Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Savaş ekonomisinin 995 KM’si


Çiğdem BOZ


İnsan şahitlik ettiği tarihsel dönemleri karşılaştırmaya eğilimlidir ve bu karşılaştırma genellikle “kendi zamanının” “şimdikinden” daha iyi olduğu çıkarımı ile sonuçlanır. Buradaki kendi zamanı, kişinin yaşına göre değişir; bazen çocukluğu, bazen gençliği bazen de orta yaşlarına denk gelir. Herkesin bir altın çağı vardır yani. Belki de bu yüzden sosyal medyada bu tür nostaljik eğilimleri tatmin etmek için “60’lar”, “80’ler” vb. dönem hesaplarına sık rastlar olduk.

Son dönemde en çok karşımıza çıkan dönem hesapları ve buralardaki paylaşımlar ise 90’lara ilişkin. Aslına bakarsanız 1990’larda Türkçe pop müzik dışında iyi olan ne vardı diye düşünmeden edemiyor insan. Sanırım memleketin gidişatından bağımsız kişisel tarihle ilgili detaylar güzel yapıyordur 90’ları. Buna bir de beterin beteri var dedirten son 10 yılda yaşadıklarımızı eklersek siyasi ve iktisadi istikrarsızlıklarla dolu 90’ları arar hale geldiğimizi söyleyebiliriz.

Kayıp yıllar olarak anılan 90’ları kişisel anılar dışında neden özlemle andığımızı bir süredir soruyorum kendime. Demek ki her ne kadar kayıp yıllar olarak da anılsa o yıllardan sonra kaybettiğimiz bir şeyler olmalı. Hem etrafımdaki insanlardan hem de sosyal medya paylaşımlarından gördüğüm kadarıyla bugün yokluğu hissedilen şeyleri birkaç başlık altında toplayabiliyorum:

Dokunaklı pop şarkıları ve klipleri, toplumsal asansörü çalışır kılan Fen ve Anadolu liselerindeki kamusal eğitim hizmetleri, iletişimin, eğlencenin ve ticaretin dijitalleşmediği internetsiz dünya, sitelerin henüz ortadan kaldırmadığı mahalleler ve bu mahallelerdeki komşuluk bağları, AVM’lerin yok etmediği bakkal ve orta boy marketlerde süren alışveriş kültürü, devletin temel kurumlarındaki liyakat ve elit bürokrasi, kasabanın ve kasaba kültürünün henüz kentleri-kent kültürünü bastırmadığı bir dünya.

Buradan yola çıkılarak toplumsal hafızanın kötü olayları değil de iyileri hatırlamayı tercih ettiği çıkarımı yapılabilir mi sorusunu psikologlara ve sosyologlara bırakıp ben kendi alanıma, ekonomiye dönmek ve 90’ların ekonomisini hatırla(t)mak istiyorum.

90’LARDA EKONOMİ

90’ların siyasi ve iktisadi olarak kayıp yıllar diye adlandırıldığını söylemiştim. 80’lerin üstünde yükselen bir dönemin “kazanç” olması beklenemezdi zaten. Sol-sosyalist hareketin susturulduğu, örgütlü ve sendikal mücadelenin felce uğradığı 80’lerde sınıf bilincinin aşınması, bireyselleşme, dincileşme ve piyasalaşma gibi olgular askeri faşist darbenin amacı olan ideolojik dönüşümün yansımalarıydı. Ülkeye empoze edilen neoliberal politikaların yükünün, seslerini duyuramayan ve yeterince örgütlü olmayan grupların omuzlarına bindirildiği bir ortamda kamu çalışanları arasında başlayan ve 1989’da Zonguldak maden işçileriyle devam eden protesto ve direniş hareketleri 90’lara girerken tek ümit verici gelişmeydi belki de.

Türkiye Ekonomisi ders kitaplarını açıp baktığınızda 90’lar için iki makroekonomik tespit öne çıkar. Bunlar, yüksek kamu açıkları (borçları) ile sermaye hareketlerinin önündeki kısıtların kaldırılmasıdır. Kamu açıklarını kapamanın bir yolu olarak düşünülen sermaye akımlarının serbestleştirilmesi kararının, makroekonomik istikrar sağlanmadan ve mali sektör için güçlü bir düzenleyici altyapı oluşturulmadan uygulanması uzun vadede çok maliyetli olacaktı.

