YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Kopernik, Kepler, Galile ve Newton’la birlikte ortaya çıkan bilimsel süreçte, determinist yasalarla işleyen bir evren anlayışı genel kabul görmeye başlamış olsa da; kuantum dünyasının ortaya çıkardığı bilimsel gerçeklerle birlikte bu anlayış eleştirilmeye başlanmış ve önemli ölçüde değişmiştir. Ayrıca son asırlarda bilim dünyasında ağırlığı olan natüralist ve determinist evren tasavvuruna bizzat Batılı filozoflardan önemli itirazlar gelmiştir. Şimdi sırasıyla bu iki konuya daha yakından bakmaya çalışalım.
Kuantum mekaniği
Kuantum hakkında farklı yorum ve görüşlerin olduğunu, tartışmaların hâlâ devam ettiğini biliyoruz. Bununla birlikte Danimarkalı fizikçi Niels Bohr’un başını çektiği ve daha başka fizikçilerin de katkıda bulunduğu Kopenhag yorumu ile Werner Heisenberg tarafından ortaya atılan Belirsizlik/Belirlenemezlik ilkesi kuantum fiziğinin en çok kabul gören yorumlarıdır.
Niels Bohr, atom altı parçacıkların, bir gözlemcinin kendisiyle etkileşiminden bağımsız bir varlığa sahip olmadıklarını ortaya koymuş ve fizikte bilincin rolünü öne çıkarmıştır. Çünkü hücre çekirdeğinin etrafında yer alan elektronlar, belirli şeyleri yapma olasılığına sahip olsalar da bir gözlemci onlarla etkileşime girmedikçe bu olasılıkların hiçbirini sergilememişlerdir. Kendi hâllerine kaldıklarında bir tür varoluşsal boşluk içinde bulunan, dalga fonksiyonu gösteren parçacıklar, ölçüm yapılmaya başlandığında belirsizlikten (süperpozisyondan) çıkmakta ve parçacık özelliği göstermektedirler. Yani gözlemcinin devreye girmesiyle birlikte dalga işlevleri çökmektedir.
Kuantumun bu yorumuyla birlikte özneden bağımsız bir dış dünyanın var olup olmadığı, tabiatı gerçekte olduğu hâliyle tasvir etmenin imkânı tartışılmaya başlanmıştır. Bazıları da yine buradan hareketle maddelerin sadece potansiyelleri olduğunu, niteliklerinin ise gözlemcinin devreye girmesiyle birlikte oluştuğunu, bu durumda onların kendi kendilerine nedensel etkileşime girmelerinin mümkün olmadığını ileri sürmüştür. En azından dışarıdan bir bilincin hem de gözlem ve ölçüm dışında hiçbir şey yapmadan madde içinde meydana gelen olaylara etki edebilmesi, fail nedenin maddeye içkin olduğu iddiasını bir kere daha gözden geçirmeyi gerektirmelidir.
Aynı şekilde Werner Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi’ne göre atom seviyesindeki parçacıkların konum ve hızının aynı anda kesin değerlerle hesaplanması mümkün değildir. Çünkü elektronların hızı ölçülmeye çalışıldığında, yerleri önceden kestirilemeyecek şekilde değişmekte, parçacıklar dalga özelliği göstermektedir. Yani maddeyi oluşturan temel bileşenler, klasik fizikte bilinen kurallardan veya bizim günlük hayatta edindiğimiz deneyimlerden oldukça farklı davranışlar sergilemektedir. Atom altına inildikçe ve ölçekler küçüldükçe doğa âdeta kendini gizlemektedir. Kuantum dünyasındaki bu belirsizlik, atomik boyutlardaki olaylarda nedensel yasaların geçerli olmadığına, rastgeleliğin tabiatın temel bir özelliği olduğuna ve varlık hakkında bilgi elde etmenin sınırlılığına işaret eder.
