Mehmed S. KAYA*
Türk tanıdıklarla tartışmalarda, Türk devletinin ırkçı milliyetçi ilkelere dayandığı söylendiğinde hemen, “evet ama ırkçılık Avrupa’nın her yerinde var” cevabı gelir. Bu kişilerin, yanlış bilgi sahibi oldukları hemen ortaya çıkıyor. Avrupa’nın bazı kesimlerinde insanlar arasında ırkçı fikirler, görüşler ve tutumlar mevcut; ancak Türkiye’nin tersine, demokratik devletler ırkçı ilkelere dayanmıyor.
Irkçılık, etnik ayrımcılığın bir biçimidir. Günümüzde ırkçılık terimi geniş anlamda “insan ırkları” kavramına dayanmayan, aynı zamanda milliyet, görünüş, etnik köken gibi diğer özellikler temelinde de ortaya çıkan çeşitli etnik ayrımcılık biçimlerini ifade etmek için de kullanılmaktadır. Örneğin Kürtlere yönelik önyargılar böyle bir anlayışla, ırkçılığın bir türü olarak değerlendirilebilir. Türkiye’deki ırkçılık, ırkçılığın bu biçimini içermektedir.
Devlet ırkçılığı, kamu kurumlarının Türk olmayan azınlıklara etnik kökenleri nedeniyle ayrımcılık yapmasıyla ilgilidir. Onun için bu yazıda daha çok, devlet ırkçılığı üzerinde duracağım.
Osmanlı döneminde devlet ırkçılığı esas olarak gayrimüslim azınlıkları hedef alıyordu. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, özellikle 1924 anayasasıyla devletin kurumsal ırkçılılığı, diğer etnik azınlıklarla birlikte Kürtleri de hedef aldı (1). Peki bu nasıl gelişti?
ALDATMA VE İHANET DÖNEMİ
Türkiye cumhuriyetinde ırkçılığın ilk adımı hakikati manipüle etmek, Kürtlerin varlığını inkar etmekle gündeme geldi ve bu Mustafa Kemal’le başladı. 1919 itibariyle özerklik vaadiyle Kürt bölgelerinde hakimiyet kurdu. Ancak 1923’te cumhuriyeti ilan ettiğinde verdiği sözlerden döndü ve Kürt olan her şeyi yasakladı.
Mustafa Kemal 1924 anayasasıyla bu yasakları kurumlaştırdı. Yani Kürtlere Osmanlı’dan beri tanınan hakları yasakladı. Kürtleri inkar etti ve Türkleri yücelterek ırkçılığı kurumsallaştırdı. Kürtler bu adımları ihanet olarak algıladı. Bu aynı zamanda, Türk kültürünün ve kimliğinin diğerlerinden daha değerli olduğu anlamına geliyordu. Böylece Türklerle Kürtler arasına nifak tohumları ekti. Kürtler bu yasakları düşmanlığın tohumu olarak algıladı. O zamana kadar Kürtler ve Türkler arasında herhangi bir çatışma ya da ayrımcılık yaşanmamıştı.
Bu yasak ve aldatmaca bir dizi Kürt isyanlarına yol açtı: 1925 Sünni Kürt isyanı, 1929-1930 Ağrı isyanı ve 1937-1938 Koçgiri’nin devamı ile bilinen Dersim isyanı. Kürt ayaklanması cumhuriyetin meşruiyetini sorguluyordu. Kemalistler, verdikleri aldatma vaatlerini örtbas etmek için Kürt isyanını İngilizlerin kışkırttıkları iddiasını öne sürdüler! Kürtlere göre bu sürecin tamamı yalan ve ihanet üzerine kuruldu ve meşrulaştırıldı. Çelişkili bir şekilde, günümüzün Kemalistleri, Erdoğan hükümetini yaygın yalanlarla ve halka verilen vaatleri yerine getirmedikleri için ihanetle suçluyorlar, ancak yalan ve ihanetin cumhuriyetin temelini oluşturduğunu görmezden geliyorlar.
