Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Sebepler niçin ‘Yaratıcı’ olamaz? (8)

Sebepler niçin ‘Yaratıcı’ olamaz? (8)


YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM

Günümüzde bilim ve din arasında oldukça sorunlu bir ilişki kurulduğu ve bunun en önemli sebeplerinden biri nedensellik ilkesiyle ilgili izahlara dayandığı için, konuyu uzatma pahasına buraya kadar konuyla ilgili mevcut görüşleri özetlemeye çalıştık. Bundan sonra ise meseleye Kur’ân ve Sünnet açısından bakarak sebeplerin mahiyetini ortaya koymaya, onların niçin yaratıcı veya gerçek fail olamayacağını izah etmeye çalışacağız.

Mutlak bir determinizmi savunma, yani sebeplerin zorunlu olarak sonuçlarını ortaya çıkaracağını söyleme, sebeplere hakiki bir tesir verme, bir anlamda onları yaratıcı gibi görme demektir. Böyle bir bakış açısında sebepler, kendilerinde bulunan güç ve yetenek sayesinde sonuçları belirlemekte, ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla evren de zorunlu sebep-sonuç ilişkileriyle birbirine bağlı parçalardan oluşmaktadır. Yani onun kendine özgü değişmeyen bir iç işleyişi vardır.

Peki, böyle bir varlık tasavvurunun ne mahzuru olabilir?

Birincisi, bu durumda varlığın kıdemi, evrenin öncesizliği sorunu ortaya çıkar. Çünkü evrendeki her varlık ve olay sebeplerin zorunlu sonucuysa ve bu sebepler de başka sebeplere dayanmak zorundaysa bu zincir ilanihaye gitmek zorundadır. Onu bir yerde durdurmanın imkânı kalmaz. Oysaki günümüz bilimi açıkça ispatlamıştır ki evren sonludur ve sonu olan her şeyin de bir başlangıcı vardır.

İkincisi, böyle bir evren tasavvuru deizmi doğurur. Çünkü kâinattaki varlık ve olayları zorunlu nedensellik ilişkisine bağlamak “pasif tanrı” anlayışına yol açar. Zorunluluğun olduğu bir yerde Kâdir-i Mutlak ve Fâil-i Muhtar bir Yaratıcıdan, O’nun tecelli ve tasarruflarından söz edilemez.

Üçüncüsü, şayet tabiatta determinist yasalar hâkimse mucizelere olanak kalmaz. Çünkü maddeler sahip oldukları tabiatlarını zorunlu olarak ortaya koyarlar. Bu sebepledir ki modern dönemde determinist bir kafa yapısına sahip olan birçok ilahiyatçı ya mucizleri inkâr etmiş ya da zorlama bir kısım tevillere gitmek zorunda kalmıştır.

Dördüncüsü, böyle bir anlayış bir çeşit şirk çeşidi olarak görülebilecek esbabperestliğe yol açar. Çünkü varlık ve olayların ortaya çıkışını bir kısım tabiî sebeplere ve süreçlere bağlayan bir insan, farkına varmadan ilim, irade, kudret ve yaratma gibi Allah’a ait bir kısım sıfatları sebeplere veriyor demektir.

Beşincisi Kur’ân’da tasvir edilen Allah telakkisine aykırı bir yol tutulmuş olur. Bu konuyu bir sonraki yazıda müstakil olarak ele alacağız.

Altıncısı, Allah’a kulluk yapmamıza, şükretmemize, dua etmemize gerek kalmaz. Şayet içinde yaşadığımız dünyayı yaşama hazır hâle getiren, ihtiyaç duyduğumuz besinleri bize temin eden, yaşam için gerekli olan şartları hazırlayan, sahip olduğumuz nimetleri bize takdim eden; bulut, yağmur, rüzgar, toprak, bitkiler, hayvanlar, enerji ve tabii kuvvetler gibi sebeplerse bizim de şükrümüzü, hamdimizi, minnet hislerimizi onlara yöneltmemiz gerekmez mi? Allah’ı rızık veren, nimetlendiren, yaşatan, var eden, varlığı devam ettiren, her şeyi sevk ü idare eden bir Rab olarak tanımayan bir insan, O’nun ibadet ve kulluk yapılmaya layık bir İlâh olmasını kabul eder mi?

Yedincisi, sebepleri etkin birer fail olarak görmek akıl ve mantığa terstir. Çünkü bu durumda cansız cisimlere, basit olaylara kaldıramayacakları bir yük yüklenmiş olur. Çünkü cansız ve şuursuz cisimlerin, son derece mükemmel ve hikmetli neticeleri ortaya çıkaracak fiilleri, şuurları, kendilerinden kaynaklı güç ve kuvvetleri yoktur.