Kuantum mekaniğinde karşımıza çıkan diğer bir ilke de süreksizliktir. İlk olarak Max Planck tarafından ortaya atılan ve daha sonra elektronların atom içindeki hareketlerini izah etmek için Bohr tarafından kullanılan bu ilke, en azından mikro düzeydeki olayların kesintisiz bir akış hâlinde cereyan etmediğini gösterir. Elektronların sürekli takip ettikleri bir yörüngeleri yoktur. Bir yörüngeden diğer bir yörüngeye zaman ve mekân kaydı olmaksızın, yani bir yol ve yörünge izlemeksizin birden bire geçiş yapabilmektedirler ki buna “kuantum sıçramaları” adı verilmiştir.
Kuantum dolanıklığı adı verilen olay ise maddenin henüz keşfedilmemiş nice gizemleri olduğunu ortaya koymaktadır. Kuantum dolanıklığı, iki benzer parçacığın, birbirinden ışık yılıyla hesaplanabilecek kadar çok uzak mesafelerde bulunsalar bile eşzamanlı olarak birbirlerini etkileyebildiklerini göstermiştir. Mesela evrenin iki ücra köşesinde bulunan birbirine dolanık iki elektronu düşünecek olursak, bunlardan biri kendi çevresi etrafında sağa dönmeye başladığında, diğeri de sola dönmeye başlamaktadır. Kuantum dolanıklığı, yerel olmama ve uzaktan etki olarak da adlandırılır. Bu olay, cisimler arasında nedensel ilişkinin meydana gelebilmesi için mekânsal yakınlığı ve birlikteliği şart koşanların da yanılgı içinde olduğunu ortaya koymuştur. Hatta foton, proton, elektron gibi birbirine dolanmış iki parçacığın, yerel bir kuvvetin etkisi olmadan, aralarında bir bağlantı bulunmadan, her nasılsa kendiliğinden karşılıklı ilişki kurabilmeleri, nedenselliğin ihlâli olarak görülmüştür.
Genel anlamda ifade edecek olursak kuantum teorisi, olasılıklar üzerinde durur, kesinlikle arasına mesafe koyar, dünyadaki olayların tümüyle öngörülebilir olmadığını söyler, belirsizlikleri doğanın bir gerçeği olarak kabul eder. Kuantum mekaniğine göre her zaman için beklenmedik, öngörülemeyen bazı hâdiseler meydana gelebilir. Fizik yasalarından hareketle bir nesnenin hareketi hakkında kesin yargılara varılamaz. Mesela kurşun bir bilye havaya fırlatıldığında düşmesi beklenirken, (çok düşük bir ihtimal de olsa) yükselebilir de. Bu, doğadaki düzenliliği inkâr etmez, nesnelerin özsel niteliklere sahip olmadığını, bağımsız bir tabiatlarının bulunmadığı söyler ve zorunlu nedenselliği sorgular. Yani doğanın, sağduyunun sebep olduğu inançtan farklı olduğuna, görünümün aldatıcılığına dikkat çeker.
Kısacası, kuantum teorisi, fizikî âlemin şimdiye kadar öngörülen mekanik modelden, maddenin de şimdiye kadar anlaşılan ve bilinen mahiyetinden çok daha farklı olduğuna işaret etmekte, atomik boyutlarda nesnel bir dünyanın olmadığını, atomun resmedilemeyeceğini söylemekte ve en azından mikro düzeyde determinizmin değil indeterminizmin hâkim olduğunu ortaya koymaktadır. Bu indeterminizm, epistemolojik değil ontolojiktir, yani bizim bilgi ve algılarımızdan değil bizzat maddenin kendisinden kaynaklanır. Determinizm ve nedensellik ilkesi, uzay zamanda sürekliliği ve öngörüyü gerektirir. Kuantum dünyasında ise belirsizlik ve süreksizlik hâkimdir. Kuantum fiziğiyle birlikte zorunlu nedensellik ilkesinin tahtı kısmen sarsılmış olsa da bu ikisinin ilişkisine dair araştırmalar ve tartışmalar devam etmektedir. Yani kuantum teorisi determinizm-indeterminizm tartışmalarını yeniden alevlendirmiştir. Her iki görüşün de savunucuları vardır.
Kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı dünya öylesine acayip, şaşırtıcı ve ezber bozucudur ki değil sıradan birinin, çoğu bilim insanının dahi bunları kabul etmesi kolay olmamıştır. Niels Bohr, kuantum kuramıyla birlikte şoka girmeyen kimsenin onu anlayamayacağını söyler. En başta, kuantum teorisini geliştiren fizikçilerin kendisine çok şey borçlu oldukları Albert Einstein, kuantum fiziğinin dolanıklık (yerel olmama), süperpozisyon ve belirsizlik gibi tezahürlerinin bir yanılgı olduğunu iddia etmiş ve bu düşüncesini meşhur “Tanrı zar atmaz” sözüyle ifade etmiştir. O, bilimin ilerlemesiyle birlikte bunların da nedensel ilişkilerle açıklanabileceğini savunmuştur. Ne var ki kuantum mekaniği daha sonraki yıllarda üst üste yapılan deneylerle desteklenmiş ve güçlü bir teori olarak bilim dünyasında kabul görmüştür.
Kuantumla birlikte şu gerçeği bir kere daha anlamış olduk ki bazı bilimsel teori ve yaklaşımlara belli bir dönemde kesin doğru gözüyle bakılsa da bir zaman sonra yeni bulgularla birlikte bunlar gözden düşebilmekte, geçerliliklerini kısmen veya tamamen yitirebilmektedirler.
Kaos Teorisi ve Kelebek Etkisi
Klasik Newtoncu fiziğin doğayı anlamaya yönelik yaptığı evrensel, deterministik, objektif, nesnel ve basit açıklamaları sorgulayan ve varlığı anlamada paradigma değişikliğine yol açan teorilerden biri de kaos teorisidir. Kaos Teorisi, fizikî dünyada alışageldiğimiz düzenlilik yerine, düzenliliğin düzensizlik içinde olduğunu söyler. Farklı bir ifadeyle kaos teorisine göre karşımızda saat gibi işleyen düzenli bir tabiat değil, düzensizliklerin düzenine sahip bir tabiat vardır. Kaotik dinamik sistemler tabiatta sık sık karşımıza çıkar. Musluktan akan suyun damlamasını, kalbimizin atmasını, hava sıcaklıklarının değişimini, sigara dumanının hareketini buna misal verebiliriz. Tıpkı kuantum mekaniği gibi kaos teorisi de determinizmin varsayımlarını sarsmış, determinizmin öngördüğü neden-sonuç ilişkilerinin evrendeki bütün sistemlere uygulanamayacağını ortaya koymuş, düzenli davranışların ve öngörülebilirliğin her zaman söz konusu olmayabileceğini göstermiştir. (https://www.researchgate.net/publication/330397262)
Özellikle kaos teorisinin köşe taşlarından biri olan kelebek etkisi konumuz açısından önemlidir. Buna göre Tokyo’da kanat çırpan bir kelebek Toledo’da bir kasırgaya yol açabilir. Kelebek etkisi, evrenin bir ucundaki çok küçük bir değişimin başka bir yerde çok büyük sonuçları olabileceğini ifade eder. Bu da evreni ve evrende meydana gelen olayları sebep-sonuç ilişkileri içinde anlamanın zannedildiğinden çok daha kompleks ve zor olduğu anlamına gelir.
Nobel ödüllü Belçikalı kimyacı ve fizikçi olan Ilya Prigogine Kesinliklerin Sonu adıyla Türkçeye çevrilen eserinde şöyle der: “Whitehead, Bergson ya da Popper tarafından savunulan belirlenmezcilik (indeterminizm), bundan böyle fizikte kendini kabul ettirmiştir.” (Kesinliklerin Sonu, s. 109) Yazarın kitabın önsözünde dile getirdiği şu cümle kitabın yazılma amacına işaret eder: “Newton’dan bu yana izlenen fizikte kökten bir yön değişikliğiyle karşı karşıya bulunduğumuzu okuyucuya aktarabilirsem, bu yapıt amacına ulaşmış olacak.” (Kesinliklerin Sonu, s. 8)
Bu satırları yazmaktaki maksadım okuyucuya fizik teorileri hakkında bilgi vermek değil. Bu konu alanım olmadığı gibi, bahsedilen yasa ve teoriler de burada yazılanlardan ibaret değil. Dikkat çekmek istediğim husus şudur: Bilimin determinizm ve nedensellik ilkesine dair yaptığı açıklamalardan yola çıkarak bu konuda yapılan metafizik izahları inkâr etmek sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü henüz düzen ile düzensizlik, rastlantı ile determinizm, sebep ile sonuç, kararlılık ile kararsızlık arasındaki bağı kesin olarak bilemiyoruz. Henüz bütün bir varlık ve oluşu açıklayabilecek bir teori ortaya konabilmiş değil. Bu konuda bilimin somut olarak ortaya koyduğu veriler, keşfettiği yasalar, bu veri ve yasalara dayanarak geliştirdiği teoriler, varlığı anlamamız açısından elbette çok önemlidir. Fakat yapılan bilimsel açıklamaların nereye kadar objektiflik taşıdığı, nereye kadar kanaat ve inançlara dayandığı da gözden kaçırılmamalıdır.
