Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Suyun öte yanından gelenden’ nefretin kaynağı

‘Suyun öte yanından gelenden’ nefretin kaynağı


M. AHMET KARABAY | YORUM

“Suyun öte yanı” derken ne Feride Çiçekoğlu’nun aynı adı taşıyan kitabından, ne TRT Avaz’da 2010’lu yıllarda yayınlanmış olan diziden, ne de yönetmen Tomris Giritlioğlu’nun “Suyun Öte Yanı” filminden söz ediyorum. Anadolu insanının Balkanlar’dan gelenleri ötekileştirmek için kullanılan tabirden bahsediyorum.

“Suyun öte yanı” ifadesiyle, Meriç Nehri’nin batısından, Tuna Nehri’nin güneyinden itibaren aşağı doğru inen coğrafyayı kastediyorum. Daha yaygın bir tabirle söylemek gerekirse, “Balkanlar” dediğimiz bölge…

Yaklaşık 800 bin kilometrekare büyüklüğündeki bir alan ve 80 milyon dolayındaki nüfusun yaşadığı coğrafya… Tabiri yanlış olmazsa Türkiye nüfusu kadar bir nüfus, bir o kadar toprak parçası… Bugün 12 ayrı devletin varlığını sürdürdüğü bir alan bu coğrafya.

Balkan coğrafyası tabiri Anadolu’da özellikle de 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “Suyun öte yanı” olarak anılır oldu. Bu tabirin müellifi kim buna ilişkin bir bilgiye rastlamadım. Ama özellikle İslamcı kesimde yaygınlaşması İslamcı yazar/şair Necip Fazıl Kısakürek ile oldu.

Bir dönem CHP’den sonrasında ise Demokrat Parti’den para sızdırmasıyla bilinen Necip Fazıl, “Sahte Kahramanlar” isimli kitabında Balkanlar’dan söz ederken “suyun öte yanı” olarak niteler ve bu bölgeden gelenlere şüpheyle bakmak gerektiğini öne sürer.

Necip Fazıl, 32. Osmanlı hükümdarı olan Abdülaziz’e ve sonra da II. Abdülhamid’e muhalefetiyle tanınan Mithad Paşa’nın ne kadar muzır bir insan olduğunu anlatmak için “suyun öte yanından” tabirini kullanır: “Suyun öte yanından… Suyun öte yanı korkuludur. Suyun öte yanından adam gelmez değil… En iyi insan da Rumeli tarafından gelebilir. Ama umumiyetle şüpheli bakmaya mecburuz o sahaya…” 

İslamcı yazar, ardından “Suyun ötesinden” gelen “kötü adamları” sıralar. Her birinin ne kadar kötülük yaptığını kendi ölçülerine göre anlatır.

SELÇUKLUNUN ANAVATANI İLE OSMANLI’NIN ANAVATANI

Selçuklu devletinin anavatanı Anadolu idi. Bundan dolayı Selçuklu bütün yatırımını Anadolu’ya yaptı. Anadolu’daki belli başlı medeniyet alameti olan yapıların hemen hepsinde Selçuklu imzası var. Selçuklu eserleri Sivas, Kayseri, Tokat, Erzurum, Konya, Aksaray, Bursa, Mardin, Diyarbakır hemen her bölgeye yayılır.

Osmanlı ise kuruluşundan yarım asır sonra Balkanlar’a geçmiş oldu. Orhan Gazi (hd: 1324-1362) döneminde oğlu Süleyman Paşa (veya Süleyman Gazi) komutasındaki askerler, Gelibolu yarımadasındaki Tsympe (Cinbi yahut Çimbi) kalesini sulh yoluyla 1353’te ele geçirdi. İstanbul’un II. Mehmet tarafından alınmasından tam bir asır önce.

Osmanlı’ya “Balkan Devleti” denmesinin sebebi, Anadolu coğrafyanın tamamının alınmasından çok önce bu topraklara hakim olması idi. Bundan dolayı Osmanlı, bütün yatırımını Anadolu yerine Balkanlara yaptı.

Anadolu coğrafyasında camileri ve şehzadelerin sancağa çıktığı Manisa, Amasya ve Bursa’yı bir kenara koyarsanız köprü, yol, medrese, han, hamam, şifahane gibi medeniyet adına ne varsa bütün eserleri Balkan devletlerinde hayata geçirildi.

Eğitim kurumları Balkanlar’da olduğu için Anadolu’dan çıkan ve Osmanlı’da üst düzey yöneticiliğe kadar yükselen bürokrat yok denecek kadar az oldu. Eğitim kurumlarının aynı bölgede olmasından dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu bile aynı coğrafyada yetişti.

MANTIĞIN ALMADIĞI PARADOKS

Osmanlı, yüzyıllar boyunca Anadolu’yu yalnızca vergi ve asker kaynağı olarak gördü. Bu sebepten dolayı da imparatorluğu yöneten Balkan kökenlilere karşı hep mesafeli durdu. Necip Fazıl’ın “şüpheli bakma” tavrını Anadolu insanı hep sergiledi.

Anadolu’da geçmişten gelen bu bilinçaltı programı bir şekilde bugün de devam ediyor. Bu coğrafyadan olanları, dışlama anlamında “suyun öte yanından gelenler” olarak adlandırıyorlar.

