PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Vaktiyle kardeşimden yakın addettiğim – ya da zannettiğim! – kadim dostum bana sıklıkla hayatın aslında çok basit temeller üzerine kurulu olduğunu söylerdi. 2016’da takibat-tenkil başladığında sudan bir sebeple benimle tüm iletişimini kesti. Evet, hayat çok basit temeller üzerine kuruluymuş gerçekten de! Şaka bir yana, her şey olması gerektiği gibi oluyor. Ben verdiğim kararlardan pişman değilim. Nasıl onların sonuçlarından yakınabilirim! Sonuçta hayat verdiğimiz kararlardan oluşuyor. Hayat bolca da yanlış karar içeriyor. Olsun!
Başımıza gelen her şey zihnimizde konumlandırdığımız, idrak ettiğimiz ya da etmeye çabaladığımız, tasarladığımız, planladığımız veya en azından kafa yorduğumuz ütopyalar yüzünden oluyor! Hayatın basit temelleri, asgari müşterekleri oluşturabildiği ölçüde toplumları ütopyaya yaklaştırıyor. Herkesin ütopyası farklı olur diye itiraz edenlere diyorum ki, kimse salt kendi istediği idealleri metazori yaşatarak mutlu olamaz. Bu nedenle total vurgulu ideolojiler ya da dünya görüşleri, dini tasavvurlar veya ahlaki kategoriler, sonuçta mutsuzluk üretir, baskı ve zulme çanak tutar. Total vurgulu tüm fikirsel kategoriler, sizi ütopyalarla hipnoz altına alsa da, totaliter distopyalardır.
2016 başıydı. Hadiseler birçoklarının malumu ama hatırlatayım. Uzun süre Kürt Hareketi’yle çözüm süreci çerçevesinde barışa yönelen Erdoğan ve AKP, 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarının peşi sıra derin devletin Avrasyacı-Ergenekoncu ekibiyle pazarlık yaptı ve denize düşen yılana sarılır misali, kendisini kurtarabilmek için derinlerin dayattığı maddeleri kabul etti. Neydi bunlar? Kürt sorunu konusunda şahin politikalara geri dönmek, Ergenekon davalarından – Sarıkız, Ayışığı, askeri casusluk, Balyoz, vs. – ceza almış subayları serbest bırakmak ve yeniden reaktive etmek, Gülen Hareketi’ni bitirmek, Türkiye’nin Avrupa Birliği yönelimini durdurmak ve sabote etmek, NATO çerçevesinde inşa edilmiş olan güvenlik siyasetini iptal etmek ve Rusya-Çin-İran istikametine yönelmek!
Böylece ne oldu? 1999’da kararlaştırılan Avrupa Birliği ölçütlerine uyum ve üyeliği gerçekleştirme hedefinin güdüldüğü dış politika yönelimi sonlandırıldı. Bu köklü değişikliği laiklere “emperyalist Batı” ve “Rusya muhipliği”, dindarlara “Osmanlı’yı diriltiyoruz”, “Ümmet’in başına geçiyoruz”, milliyetçilere de “Turan ve Türkistan” ve “Kızılelma” diskurlarıyla kakaladılar ve meşrulaştırdılar. Zemini ta 28 Şubat Post Modern Darbesi’ne dayanan bu paradigma dönüşümü, böylece halka en has ve mahir pazarlamacı olan Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde zerk edildi. Erdoğan’a bir misyon imal ettiler ve bu fabrikasyon edilmiş sentetik misyonu uniseks şekilde her kesime tekabül edecek formatta alternatif diskurlar şeklinde drajeleştirdiler. Devlete mal ettikleri Erdoğan artık istediklerini kolaylıkla toplumun ezici çoğunluğuna kabul ettirmeye yarayan bir meşruiyet enstrümanıydı artık. Distopyalarını bu tür ambalajlara sardılar, alladılar pulladılar, topluma sundular.