Determinizme getirilen eleştiriler
Özellikle Newton sonrasında filozoflar ve bilim adamları arasında tabiatta determinist yasaların hâkim olduğu görüşü yaygınlık kazansa da bu görüşe önemli itirazlar da yöneltilmiştir. Determinizmin karşısında yer alan görüşe indeterminizm (zorunsuzluk, belirlenmezcilik) denir. İndeterminist görüş tabiattaki düzenliliği bütünüyle inkâr etmez. Fakat evrendeki her şeyin sebepler tarafından zorunlu olarak belirlendiğini reddederek, tabiatta tesadüflerin, insan davranışlarında da özgürlüğün olduğunu söyler. Bu yaklaşıma göre bazı olayları tabiat yasalarıyla veya nedenlerle açıklamak mümkün değildir. Bunun sebebi bilgi eksikliğimiz de değildir. Rastlantının ve kesinsizliğin ontolojik olmasıdır. İndeterminizm, sebeplere bakarak kesin öngörülerde bulunulabileceğini de reddeder. Determinizme eleştiri yöneltenlerin tamamının indeterminist görüşü benimsemediğini veya bu görüşler arasında farklılıklar bulunduğunu hatırlatmakta da fayda var.
Determinizme en ciddi eleştiri yöneltenlerden biri David Hume’dur. Ona göre olaylar arasında gözlemlenen düzenli ilişkinin mahiyetine dair bir kesinliğe ulaşmak mümkün değildir. Biz varlıktaki oluş ve bozuluşlara, değişim ve dönüşümlere baktığımızda bazı olayların diğerlerinden sonra geldiğini görür ve bunları sebep-sonuç diye isimlendiririz. Fakat sebeple sonuç arasında ne zihinsel ne de fiziksel bir zorunluluk olduğunu bilemeyiz. Olaylar arasındaki bağı gözlemleyemeyiz. Nedenselliğin, korelasyonu açıkladığını söyleyemeyiz. Çünkü neden olarak gördüğümüz varlık ve olayların hiçbir niteliği nedensel ilişkinin kökeni olamaz. Hume’a göre sebepler ile sonuçlar arasında zorunlu bir nedensel ilişki olduğunu düşünmemizin tek bir sebebi vardır; o da tekrar eden olayların bizde oluşturduğu zihnî alışkanlıklardır. Eğer bu alışkanlıklarımız olmasaydı sebep ve sonuçlar arasındaki bağlantının ne olduğu konusunda ne bir varsayım yürütebilirdik ne de onu hayal edebilirdik. (David Hume, İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma, s. 66-70)
Hume’un bu konuda ortaya koyduğu fikirler bilim dünyasında oldukça geniş bir yankı uyandırmış ve etkisi günümüze kadar devam etmiştir. Onun konuyla ilgili izahlarının bilim adamları üzerinde nasıl bir etki bıraktığını Kant’ın şu sözlerinden anlayabiliriz: “İtiraf ederim ki beni yıllar önce dogmatik uyuklamamdan ilk defa uyandıran ve araştırmalarıma kurgusal felsefe alanında bambaşka bir yön vermemi sağlayan, David Hume oluştur. (Immanuel Kant, Prolegomena, s. 8)
Bu konuda ortaya koyduğu fikirleriyle David Hume’u etkilemiş olan John Lock, nedenselliği bütünüyle reddetmese de onun sadece tikel bir bilgi olduğunu, tümel olarak onu bilmenin mümkün olmadığını savunmuştur. Tümel bir bilgiye sahip olamadığımız için de gelecekte aynı nedenin aynı sonuçları meydana getireceği konusunda kesin bir delile sahip olamayız. Locke da Hume gibi nedenselliğin a priori olarak bilinemeyeceğini savunur. Ayrıca ona göre nesnelerin birbirleri üzerindeki etkilerini görebilmemiz için, belki güneş sistemine kadar onların çevresindeki nesneleri de incelememiz gerekir ki böyle bir inceleme de insanın bilgi düzeyini aşacağı için insan, neden ve etki konusunda kesin bir bilgiye ulaşamaz. (Hülya Göndeş, “John Lock’da Nedensellik”, Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi)