Sebep ve Sonuçlar Arasındaki Orantısızlık

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde sebeplerin mahiyeti üzerinde sıklıkla durur ve onların neticeleri üzerinde icat ve tesirleri olmadığını ifade eder. Bunu da birçok yerde sebep ve sonuç arasındaki uyumsuzluk ve orantısızlığa bağlar. Bir yerde bunu şöyle izah eder:

“Dalâletten ileri gelen sınırsız bir cehalet ve dinsizlikten doğan çirkin bir inat yüzünden, sebeplerin yalnız birer bahane, birer perde olduğunu bilmiyorlar. Dağ gibi bir çam ağacının var olması için lüzumlu her şeyi dokumak ve yetiştirmek, bir köy büyüklüğünde yüz fabrika ve tezgâh gerektirirken, onun küçücük çekirdeğini gösterir ve “İşte şu ağaç bundan çıkmıştır.” diyerek Sani’in o çam ağacındaki binlerce mucizesini inkâr edercesine görünüşteki bazı sebepleri ileri sürerler. Hâlık’ın iradesi ve hikmetiyle işleyen pek büyük rububiyetinin icraatını hiçe indirirler. Bazen gayet derin, bilinmez ve çok mühim, binlerce yönüyle hikmet taşıyan bir hakikate ilmî bir isim takarlar. Güya o isimle o hakikatin mahiyeti anlaşılır, basitleşir, hikmetsiz ve manasız hale gelir!” (Bediüzzaman, Sözler, 14. Sözün Zeyli)

Başka bir yerde aynı hakikati şöyle izah eder: “Zahirî sebepler pek basit, sınırlı, fakir, cansız, şuursuz, iradesiz; kanunlar da itibarî ve mevhum şeylerdir. Müsebbebatta bulunan harika nakışların, ziynetlerin, garip ve acip sanatların kıymetsiz sebepler ile katiyen münasebetleri yoktur. Mesela beden hücrelerindeki nizamlı ve intizamlı oluşları yemek yemeye, kuvve-i hafızada yazılan sınırsız ve muntazam nakışları kulak ve baştaki büklüm ve kıvrımlara, konuşma ve tefekkürü dilin hareketlerine, harflerin teşekkülüne, zihnî suretlerin husulü gibi sebeplere dayandırmak ahmakçasına bir hükümdür. Bu gibi sonuçlar ancak sınırsız bir kudreti, ilim ve iradeyi gerektirir. Dolayısıyla oluş ve meydana gelişlerde hakiki müessir ancak sınırsız bir kudrete sahip Hâlik-ı Kadîr’dir.” (Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 51)

Son bir misal daha verelim: “Kainatta sebep ve netice olarak görünen şeylere bakıyor ve görüyoruz ki: En yüce bir sebebin gücü en basit bir neticeye yetmiyor. Demek sebepler bir perdedir. Neticeleri yapan başkasıdır. Mesela sayısız sanatlı varlıktan yalnız küçük bir misal olarak insanın başı içindeki hardal tanesi küçüklüğünde bir yere yerleştirilen hafıza kuvvetine bakıyor ve görüyoruz ki: O öyle kapsamlı bir kitap, belki kütüphane hükmündedir ki içinde insanın bütün hayat hikayesi karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu kudret mucizesine hangi sebep gösterilebilir? Beyindeki kıvrımlar mı? Basit, şuursuz, zerre kadar hücreler mi? Tesadüf rüzgarları mı? Halbuki o sanat mucizesi ancak Sani-i Hâkim’in bir sanatı olabilir.” (Sözler, 33. Söz)

Bediüzzaman’ın önümüze açtığı bu tefekkür kapısından girerek kâinattaki varlık ve olaylara baktığımızda, oldukça mükemmel, sanatlı, hikmetli neticelerin onları meydana getirmeye güçleri asla yetmeyecek basit, şuursuz, âciz sebeplere bağlandığını görürüz.

Arı, insanlar için şifa deposu olan balın gerçek sebebi olabilir mi?

Kan ve pislik arasından sıyrılıp çıkan ve insanların istifadesine sunulan sütü şuursuz hayvanlara verebilir miyiz?

Bir damla su, tam anlamıyla bir yaratılış harikası olan insanın sebebi olabilir mi?

Göğe ser çekmiş bir çınar ağacının varlık sebebini tohuma vermek makul müdür?

