaştırmak da mümkündü. Irk teorilerinin, aralarında biyolojik ve ahlaki farklılıklar olduğuna inanılan şeyler temelinde ırklar arasındaki hiyerarşiyi haklı çıkaran geçerli bir bilim olduğu bir dönemde ırkçılığı meşrulaştırmak mümkündü, Mahmut Esat Bozkurt’un yaptığı gibi. Bu tür algılar artık işe yaramıyor.
Artık işe yaramıyor olmasının nedeni mutlak güç kullanımı değil, değişiklikler yeni güç sahiplerinin kendi dünya görüşlerini başkalarına dayatmalarına izin veren rastgele güç gasplarının sonucu da değil. Bu durumda rastgele değişikliklerle karşı karşıya kalırız. Belirlenebilir bir yöndeki değişim, öz-düşünümümüzü artırır, özgürlük derecemizi artırır ve bireysel özerklik temelinde giderek daha fazla ortak insanlığı kapsar.
Dolayısıyla modern insanın özgür ve özerk bireyler olarak kendini anlamasının evrensel bir geçerliliği olduğu kesin olarak söylenebilir. Kemalizm evrensellikten büyük ölçüde sapmaktadır. Bu nedenle köleliğin ve sömürgeciliğin ortadan kaldırılmasını beklemek meşrudur.
KEMALİZM AKLI VE EVRENSELLİĞİ ÇARPITIYOR
Kemalistler, insanlık anlayışlarının dışlama ve sömürgeleştirmeye dayanmadığını, aklın tam da uygarlaşma yoluyla kendisini evrensel olarak tesis ettiğini iddia ederler. İddia hem yalan içeriyor hem de evrensel uygarlığı yanlış yorumlanmasını içeriyor. Evrensel uygarlığın amacı, azınlıkların siyasetin, toplumun tasarımına ve kendi kültürel kurumlarının geliştirilmesine katılımını engellemek veya yasaklamak değildir. Kemalistler, evrensel uygarlığın aksine, tam da bunu yaptılar. Sahte evrensel oyunlarıyla Kürtleri ve diğer Türk olmayan azınlıkları kandırdılar. Ve bunda hâlâ ısrar ediyorlar. Belki Karl Marx’ın “sahte bilinç” kavramı ve Sigmund Freud’un «yansıtmalara ilişkin teorileri» tam da bunu tanımlamaktadır. Yani kendinizde sahip olduğunuz ancak kabul edilemez olarak deneyimlediğiniz ve dolayısıyla kendinizde inkar ettiğiniz duyguları, güdüleri veya özellikleri başkalarına atfettiğiniz bir kontrol stratejisi. Türkiye, Kürt bölgelerini sömürgeleştirmiş ve bu evrensel hukukla ilişkilendirilemez. Modernite, “ötekilerini” dışlayarak kendisini normallik olarak tesis ediyorsa evrensel değildir. Bu “ötekiler“, tam da egemen grubun dışlayıcı uygulamaları yüzünden gelişmemiş insan gurubu olarak görülüyor. Farklılıkları radikal bir şey olarak tanımlayan da bu dışlama uygulamasıdır. Hakim strateji olarak hâlâ kısmen de olsa uygulanan Kemalist düşünce, acımasız şiddete dayanan kaba bir sömürgeci düşünce sisteminden başka bir şey değildir.
Bu uygulama, Kürtlerin feodal bir çağda var olduğu gerekçesiyle birçok Türk’ün Kürtlerden uzaklaşmasına yol açtı ve bu hamleyle asimetrik olmayan herhangi bir etkileşimi imkansız hale getirildi: kol mesafesinde tuttukları herkesi inceliyor, kolonileştiriyor, izole ediyor ve güzelleştiriyorlar.
KEMALİST UYGULAMAYA KARŞI İKİ TÜR ELEŞTİRİ
Demokrasinin bir toplumda nasıl inşa edildiği, farklılıkların tesisi ve bunların daha sonraki kaderi ile ilgilidir: Kemalist uygulamaya yönelik eleştiri iki biçimde olmuştur: Ya farklılıkların kimliklere dönüştüğünü kabul ederiz. Ya da Kemalistlerin neredeyse yüz yıldır yaptığı gibi farklılıkları inkar edip, kabul etmeden asimile ediyoruz.
İlkine verilen tepkiler insanların stratejilerinin sağduyulu versiyonudur. Tepkilerden biri geleneği tarihselleştirmekten ibaret: Bir halkın varlığını tanımamak bizim zamanımıza ait değil, bu anlayış başka bir zamana ait. Uzak geçmişte biz de bu tür şeyleri kendimiz yapmıştık.
Diğer tepki ise farklılıkların toplumda çelişki yaratmaktan başka bir şey olmadığını savunmaktır. Böyle bir tepki, bu geleneğin oluştuğu toplumlarda bu geleneği haklı gösteren mantığı geçersiz kılmaktadır. Alternatif bir eylem tarzını kabul etmenin maliyeti çok büyüktür ve onu kendi kültürümüze asimile ederek “evcilleştiririz“. Bu şekilde “farklılığın varlığı” gerçeği ortadan kaldırmak anlamına gelir.
Asimetri, halihazırda belirlenmiş olan farklılıkları tanımlamanın yeni yollarını bularak ortadan kaldırılamaz. Farklılıklara ilişkin ilerleme anlatısı temel olarak geçmişle ilişkili olarak tanımlanır. Bu geçmiş ancak şimdiye kadar tanımlandığı şekliyle sömürge ilişkisi sona erdiğinde ve artık var olmadığında ortadan kalkacaktır. Bildiğimiz gibi, günümüzde sömürge projesinin adı «kardeşlik», «birlik beraberlik» (ama Kürtler buna dayatılmış birlik beraberlik diyor), «kalkınma» ve «yardım» olarak değişti ve sonunda sömürge projesini dönüştürecek ve bize yeni çalışma yolları verecek olan şey de bu farklılıkları ortadan kaldıran tüketimdir.
İster Filistinli, ister Kürt ya da benzer etnik gruplardan olsun, yabancı hakimiyeti altında yaşayan çoğu insanın iddia ettiği gibi, artık “büyük hilelere” inanmıyoruz söylemleri sıklıkla duyuyoruz.
Yüz yıllık bilim dışı inkar yöntemlerine rağmen, hem ortak sagduyu (Kürtlerin yasaklara karşı varoluş mücadelesi, kültürlerinin ve kimliklerinin yasaklanmasına karşı gösterdikleri tepkiler) hem de bilimsel sağduyu, hâlâ kültürel farklılıklar dediğimiz şeyi tarihselleştiriyor. Başka bir deyişle Kürtlerin varoluş mücadelesi yasakları değersiz hale getirdi. Bu durum, yasakların arkasındaki düşüncenin (Kemalizm) saçmalığını kanıtlar. Düşman kim? Haklı olan kim? Güçlü olan kim? Düşmanlar Kürtlerden nefret edenler mi, yoksa Kürtlerin nefret ettikleri mi? Güçlü düşmanlara verilecek en iyi cevap belki de şu olsa gerek: Düşmanlarınıza gülümserseniz güçlerini kaybederler.
*Mahmut Esat Bozkurt: Milliyet Gazetesi, 19.09.1930.
*Mehmed S. Kaya: Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü. ‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabının yazarı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***