Determinizm fikrini reddeden filozoflardan biri de Nicholas Malebranche’dir. Ona göre de sebep ile sonuç arasında zorunlu bir bağ yoktur. Sebeplerin sonuçları ortaya çıkarma noktasında bir etki gücü yoktur. Zira aynı ontolojik boyutta bulunan herhangi iki varlığın ne şekilde olursa olsun bir başka varlıkla etken veya edilgen bir ilişki içinde olması mümkün değildir. Bilakis Allah bizim “neden” olarak gördüğümüz olayları birer vesile olarak kullanmakta ve onlar üzerinden neticeleri yaratmaktadır. Onun nedensellik konusunda savunmuş olduğu görüşe vesilecilik veya ara nedencilik (occasionalism) denmiştir. (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/717417)
Sonuçları ortaya çıkaran yegane fail olarak Allah’ı gören diğer bir filozof da Berkeley’dir. Ona göre maddesel varlıklar arasında nedensel bir ilişki kurulamaz. Çünkü onlar basit, pasif ve edilgendir. Onlar arasında nedensel bir ilişkinin olduğu zannı zihnî bir yanılsamadan ibarettir. O, doğa yasası denilen şeylerin, doğadaki peş peşe gelişlerin, gözlemlenen düzenliliğin ifadesinden başka bir şey olmadığını söylemiştir. Doğa yasaları tecrübelerimizdeki alışkanlıklar ve bunlara ilişkin yargılardan ibarettir. Ona göre görmüş olduğumuz düzeni sağlayan sonsuz bir ruh vardır ki o da Allah’tır. Kısacası o, dünyada gördüğümüz düzenliliği inkâr etmese ve bunu Allah’a bağlasa da teorik olarak ortaya konulan nedenselliği reddetmiş, yani tabiattaki olaylar arasında var olduğu iddia edilen zorunlu ilişki varsayımının yanlış olduğunu söylemiştir. (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1208076)
Nedensellik ilkesini tartışmanın odağı hâline getiren ve ona ciddi eleştiriler yönelten düşünürlerden bir diğeri de Nicholas D’autrecourt’dur. O, yaşadığı dönemde doğal nedensellik öğretisinin genel kabul gördüğünün, hem varlık hem de bilginin temeli olarak görüldüğünün farkındadır. Fakat Nicholas’a göre bu görüş ciddi bir kanıta dayanmamaktadır. Bu yüzden de kesinlik ve zorunluluk içermez. O, çoğunluğun kabulünün hiçbir şeyi kanıtlamayacağını söyler. Ona göre otorite veya çoğunluk hakikatin ölçüsü olamaz; gerçeklik fenomenlere ve mantıksal kanıta dayanmak zorundadır. Varlıkla ve nedensellik ilkesiyle ilgili olasılıkçı bir yaklaşımı benimseyen Nicholas’ın tüm çabası, varlık ve olaylar arasındaki ilişkinin zorunlu olmadığını ispatlamaya yöneliktir. Ona göre deneyimlerimiz ve mantıksal çıkarımlarımız, nesneler dünyasında, bir şeyin varlığından başka bir şeyin varlığını kesin bir biçimde çıkarmamıza, yani bunlar arasında nedensel bir bağ kurmamıza izin vermez. Deneyimlerimiz de mantığımız da bize bir şeyin başka bir şeyle birlikte bulunduğunu gösterir, birinin diğerini ortaya çıkardığını değil. O, doğada gözlemlenen nedensel bağlara deneyimden çıkarsanmış alışkanlıklar der. Bunun formülü şudur: A ile B sık sık birlikte görünmektedir. A varsa B de vardır. O halde A, B’nin nedenidir. Ayrıca O, Fâil-i Muhtar bir Tanrı anlayışının, doğada bir şeyin başka bir şeyi zorunlu olarak meydana getirdiğini düşünmeyi imkânsız kılacağını söyler. (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1479386)