Saray, saldığı vergileri ödemekte zorlanan ve atanan valilerin kötü yönetimlerine karşı sesini yükselten Anadolu insanının başını her defasında ezme yoluna gitti. 8 yıllık hükümdarlığı dönemindeki bütün savaşları Türk ve Müslümanlarla yapan I. Selim (Yavuz Sultan Selim), Anadolu insanının en sevdiği hükümdar sayılıyor.

İşte paradoks da tam burada başlıyor. Anadolu insanı, yüzyıllar boyunca kendine hiç değer vermediği, cahil ve yoksul bıraktığı Türkmenlerin çocukları, atalarını kılıçtan geçirdiği Osmanlı’ya hayranlık duyuyor.

Köklü çelişki burada bitmiyor. Kendinin eğitimi ve müreffeh hayat sürmesi için Anadolu’yu eserlerle donatan Selçuklu’ya ve onun devamı olan beyliklere, özellikle de Selçuklu’nun mirasını taşıdığı bilinen Karamanoğlu Beyliğine ise en büyük düşmanlığı besliyor.

Bugün “Osmanlı torunuyum” diye ortalıkta dolananlar, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşamış olsalar, bu sözlerinin bedelini hayatları ile öderdi. Hangi hükümdar hüküm sürüyor ise, “Bu veliahtlık iddiasında bulunup tahtıma göz dikecek!” diyerek o sözün sahibinin omzunun üstünde taşıdığı kafasını koparırdı.

Benim ikinci paradoks olarak anlatmak istediğim Anadolu insanının kendini “Osmanlı torunları” olarak görüp bir tane bile “Selçuklu torunuyum!” diyenin çıkmaması da değil. Osmanlıya öykünen bu insanların, gerçek Osmanlı torunu olan “Evlad-ı Fatihan” kişileri ise, “suyun öte yanından gelenler” diyerek dışlaması.

‘MISIR’IN FETHİ’ TABİRİNİN YANLIŞLIĞI 

Aslında Osmanlının dengesi I. Selim’in “Mısır’ı Fethi” ile bozuldu. Fetih kelime anlamı olarak “açma, yol gösterme, zafere ulaştırma” anlamı taşıyor. Bu İslami literatürde ise “Müslümanların, ülke veya şehirleri İslam devlet idaresine, İslam hakimiyetine almaları” anlamına geliyor.

Yukarıda da değindiğim gibi I. Selim, bütün savaşları Türklerle ve Müslümanlarla yaptı. Hadi “İran hükümdarı Şah İsmail Türk idi ama Sünni değil, Şii idi. Savaş mezhep savaşı idi.” diyelim.

Peki “fethedilen” Mısır’da (1517) kim hüküm sürüyordu? Memlûk hükümdarı II. Tomanbay, hem Türk hem de Müslüman idi. Üstelik de Sünni mezheptendi. Dahası, alıp İstanbul’a getirilen halife III. Mütevekkil de Memlûk devletinde idi.

1. Selim, hilafeti Osmanlı’ya taşıdı ama Selefi İslam anlayışının Anadolu topraklarında yeşermesine zemin hazırlamış oldu. Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdığı saf İslam anlayışı geleneğini sürdüren Balkan Müslümanları farklı isimlerle yaftalanmaya başlanması bu dönemden sonraya rastlıyor.

ANADOLU GÖÇMENLERDEN ÖĞRENMESİNİ BİLEMEDİ

Osmanlı ordusunda başlayan bir dizi bozulma, 1911’de başlayan savaşla Türk ve Müslüman nüfusun neredeyse tamamen Balkanlar’dan sökülüp atılması sonucunu doğurdu. Mecit Yıldız ve Hamdi Akyol’un günümüz Türkçesine çevirdiği Tüccarzade İbrahim Hilmi’nin “Balkan Harbi’ni Niçin Kaybettik” isimli kitap yürek paralayıcı ve ibretlik sahnelerle dolu.

Balkan Savaşı o kadar hızlı sonuçlandı ki Osmanlı ordusunun bu kadar çabuk dağılmasına, yeni doğan Balkan devletlerinin komutanları bile şaşırdı. Ancak Osmanlı, askerin içine siyaset sokulduğu için yaşanan bu utanç verici hezimetin nedenlerini konuşmaya yanaşmadı. Yaklaşık Türkiye yüzölçümü kadar bir coğrafyadan birkaç ay gibi kısa sürede milyonlarca insanımız hezimetle birlikte başta İstanbul olmak üzere Anadolu coğrafyasına sığındı

Balkanlardan göçler, Cumhuriyet döneminde de ara ara sürdü. Balkanlardan gelen insanlar, Anadolu’dakilerden hemen her açıdan çok daha donanımlı idi. Ne var ki Anadolu insanı, bu insanların ne çalışkanlığını örnek alabildi, ne de bilgi ve tecrübesinden yararlanmasını bildi.

Acaba, Anadolu insanının “suyun öte yanından” gelen diyerek dışlayıcı tavır takınmasının altında Galileo’nun sözünü ettiği yaklaşım mı yatıyor?

“Hiçbir kin, cahilin bilime duyduğu kinden daha büyük olamaz.”

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version