Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Büyük badire sonrası temel siyaset reformu; kimlik (1) 

Büyük badire sonrası temel siyaset reformu; kimlik (1) 


PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM

Büyük badire atlatıldıktan sonra en temel sorunlara inmeksizin kalındığı yerden devam etmek mümkün olmayacak. Büyük badire sonrası ne zaman olur bunu kestirmek zor. Elbette herkesin beklentisi ve isteği bir an önce badirenin atlatılması. Ancak en kısa zaman sonra dahi gerçekleşse, yaşanmışlıklardan kaynaklanan büyük acıların dinmesi ve restorasyon oldukça uzun sürecek.

İşte bu restorasyonda bazı önceliklerin tespit edilmesi, bunların çözümü doğrultusunda stratejiler geliştirilmesi, uzun erimde insanların daha mutlu, huzurlu, güvenli ve varlıklı bir yaşama kavuşturulması gerekiyor.

Oysa insanlar genelde bir badire esnasında birincil hedef olarak badirenin son bulmasını ister. Bu oldukça doğal ve bir o kadar da rasyonel bir tercih. Badire esnasında badire sonrasının açılımlarına, stratejilerine, planlarına, tasarımına, vs. odaklanmak çoğu kez ihmal edilir. Badire bittikten sonra nasılsa bu konuların düşünüleceği söylenir. Ama bu genelde bir avuntudur. Zaman hızlanmıyor veya yavaşlamıyor. Hep aynı hızda akıyor. Badire bittikten sonra da zamanı yavaşlatıp uzun uzadıya restorasyonu planlamak ve tasarlamak olanaklı olmayacak. Kar altında deniz düşü kurmak zorunlu.

Sanki yarın badire bitecekmiş gibi hareket etmek lazım. Yarının inşasına hazırlanmak, yarının inşasının başarısı için gerekli. Yarının inşasının ileride ilgilenecek bir konu olarak ötelenmesi, emin olun majör sorunların es geçilmesine, kronik meselelerin devamına, hastalığın gerçek tedavisi treninin kaçırılmasına neden olacak.

Bu önemli meselelerden biri, kimlik meselesidir.

Bu konu salt bireysel ya da ferdi dediğimiz boyutlarıyla önem arz etmez. Aynı zamanda devletin mimarisine ilişkin tasarımın gerçekleştirilmesinde de mutlaka merkeze alınması gereken bir konudur. Kimlikler elbette kişisel tercihlerle ve öz algılarla alakalı bir mesele. Ancak bireylerden oluşsa da, bir kolektifin varlığı gerçeği öyle orta yerde duruyor. Mevcut kimlik siyasetinin ve onun yüz yıllık sosyalizasyonunun getirdiği ağır problemler ortadayken, badire sonrasının yeni devletinde kimlikle ilgilenmemek, eski kimliğin kabul edilmesi ve onun yeniden üretimi gibi bir sorunu beraberinde getirecek.

Oysa bugünkü sorunların birçoğunda, temelde kimlik veya kimlikle ilintili problemlerin bulunduğunu gözlemletebiliriz. Kürt sorunu – veya Türk sorunu – ve Alevi meselesi gibi etnik ve inançsal sorunların oldukça kronik olduğunu kendi yaşadığımız dönemdeki deneyimlerimizden de biliyoruz. Fakat biraz okuma yaparsak, bu sorunların aslında çok daha derinlere nüfuz ettiğini, uzun erimli sorunlar olduğunu görüyoruz.

Sosyal meselelerin bir özelliği vardır. Bu meseleler zamanın akışına bırakılarak çözümlenmez. Doğal sorunlarda, mesela hastalıklarda ya da bir kemiğiniz kırıldığında, tedavi edilmese de hastalık bağışıklık sistemince mat edilebilir ya da kemiğiniz yeniden kaynayarak kendi kendisini onarabilir. Ama mesele örneğin etnik bir sorunsa, bunu zaman çözmez. Çünkü bu sorunların nedeni yanlış kolektif seçimler ve tercihlerdir. Bu yanlışlar sürdürülürse başka sonuçlar beklemek anlamlı veya zekice bir tutum olabilir mi? Yanlış tercihlerin sonuçlarındaki patoloji, ancak doğru tercihlerin o yanlışları telafi etmesiyle mümkün olacaktır.

Türkiye devleti bir gecede kurulmadı. Yani Cumhuriyet fiilen bir gecede ilan edilmiş olabilir. Ama bunun gerisinde asırlık bir Osmanlı modernleşme çabası bulunmakta. Osmanlı neden modernleşmek istedi? Bunun analizi bir asrı aşkın süredir ciddiyetle yapılıyor. Bu araştırmalardan öğrendiğimiz, bunun rekabetle alakalı bir boyutu oluşudur.