Mustafa Kemal, 1924 anayasasıyla Kürtler üzerindeki hakimiyetin devam etmesinden Türkleri sorumlu tuttu. Bu aynı zamanda kendi pozisyonunu güvence altına almak için iyi hesaplanmış bir politikaydı. İki horozu kışkırtırarak birbirlerine saldırtıp kavgayı seyretmek gibi. Ve Türkler, Türk olmayan gruplara hükmetmeye tarihte oldugu gibi o gün de çok istekliydiler. Türk hakimiyeti altında yaşayan halk grupları korkunç deneyimler yaşadılar: Ermeniler, Kürtler, Yunanlılar/Rumlar ve daha çokları. Bu gruplar Istiklal Mahkemeleri’nde olduğu gibi bugün de hakikatlere göre değil, devletin ideolojik gerçeğine göre yargılanıyorlar.
KEMALİST UZMANLARIN PERVASIZLIĞI
Türk tarihçileri, siyasetçileri ve sözde bilgi kaynakları hiçbir zaman topluma gerçeği söylemedi. Ve hâlâ yalan üretmeye direniyorlar. Bu yalanlar çoğunlukla orduyla PKK arasındaki çatışmalarla bağlantılı olarak ifade ediliyor. Bunun en son örnekleri Kuzey Irak’ta çıkan çatışmalarda askerlerin hayatını kaybetmesi üzerine yaşandı. Hem hükümetin kontrolündeki hem de sözde muhalif Türk televizyon kanalları, her zaman olduğu gibi emekli Kemalist generalleri, istihbaratçıları, büyükelçileri, tarihçileri, sözde göç uzmanlarını stüdyolara davet etti. Bunların esas görevi gerçekleri çarpıtmak, savaş çığırtkanlığı yaratmak, kışkırtmak, muhalifleri canavar gibi sunmak. Türkler ile Kürtler arasında fitne çıkarmak ve böylece kamuoyunu istedikleri hedefe yönlendirmek.
Bu ekipler, stüdyoda oturup Kürt düşmanlığını resmediyor. DEM partinin Türkiye’deki hukuki talepleri ile Irak ve Suriye’deki Kürtlerin talepleri suç gibi gösteriliyor.
Görüşleri Batı’daki ırkçı ve Nazi grupların yabancılara karşı kullandığı ırkçı mantığa dayanan Ilay Aksoy gibi isimler kışkırtıcı söylemleri serbestçe söyleyebiliyor. Ve kimse buna tepki göstermiyor. Başta sunucular ve stüdyodaki diğer konuklardan tepki gelmesi beklenir ama defalarca tekrarlandığı halde bu olmadı.
Aksoy’un da aralarında bulunduğu bu sözde “uzmanlara” göre Mustafa Kemal, «çağdaş bir ulus inşa etmiş ve bu ulus çok kültürlü karakterini, çeşitlilik ve farklılıkları korumuştur.» Bu büyük bir yalan değil mi? Çokkültürlü toplumlar, kendilerini kültürel olarak birbirlerinden farklı gören ve başkaları tarafından tanınan iki veya daha fazla gruptan oluşan toplumlardır. Oysa 1924 ve 1982 anayasaları Türkiye’nin çok kültürlü karakterini yasaklamış ve ülkede yaşayan herkesi yalnızca Türk olarak tanımlamıştır. Anayasanın 3. maddesi Türkiye devletinin dili Türkçedir, diyor. Kaldı ki tek dil, tek millet sloganı Hitler döneminden kalma ve faşizmin gurur duyduğu bir sloganıdır.