Milli Güvenlik belgelerinde eskiden beri Kürt Hareketi ve Gülen Hareketi “bir numaralı iç tehdit” olarak formüle ediliyordu. Fakat AB süreci ve bu süreçle bağlantılı hukuk devletine ve liberal demokrasiye doğru dönüşen Türkiye, derin devletin algısına göre kademeli olarak sağladığı özgürleşme üzerinden “devletin altını oyuyordu”. Kurulduğundan beri, hatta ondan da eski, birincil erek olarak toplumunu şekillendirmek, yani sosyolojik mühendislik olan Türkiye Cumhuriyeti, kendisinin ideal vatandaşı olan Homo Respublicus’a tekabül etmeyen her formatta vatandaşın ensesine çöken devlet, bu yeni durumla kan uyuşmazlığı yaşamaktaydı. Fakat devletin içinde hatırı sayılır oranda bir grup, yargıda, orduda, akademide, ekonomide, eğitimde, emniyette, kısaca devletin birçok kilit biriminde Türkiye’nin AB yolunda devam etmesi gerektiğini düşünüyordu. Derin devlet, bu gidişten fazlasıyla rahatsızdı, ama gidişatı değiştirebilecekleri ne bir dış konjonktür, ne de bir iç bahane mevcuttu. Açık toplumdan ve çok seslilikten, farklılıktan ve ötekilerden, heterojenlikten ve birey olmaktan öcü gibi korkan gruplar, farklı ideolojilerine karşın öteki düşmanlığında birleşebiliyorlar.
İşte 2016’nın başında ben bu ortamda Barış Akademisyenleri bildirisini imzaladım. Bu imzamın arkasında durma gerekçemi de Zaman’da yayınladığım bir makalede anlattım.
2024’te sokak röportajında tüm çıplaklığıyla Türkiye gerçeğini özetleyen oğluna, “Sen şu anda kendini yaktın!” diyen annenin o cümlesi, bana yaşadıklarımı hatırlattı. Aslında bu cümle bana söylenmişti. Borges’in öykülerini andıran bir dolambaç ve zaman tüneli karışımı ortamda, ne olduğunu hala anlayamadığımız, kendimizi “başka bir filmde” gibi hissettiğimiz, sanki “kâbus gördüğümüzü” idrak ettiğimiz an, kâbusun da biteceğinden emin olduğumuz ama bir türlü bitmediği bir atmosferdeydik. Öyle ki bu kolektif bir karabasandı. Ve bitmiyordu. Kadının dediği gibi, bir şekilde ben o anda kendimi yakmıştım.
Fakat bu kendini yakış, yine zaman ve mekândan bağımsız, daha doğrusu düz çizgisel zaman algısını darmadağın edercesine geriye doğru takip edilebiliyordu. Kendimi belki de çok daha önce yakmış olabilirdim. Öyle ya, durduk yerde, aklıma birden estiği için o bildiriye imza vermiş değildim ya! O kıvılcıma neden olan sıralı gelişim silsilesinin izini acaba ne kadar daha geriye doğru sürebilirdim? Birçok olay bu kararı hazırlamıştı. Hem bu olayların büyük kısmı benim etkimden bağımsız gerçekleşmişti. Bir kısmı da gerçekleşmediği için bugünlerin taşlarını döşemişti. Kimisi okuduklarımla, kimisi karşıma çıkan insanlarla, kimisiyse tümüyle benim irademden ve etkimden bağımsız faktörlerden dolayı meydana gelmişti.
Mesela eğer hırsızlarla darbeciler işbirliği yapmamış olsalardı… Ya da belki de hırsızlar hırsızlığa kalkışmasalardı… Ya da reformlar daha hızlı gerçekleşmiş olsaydı da, hırsızların hırsızlığı gün ışığına çıkmadan hukuk devleti AB çerçevesinde garanti altına alınsaydı. Ne bileyim! Ya da mesela darbecilerin desteğine karşın hırsızlara “dur” diyen omurgalı bir basın ve muhalefet olsaydı! Biliyorum bu düşünceler çok ütopik ama hatta velev ki – olur ya! – halk, “Ulan bunlar bildiğin hırsızmış be!” deyip, rejimi sağlamca silkeleseydi!
Bu geriye yolculuğu bu kadar yakın zamandan değil de daha gerilerden başlatabiliriz hatta.