Pamuk gibi yumuşak köklerin sert kayaları parçalayıp yerin derinliklerine inmesi hangi sebebe bağlanabilir?

Devasa gök cisimlerini uzay boşluğunda ahenkli ve düzenli bir şekilde müthiş bir hızda hareket ettirmek insanlar tarafından keşfedilen itibarî yasaların işi olabilir mi?

Ağızlardan çıkan çeşit çeşit sesleri, sözleri kulaklara intikal ettiren sebep; akılsız, şuursuz hava tanecikleri midir?

Varlığın ortaya çıkışı ve değişimi vurmalarla, çarpmalarla, temaslarla, çekme ve itmelerle açıklanabilir mi?

Renkleri, kokuları, tatları, şekil ve desenleri, farklı farklı meyvelerin sebepleri kuru ağaçlar mıdır, toprak mıdır, su mudur, güneş midir; yoksa yaratmadaki ilâhî âdeti gereğince bunları birer şart-ı âdi olarak kullanan Rezzak-ı Hâkim midir?

Sebep ve sonuçlara bu gözle bakıldığında aralarında büyük bir orantısızlık olduğu, sebeplerin sonuçların husulüne asla güç yetiremeyeceği açıkça görülecektir. Şayet bir şeyin sebebi onun nihai açıklamasıysa, onu varlık âlemine çıkaran illetse bizim sebep olarak isimlendirdiğimiz varlık ve olayların hiçbiri sebep değildir. Çünkü sebebin her açıdan sonuca yetmesi, onu ortaya çıkaracak bütün vasıflara sahip olması gerekir. Bir şeyin sebebi şu dediğimizde, ziyade bir izaha ihtiyaç kalmamalıdır. Oysaki varlık âlemindeki sebeplerin hiçbiri böyle değildir. Bir şey kendinde olmayanı bir başkasına veremez. Varlığı kendinden kaynaklanmayan mahlukat bir şey icat edemez. Artarda olan A ile B arasında zamansal ve mekânsal bir yakınlık bulunsa da birinin diğerinin faili olması açısından aralarında nihayetsiz bir uzaklık vardır. Bu yüzden bizim bazı şeyleri sebep olarak isimlendirmemiz mecazendir. Gerçekte onlar, başka şeyler için birer emare ve işaretlerden veya vesilelerden ibarettir. Her şeyin asıl ve nihai sebebi Cenab-ı Hakk’ın yaratma ve takdiridir. İlgisini, sevgisini, muhabbetini, şükrünü, güvenini sebeplere tevcih eden insanoğlu nasıl büyük bir zulüm işlediğinin, nasıl büyük bir hak gaspına girdiğinin farkında bile değildir!

Sebepler Bir Gaye Gözetemez

Sebeplerin eserlerini ortaya çıkaran gerçek birer fail olamayacağının en büyük bir delili de kâinatta görünen gayeliliktir, yani sebeplerin bir amaca yönelik olarak hareket etmesidir. Aristoteles’in tabiriyle doğa asla yersiz ve gereksiz bir iş yapmamaktadır. Her bir sebep, evrenin düzenli ve ahenkli işlemesi için belirli bir gayeye hizmet etmekte, büyük bir sistem içinde kendine düşen rolü oynamaktadır. Mesela rüzgârdan buluta, yağmurdan toprağa, bitkilerden hayvanlara kadar canlı cansız varlıklar âdeta insanın hizmetine koşmaktadır. Akıl, his ve idrakten yoksun atomlar belli oran, şekil ve miktarlarda bir araya gelerek çevremizdeki canlı cansız baş döndürücü güzellikleri oluşturmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bu duruşu şöyle izah eder:

“Sebeplerle meydana gelen hâdiselere takılan neticeler, gayeler, faydalar; açıkça sebepler perdesi arkasında Kerim, Hakîm ve Rahîm bir Rabbin icraatta bulunduğunu gösterir. Çünkü şuursuz sebepler elbette bir gayeyi düşünüp çalışamaz. Halbuki görüyoruz ki her varlık, bir değil belki pek çok gayeyi, faydayı, hikmeti takip ederek vücuda geliyor. Demek Hakîm ve Kerîm bir Rab, o şeyleri yapıp gönderiyor. O faydaları onlara varoluş gayesi yapıyor. Mesela yağmur yağıyor. Görünüşte yağmuru netice veren sebeplerin hayvanları düşünmekten, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malumdur. Demek yağmur, hayvanları yaratan ve rızıklarını taahhüt eden bir Hâlık-ı Rahîm’in hikmetiyle yardıma gönderiliyor.” (Sözler, 33. Söz)