Halk TV ve Tele 1’de Kürt sorununun tartışıldığı sözde”uzman” panellerini defalarca takip ettim. Ancak Kürtler temsil edilmiyor. Kürt perspektifi dışarıda bırakılıyor. Kürtlerin konuşmasına izin vermeyince demokratik perspektifi de dışarıda bırakmış oluyorlar. Uzmanlar için asgari kriter, çatışan tarafların görüşlerini tarafsız bir şekilde sunmaktır. Türk uzmanlar arasında bu tür anlayış eksikliğine öteden beri alışığız. Türklerin çoğu hâlâ demokrasi, kültürel çeşitlilik, insan onuru, insan hakları gibi Batı’nın evrensel değerlerine aşina değil ne yazık ki. Çoğu Türk aydını hâlâ Kemalist totaliter perspektifin tuzağında. Sanki bu modası geçmiş bakış açısı yetmezmiş gibi Kemalistler, Mustafa Kemal’e sonsuza dek hayranlık duymamız ve minnettar olmamız için çabalıyorlar.
“YURTTA SULH, CİHANDA SULH” ŞİARI UYDURMA BİR YALANDIR
«Uzmanlar» tarafindan sıklıkla tekrarlanan melodilerden biri Mustafa Kemal’in «yurtta sulh, cihanda sulh» şiarı. Bu iddianın en azı ile «yurtta sulh» bölümü tamamen uydurulmuş yalandır. Çünkü Mustafa Kemal yurtta bunun tam tersini uyguladı. Onun yönetim dönebinde Türkiye, Türkler ile Kürtler arasında çatışma yaratılarak yönetildi. Yukarıda belirttiğim üç Kürt isyanı Kemalist cumhuriyetin onlara karşı zulmünü ifade eder.
Cihanda sulh iddiasına gelince… Bu da inandırıcı olamaz ve onun barış iradesine de dayandırılamaz. Içerde barıçıl olmayan dışarda da barışçı olmaz. Cihanda şiarının tek nedeni Türkiye’nin fakir olması ve yeni topraklar fethetme yeteneğinin olmamasıydı.
Mustafa Kemal’in Türkiye cumhuriyeti devleti oluşturma şekli (yani Kürtleri aldatma ve inkara dayalı) yeni kurulan devleti yönetmek için hangi ideolojiye sahip olması gerektiğinin işaretlerini veriyordu. Neydi bu devlet ideolojisi?
IRKÇI VE KATI TOTALİTERLİĞİN BİRLEŞİMİNDEN OLUŞAN BİR DEVLET İDEOLOJİSİ
Devlet ideolojisi, bir devletin yönetilme şeklidir. Bu ideoloji, genel kamuoyunu ilgilendiren konuları düşünme biçimidir ve dolayısıyla siyasetin merkezinde yer alan kavramdır. Pek çok bağımsız bilimsel kaynak (2), Mustafa Kemal’in iktidarda olduğu dönemde devlet ideolojisinin ırkçılık ile katı totalitarizmin birbirini tamamladığını vurgulamaktadır. Peki Kemalist devletin ideolojisini karakterize eden bakış açısı nedir? Mustafa Kemal’in resmi devlet ideolojisi (yani Kemalizm) aşağıdaki şu katı totaliter unsurları içerir:
-Kemalizm resmi devlet ideolojisi olarak dayatıldı. Bu ideoloji hakikatlerden yola çıkmaz. Hakikatları inkar eder (örneğin Kürtleri), ırkçı bir Türk görüşü yaratmayı amaçlar (örneğin Andımız 1933: («Varlığım Türk varlığına armağan olsun» veya «Ne mutlu Türk’üm diyene») ve inandırıcı olmadığı için şiddet içeren baskılara başvurur.
-Resmi devlet ideoloji tüm topluma nüfuz ediyor.
-Devlet anlayışı, yetkisinde hiçbir sınır tanımıyor ve mümkün olan her yerde kamusal ve özel hayatın her yönünü düzenlemeye çalışıyor.
-Türk olmayan etnik grupları (Kürtler, Araplar, Lazlar vs.) inkar etmekle mükemmel toplumun tarifini bulduklarına inanıyor.
-Temelde haklı olduğuna ve tek gerçeği bulduğuna inanıyor ve dolayısıyla çoğulculuk karşıtıdır.
-Toplumun her türlü soruna çözüm bulurmuşcasına ve insanların hayatlarının her yönünü yöneterek, kontrol etme hevesinde.