Mesela Şark Islahat Planı yazılırken, biri çıkıp “Efendiler, bunları yaparsak tarih önünde suçlu duruma düşeriz!” deseydi. Ya da daha da evvelden, ulus inşası tasarlanırken Ziya Gökalp’e falan bakmayıp, civic ve coğrafi aidiyeti vurgulayan bir kimlik oluşturulsaydı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün! Neticede gerçekleşmiş ve gerçekleşmemiş birçok şey, işlerin sarpa sarması için adeta planlı-programlı çalıştı. Böylece ülkede olsa ‘ne güzel olur’ dediğimiz şeylerle, ‘keşke olmasa’ dediğimiz şeyler arasındaki makas olumlu şeyler aleyhine giderek açıldı ve sonunda ütopya distopyaya dönüştü. “Kar altında deniz düşü” kuranlar yenildiler. Ben bu mağlubiyeti bilmediğimden değil, bildiğim halde o bildiriye imza atmaya karar vermiştim. Yenilginin ayırtında olarak imza koymak da ütopyanın öldüğünü kabul edememe tepkisiydi esasında. Bu yazıyı yazarken bunları anlatmam bile, bu öğrenmek bilmezliğin ifadesidir hatta. Ne kadar ucunda mağlubiyet de olsa, hatta bize defalarca yine “Sen şu anda kendini yaktın!” da deseler, herhalde yapı gereği yine iyiden ve güzelden, olması gerekenden, insani olandan, adalet ve vicdandan yana tutum alıyoruz, öğrenmeksizin.
Bazen yapabileceğin sadece bir yere adını yazmaktır işte. Bir imza! Bir şeyi değiştireceğinden değil ya, ama belki kendini değiştirebilirsin. Einstein, insandaki değişme yetisini zekâ göstergesi olarak kabul eder. Esasında belki de zekâyı fazla önemsiyoruz. Önemli olan, vicdan ve merhamet, iyiden ve doğrudan yana olmak, kendin için değil, başkası için bazen ayağa kalkabilmek! Unutmamalı ki herkes kendinin hakkını ve hukukunu savunur. Altruistik kararlar, mesela herkes aksi istikamete doğru canhıraş koşarken, yanan binaya doğru koşmak, insanlığa nitelik katar, bizi insan olmaya yaklaştırır. Kürt olmadan Kürt’ün derdini paylaşmak yanan binadan hızla uzaklaşanlara garip geldi.
Başka bir gerçeklik mümkün mü?
Bunun mütemadiyen ve inatla düş kurmadan, o ütopyalar için bıkmadan ve usanmadan düşünmekten vazgeçmeden, yenilgiden korkmadan ve sayısız mağlubiyetleri saymayı bırakmadan mümkün olmayacağını düşünüyorum. O sokak röportajındaki çocuk aslında kendisini yakmadı, bilakis kendisini kurtardı.
Esas soru, o gördüğünü söyleyen çocuğun dürüstlüğünü neden toplumun ezici çoğunluğunu temsil eden annesinin “kendini yakma” olarak gördüğüdür. Evladının kişilikli oluşuyla gurur duymayan analar ve babalar, bu kolektif karabasandan nasıl çıkılacak? Değişme yetimizi küçümsemeyelim. Değişmekten korkmayalım.
Özlenen gerçeklik bize hiçbir zaman yaklaşmayacak. Oysa ısrarla doğruları söylemek, ‘Olması gereken ne’ sorusuna kafa patlatmak, ötekinin hakkına ve hukukuna kendimizinki kadar önem atfetmek, kendi azınlığımızın (hatta çoğunluğumuzun) doğrularını ötekilere empoze etmekten ziyade, ortak iyinin asgari müşterekler zeminine razı olmak, hatta bilinçli olarak onu tercih etmek – bunları sadece retorik olarak değil, davranışlarımıza yansıtacak kadar samimiyetle benimsemek, o özlenilen “başka gerçekliğe” bizi yaklaştırabilir. O özlenen gerçeklik, tüm öznelerin isteğinin ortak bileşkesi! Distopya, maalesef toplumsal ortalamanın sonucu! Distopyadan ütopyaya geçiş, imkânsız değil ama özverili ve sabırlı bir mücadeleyi gerektiriyor.
Bir yerde “üzerinde konsensüse varılamayan yazıların bizi düşünmeye yönelttiğini” okumuştum. Bu tür yazılar daha kalıcı oluyormuş. Olması gerekeni net olarak ifade edemeyen bir yazı bu ve bu nedenle Borges öykülerindeki gibi, somut bir sonu da yok. Devamı gelebilir, farklı kişilerce farklı anlaşılabilir, üzerinde düşünülebilir ya da değersiz addedilip derhal unutulabilir.
Dediğim gibi, hayat verdiğimiz kararlardan oluşuyor.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***