Osmanlı aydınları Batı ile rekabetinde geri düşünce bu başarısızlığın nedenlerini araştırmaya başladı. İlerleme ve geri kalma göreceli kavramlardır; bu kavramlar ancak bir referans noktasıyla anlamlı hale gelir ve analitik enstrüman olarak kullanılabilir. Osmanlı’nın geri kalışı problematiğinde referans noktası Batı’yla olan rekabetinde geri düşmesidir. Dolayısıyla Batı, Osmanlı’nın son yüzyılında çok ciddi bir rol oynadı. Bunu Batı planlamadı, bu bir komplo değildi. Batı’daki ilerlemenin askeri ilişkiler başta olmak üzere rekabete yansımasıydı. Osmanlı gerilemedi. Batı ilerledi. 

Batı böylece Osmanlı tarafından taklit edilmeye başlandı ve buna Batılılaşma ya da Avrupalılaşma dendi. Benzer sorunlar Japonya gibi Batılı olmayan toplumlarda da yaşandı. Benzer gereklilikler ortaya çıktı.

Batı 1648 Westfalya Anlaşmasının ardından teritoryal devletlerin ortaya çıktığı bir devletlerarası ilişkiler dinamiğine girdi. Bu dinamik 1789 Fransız Devrimi sonrası teritoryal devletin teritoryal ulus devlete dönüşmesiyle beraber Osmanlı üzerinde çok belirgin bir baskı oluşturmaya başladı. Çünkü Fransız Devrimi’nin teritoryal ulus devleti her millete kendi ulus devletini vaat ediyordu. Bu nasıl ki İspanya Krallığı, Çarlık Rusya’sı veya Britanya İmparatorluğu için bir güvenlik sorunu oluşturduysa, Osmanlı İmparatorluğu için de tehlikeli ve riskli bir döneme kapıyı araladı. Öncelikle İmparatorluk coğrafyasındaki Hristiyan milletler ulus bilincine ulaştı ve isyan etti. Onların başarılı oluşu ve imparatorluktan kopuşu, Osmanlı aydınlarında büyük travmalara neden oldu. Akabinde kimlik tartışmaları başladı. İşte şimdi konudaki bağlantıyı kuruyorum:

Bu dönemde başlayan kimlik tartışmaları hala sonuçlanamadı. Hiç ilerleme olmadı değil. Ama gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendi. Akçuralı Yusuf Bey’in Üç Tarz-ı Siyaset’indeki üç kimlik alternatifi olan İslami aidiyet, Osmanlı aidiyeti ve Türklük etnisitesi üzerine inşa edilecek aidiyet, önceleri birbirleriyle siyasi buhran atmosferinde rekabete başladı. Her birinin destekçileri ve karşıtları oldu. Osmanlı aidiyeti Hristiyan ahaliyi de kapsıyordu ve imparatorluğun dikişleri patlamadan önce dinine bakılmaksızın herkesin Osmanlı çatısı altında birleşmesini savunuyordu. Bunu Balkan milletleri kabullenmedi ve proje çöktü. Osmanlı bir tür Amerika olamadı.

Bunun ardından bakiyedeki her etnisiteden Müslüman’ı kapsayan bir tür ‘Ümmet’ temelli aidiyet üzerinde duruldu ve buna yoğunlaşıldı. Bu da Arnavutlar, Boşnaklar, Araplar ve Kürtler başta olmak üzere Müslüman Osmanlı vatandaşları tarafından benimsenmedi, cılız kaldı. Her iki kimlik alternatifi de böylece elenmiş oldu.

Sıra gelmişti Türk etnik kimliği üzerine bir ulus devlet tipi imparatorluk projesine yoğunlaşmaya. Jön Türklerin bir bölümü ve İttihatçılar bu fikri kısa zamanda benimsedi. Zaten başka alternatif de görmüyorlardı. Dikkat ederseniz yukarıda Osmanlıcılık ve İslami kimlik gibi diğer kimliklerden direkt olarak bahsettim ama Türk kimliğinden dolaylı bahsettim ve dedim ki, “Türk etnisitesi üzerine inşa edilecek bir kimlik.”