Fransız bilim felsefesi geleneğini derinden etkilemiş Emile Boutroux da Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Üzerine isimli eserinde hem ontolojik hem de epistemolojik açıdan determinizmi eleştirmiş, doğaya içkin bir nedensellik yasasının zorunlu olmadığını savunmuş ve zorunsuzluk doktrinini ortaya koymuştur. Ona göre olaylar arasındaki bağı açıklamak için konulan nedensellik, zihnin ortaya koyduğu ve eşyaya dikte ettiği bir yasadır. Neden ile sonuç arasında var olduğu iddia edilen zorunlu bağın deneysel olarak ispatlanması mümkün değildir. Boutroux’a göre ne kadar genel diye farz edilirse edilsin, zorunlu olarak tasarlanabilecek gerçek bir neden-sonuç ilişkisi yoktur. Zira zorunluluk sadece nedenin sonuçla olan niceliksel bir ilişkisinden ibarettir. Birincisinden ikincisine geçiş zorunlu değildir. (Yasin Kahraman, “Boutroux, Bohm ve Monod: Nedensellik Tartışmasına Dair Farklı Yaklaşımlar”, STS: Bir Disiplin Olarak Kimlik İnşası)
Nedensellik kavramına önemli eleştiriler getiren filozoflardan bir diğeri de Bertrand Russell’dır. O, nedensellik ilişkisinin tutarsız olduğunu, nedenler ile sonuçlar arasında tam bir eşitliğin bulunmadığını, neden-sonuç ilişkisinin asimetrik bir ilişki olduğunu söylemiştir. Bu yüzden Russell’a göre fizik çoktan nedenler aramayı bırakmıştır. Onun bu konudaki şu sözü oldukça meşhurdur: “Öyle inanıyorum ki nedensellik yasası, birçok geçmiş filozof arasında kabul edildiği üzere, tıpkı monarşi gibi, hatalı bir şekilde zararsız olduğu düşünüldüğü için, geçmiş çağların bir kalıntısı olarak bugün varlığını devam ettirmektedir.” (Russell, On The Notion of Cause, 1913)
İlk çağ filozoflarından modern döneme kadar çokları tabiatta gözlemlenen olayları, bunlar arasındaki ilişkiyi, sebeplerin mahiyetini, bunların hakiki fail olup olamayacağını, tabiat yasalarını, sebep ile sonuç arasında görülen bağın zorunlu olup olmadığını, aklın bunu kavrayıp kavrayamayacağını, metafiziğin fizik üzerindeki etkisini, insan özgürlüğünü anlamaya çalışmış ve herkes kendine göre bir izah getirmeye çalışmıştır. Modern dönemde tabiat olaylarını determinist ve natüralist bir yaklaşımla izah etmenin yaygın bir bilimsel anlayış hâline geldiğini, bilimin kapılarının her tür metafizik izaha kapatıldığını ve İslâm ulemasının da sahip olduğu nedensellik görüşünden ötürü sert eleştirilere muhatap olduğunu biliyoruz.
Bu yazıda determinizme yönelik eleştirilere yer vermemizin sebebi, İslâm kelamcılarının nedenselliğe dair dile getirdiği görüşlerin oldukça benzerlerinin Batı dünyasında da savunucularının olduğunu göstermekti. Bundan sonraki yazılarda buraya kadar bahsedilen mevzuların İslâm filozofları, tasavvufçuları ve kelamcıları tarafından nasıl ele alındığına bakacağız.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***