-En azından erken aşamada, ideolojiye dair içgörü seçkin bir elit kesime ayrılırken, diğerlerinin sahte bir fantezi dünyasında yaşadığı düşünülüyor.
-Kullanılacak araçların önünde, hiçbir ahlaki veya ideolojik engel bulunamayacak kadar büyük olan hedefine ulaşmak için her türlü aracı kullanma hakkına sahip olduguna inanır. Şiddet ve terör geçerli eylem araçlarıdır.
-Hedefin önünde duran her şey ve herkes düşman sayılacaktır.
Bunların yanı sıra ırkçılığın temelini oluşturan bir takım totaliter açıklama ve düzenlemeler de mevcuttur. Yukarıdaki tüm bu ilke ve özellikler Anadolu kültürünün gerçekliğinden kopuktur ve Mustafa Kemal gerçekliği Kemalist ideolojiye uyacak şekilde yeniden şekillendirmeye çalışıldı!
Kemalizm bir ideoloji olarak tepeden inmeci olup kitlelerin pasif olmasını bekler. Mustafa Kemal pratikte seçkinci olup siyasi karar alma mekanizmasına kitlelerin katılmasına izin vermemiştir. O, ülkeyi atanmışların, seçilmişlerden daha iyi yöneteceğini hararetle savunuyordu. İnsanlar önce eğitilmeli ve “medeni”leştirilmeliydiler. Demokrasi ve piyasa ekonomisi ancak uzun vadede gerçekleştirilebilirdi. Onun eğitim ve uygarlık reçetesi tabiatıyle Kürtlere ve Türk olmayan diğer gruplara daha kapsamlı biçimde uygulanacaktı. Az gelişmiş, düşük ırklar olarak görülen Kürtleri ve diğer azınlıkları baskı altında tutabilmek ve sadece seçkin sınıfın yararına olan hakkaniyetsiz sosyal düzeni sürdürebilmek için, yani ötekilere karşı sert davranabilmek için kendi halkına, Türklere çok daha sert davranmak gerekecekti.
Konumuzla alakalı çarpıcı olan Mustafa Kemal’in sıklıkla dile getirdiği «Türklük esastır» ilkesi. Şöyle diyor Mustafa Kemal: «Türk demek dil demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.”
Burada sadece Türkçeyi tercih etmiyor. Türkçe konuşmayanların Türk toplumuna ait olduklarına veya Türk toplumuna mensup sayılabileceklerine inanmamaları gerektiğine dikkat çekiyor. Bu açıkça Türkçe dilini diğer dillerden üstün tutmak ve Türkçe konuşmayanları dışlama anlamına gelir. Bu da ırkçı ve totaliter bir anlayışı ifade ediyor. Zorunlu asimilasyon bunun bir sonucudur.
Kemalizm’in Türkleri temel bir birim olarak vurgulaması, onları diğer etnik gruplardan ayıran egemen haklara sahip tek tip bir grup olarak idealleştirmesi eleştirilmektedir. Gerçekte bir ülkenin tek bir etnik gruptan oluşması nadir görülen bir durumdur. Çoğu zaman birden fazla grup bir arada yaşar ve gruplardan biri baskın olur.
Modern ve demokratik bir toplumda bu tür hüküm sürme yöntemlerine gerek yoktur. Ancak, iktidar partisi AKP dahil günümüzün siyasi partileri kendilerini Kemalist ideolojiden kurtarabildiler mi? Bu partiler Kemalizme göre kendilerini nasıl konumlandırıyorlar? Bana öyle geliyor ki bu partilerin Kürtler ve Türk olmayan diğer azınlıklara sundukları siyasi vaatler ırkçı ve totaliter bir bakış açısına dair güçlü bir izlenim taşıyor. Yoksa yanılıyor muyum?
(1) Stéphanie Garneau ve Grégory Giraudo-Baujeu, “For a sociology of racism”, Sociology and societies, vol. 50, 2018.
(2) David McDowall: A Modern History of the Kurds. London: I.B. Tauris.
*Mehmed S. Kaya: Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde profesör.
‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabı yazarı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***