Bunun nedeni, diğer iki kimliğin hayatta bir karşılığı vardı. Ama Türk kimliğinin herhangi bir karşılığı yoktu. Osmanlı devletinde Türkçe konuşanlar kendilerine hiçbir zaman Türk demedi. Osmanlı sarayı da bu tebaa Türk demedi. Türk terimi Osmanlı devletinde açıkçası bir hakaretti. Türkler göçebe ve kültürsüz kabul edilirdi, “Etrak-ı bi idrak” olarak anılırdı. Osmanlı hanedanı kendilerini hiçbir zaman bir Türk hanedanı olarak algılamadı veya tanımlamadı. Ya da diğer bölgelerde yaşayan ve Türk dilleri konuşan halklara ilgi göstermedi. Mesela Safevi devleti Osmanlı’nın can düşmanı oldu. Oysa Safevi hanedanı Türk’tü, Türkçe konuşuyordu. Bu dinamikte Sünni-Şii kimlikleri rol oynadı. Bu iki Türkçe konuşan halk, birbirlerine hiçbir aidiyet hissetmedi.

Aynı şey Osmanlı’nın Orta Asya hanlıklarıyla olan ilişkilerinde de aynıdır. Türkçü olmasına karşın, örneğin Mehmet Saray bu ilişkilerde etnik bağın değil, Osmanlı’nın halifeliği barındırmasının getirdiği meşruiyetin rol oynadığını itiraf eder.

İttihatçılar Türk etnisitesi temelli bir imparatorluk inşasına giriştiklerinde Osmanlı Anadolu’sunda yüksek oranlarda Hristiyan bir nüfus hala bulunmaktaydı. İttihatçılar bir taraftan homojenleştirici ve etnik temizlikçi bir iç siyaset güttüler ve Ermenilerin 1915 soykırımına giden yolun taşlarını döşediler, diğer taraftan Balkanlar’da Müslüman tebaayı zorla Türkleştirmeye çalıştılar. Tabi Balkanlardaki hesap tutmadı, Arnavutlar Osmanlı’dan ayrıldı. İttihatçıların rijit politikaları tam ters etki etti ve Osmanlı’nın çözülme sürecini engelleyemedi veya yavaşlatamadı, bilakis hızlandırdı.

Ancak 1915 Ermeni soykırımı sonrasında 1920’lere yaklaştığımızda, kendilerinden sonra gelecek İttihatçıların B takımına izleyecekleri politikanın ana karakteristiğini de miras olarak bırakmış oldu. Enver Paşa Türkistan uğruna cihada gittiği Orta Asya’da öldü. Romantik Pan-Türkizm yaklaşımı sadece kendisinin değil, koca Osmanlı’nın da sonunu getirmişti. Mustafa Kemal gibi İttihatçı Jön Türk eksenin ikinci kadrosu, Anadolu’da 1919-1923 arası giriştikleri Yunan savaşında başarılı oldu ve bunun neticesinde “düşman” Yunan ordusuyla beraber “öteki” olarak gördükleri Anadolu Rumlarını da hedefe aldı. Çok kanlı insan hakları ihlalleri ve soykırımsal bir siyaset takip edilerek İzmir başta, Ege Bölgesi ve Karadeniz’de ve İç Anadolu’da büyük bir Rum soykırımı yapıldı.

Kemalistler cumhuriyeti inşa ederken Türk “etnisitesini” ve Türk “ırkını” biz, diğer etnisiteleri (tüm Hristiyan etnik gruplarını, Kürtleri, Arapları, Çerkezleri, Boşnakları, Laz Müslümanları, Gürcü Müslümanları, Alevi Zazaları vs.) “öteki” olarak konumlandırdı. Bunu resmi siyasete yansıttılar. Hatta Şark Islahat Planı gibi eylem planlarıyla tatbik ettiler. Devir 1930’lardı ve Avrupa’da da faşizm kol gezmekteydi. Bu dönem insan ve azınlık haklarının emekleme dönemi bile sayılmayacak bir karanlık on yıldı.

Türkiye’de bodoslama asimilasyon ve kültürel soykırımcı bu pozisyon, Türk devletinin temel ideolojik doktrini olan milliyetçilik ilkesinin ana omurgasını oluşturdu. Bu doktrin, “Türkiye Türklerindir” diyordu. Orta Asya’dan göç mitinin kimlik inşasında ana tarih diskuru olduğu bu nasyonalizm, mutlak surette ırki temellere oturtulmuş bir Türk milletinden hareket ediyordu. Türk ırkının 1071 Malazgirt Savaşı öncesinde, hatta Tunç Devri’nde, binlerce yıl önce Anadolu’ya gelmiş olduğu gibi gerçeklerden kopuk bir ideolojik masal okullarda okutuluyordu. Türk devleti denen birçok göçebe Moğol-Tatar devletinin cumhurbaşkanlığı forsunda yıldız olarak temsili de bu referansın bir diğer sembolüydü.

(Devamı diğer yazıda)

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version