Sebepler Birbiriyle Yardımlaşamaz

Cisimlerin varlığa çıkışında, yok oluşunda, değişim ve dönüşüm geçirmesinde görünen sebeplerin fail olduğunu zanneden kimselerin içine düştüğü en büyük yanılgılardan biri de her bir olayı kâinattan kopuk tek tek ele alarak incelemeleridir. Oysa ki varlıkların vücut bulmasında, hareket ve sükununda çoğu zaman birçok sebebin ahenkli bir şekilde birlikte çalışması, birbirine yardım etmesi gerekir. Mesela bir ağacın meyve verebilmesi için gerekli olan unsurları ve maddi süreçleri göz önünde bulundurabiliriz. Belki burada en çok öne çıkan sebep olarak tohumu görürüz. Fakat toprağa atılan bir tohumun çatlayıp filiz vermesi, filizin bir taraftan toprağa kök salarken diğer yandan semaya ser çekmesi, mevsimi gelince de meyve vermesi için toprak, hava, su, güneş unsurlarının birlikte çalışmasına, onlarca belki yüzlerce sebebin el ele verip buna hizmet etmesine, uygun ortamı ve şartları hazırlamasına ihtiyaç vardır.

Varlık âleminde cereyan eden her bir tikel olayın neredeyse bütün bir kâinatla irtibatı vardır. Günümüz bilimi bunu kelebek etkisiyle açıklamaya çalışıyor. Sebepler kendi cüzi neticelerini dahi ortaya çıkaracak yetkinliğe sahip değilken, nasıl oluyor da diğer varlıklarla uyumlu çalışabiliyorlar. Dünyanın insan yaşamına elverişli bir yer olabilmesi için milyonlarca, milyarlarca sebebin birlikte çalışıp böyle bir neticeyi hasıl etmesi ne kadar mümkün olabilir? Atomların değil bir canlıyı, canlıdaki bir dokuyu, dokudaki bir hücreyi, hücredeki bir proteini, proteindeki bir aminoasiti meydana getirmesi bile ihtimal hesapları açısından imkânsız görülürken, mevcut varlıkları şuursuz sebeplerle izah etmeye çalışmak aklen mümkün olabilir mi? Eğer varlık muammasının dilini anlamak için sadece sebeplerle, tabiat yasalarıyla ve bilimsel teorilerle yetinip ötesini merak etmiyor, var edeni var olan, yapanı yapılan içinde arıyor, eserden müessire gidemiyorsak düşünme ve muhakeme etme biçimimizde bir yanlışlık veya en azından bir eksiklik var demektir.

Kâinatta, tabiatta, bitkiler ve hayvanlar âleminde, canlı organizmalarda, hücre içerisinde yani hem makro hem mikro âlemdeki büyük küçük bütün parçalar arasında öyle güçlü, kompleks, uyumlu ve baş döndürücü etkileşimler, yardımlaşmalar vardır ki sebeplerin küçük dahi olsa bir eser vücuda getirebilmeleri için, bu eserin irtibat ve etkileşimde olduğu bütün varlıkların hususiyetlerini bilmeleri gerekir. Dolayısıyla bütün bir varlık âleminin yaratıcısı kimse en küçük bir olayın, en basit bir varlığın yaratıcısı da odur.

Hasıl-ı kelam, belirli sebeplere atfederek açıkladığımız gözümüz önündeki harikulade eserleri “sebep” olarak görülen varlıklara, olaylara, enerjiye, kuvvete, yasalara bağlamanın imkânı yoktur. Sebep sonuç arasındaki zahiri birliktelik ve yakınlık (iktiran, mukarenet, mücaveret) illiyete delil olamaz. Bediüzzaman’ın tabiriyle Sâni-i Zülcelâl esbabı halk ettiği gibi müsebbebatı da halk ediyor. Hikmetiyle sonuçları sebeplere bağlıyor. Bu eşzamanlı ve sürekli yaratmayı anlayamayan ve kabul etmeyenler sebeplere bir yönüyle rububiyet vasfı vermek zorunda kalıyorlar. Oysaki sebepler, tabir-i caizse, sanatkârın elindeki alet gibidir. Görünüşte tesirin ortaya çıkması aletin hareketiyle gerçekleşmektedir. Fakat âleti hareket ettiren bir irade olmadıkça onun tek başına bir şey üretmesi söz konusu olamaz.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version