90’lar bu maliyetlerin ne kadar yüksek olabileceğini gösteren örneklerle doludur. Bu örneklerin hemen hepsinde şu mekanizmanın işlediği görülür: Büyük kamu sektörü açığı ve hızla artan kamu sektörü borcu, ekonomiyi hem iç hem de dış şoklara karşı çok kırılgan hale getirmiştir; küresel ekonomide veya siyasette meydana gelen olumsuz bir olay veya kamu sektörü açığının sürdürülemez hale geldiği algısı, kısa vadeli sermayenin büyük ölçüde çıkışını tetikleyebilir, faiz oranlarını yükseltebilir, para biriminin değerini düşürebilir ve bir durgunluğa yol açabilir.

Sermaye akışlarındaki bu dur-kalk döngüleri 1991, 1994, 1998 ve 2000-2001 yıllarında olmak üzere dört kez tekrarlanmış olup, sonuncusu en şiddetli olanıdır. Bu çalkantılı büyüme olgusu 90’larda sadece Türkiye’nin başına gelmemiştir üstelik. Gelişmekte olan ülkelerin çoğu (Arjantin, Meksika) 90’larda sermaye girişleri ile büyüyen sermaye çıkışları ile küçülen bir ekonomi görünümündedir.

80 sonrasında yaşanan ideolojik dönüşümün ekonomik altyapı için de önemli sonuçları olmuştur. Üretim giderek gözden düşerek paradan para kazanan bir rantiye sınıfı palazlanmaya başlar. Özellikle 1989 yılı sonrası kambiyo rejiminin serbestleşmesi sonrası uygulanan faiz-kur politikasının yarattığı “arbitraj kârları” imkânı, sermayenin üretimden (sanayi ve tarım) finans alanına kaymasıyla sonuçlanmıştır. Enflasyonun çok üstünde borçlanan devlet, ödediği yüksek faizlerle finans sermayesinin daha da gürbüzleşmesine destek olmuştur.

Günümüzde 90’ları en çok anımsatan makroekonomik gösterge ise enflasyon oranıdır. Yüksek enflasyonun yeniden hortladığı son 2-3 yıl bize 90’ların yüzde 50 ile yüzde 100 arasında dalgalanan yıllık enflasyon oranını hatırlatıyor. Tabi şöyle bir fark da var, bugün enflasyon rakamının ne kadar gerçeği yansıttığını bil(e)mediğimiz için belki de 90’ları çoktan arkada bırakmışızdır.

90’LARIN KONUŞULMAYANI: SAVAŞ EKONOMİSİ

Akademisyen veya ekonomi yazarlarının önemli bir kısmı 90’ların ekonomisini anlatırken Güneydoğu’da yaşanan savaşı görmezden gelir. Örneğin 90’ların en büyük iktisadi problemi olan bütçe açıklarının bu savaştan kaynaklanan kısmını vurgulamazlar. Onun yerine ücret-fiyat spiralinden, KİT’lerin verimsiz yapılarından dem vururlar. Bunu yaparken de bilimi siyasete alet etmemekle veya bilime ideoloji bulaştırmamakla övünürler.

Sanki iktisat ideolojik değil de pür bilimmiş gibi davranmak çoğu meslektaşımızın ortak refleksidir. Oysa tam aksine, 90’ların ekonomisini anlatırken iç savaşı görmezden gelmek başlı başına ideolojik bir tutumdur. İktidarın ideolojisidir veya iktidardaki ideolojidir. Bu ideolojiye göre Güneydoğu, tarihten gelen sebepler nedeniyle geri kalmış bir bölgedir, başka bir deyişle Kürt sorunu iktisadi bir sorundur. Bu yüzden de oraya yatırımların yapılmasıyla halk fakirlikten çıkıp eğitimle buluşacak ve cahillikten kurtulacaktır. (80’lerde uygulamaya konulan GAP, Kürt milliyetçiliğinin yükselişine tepki olarak bölgesel kalkınmayı amaçlayan bir projedir ancak planlamacılar ile hedeflenen faydalanıcılar olan yerel Kürt toplulukları arasında ortak bir vizyonun bulunmaması, projenin faydalarını ciddi şekilde sınırlandırmıştır.)

Bu görüşe göre Kürtlerin devletine başkaldırması, dağa çıkması da yalnızca iktisadi bir meseledir, anadilini kullanamamak veya kimliğini özgürce yaşayamamakla ilgisi yoktur. Örneğin 12 Eylül darbesinden sonra Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlarla da ilgisi yoktur Kürt hareketinin.

Türkiye Ekonomisi kitaplarında Güneydoğu’da 1984 yılında başlayan PKK ile savaşın, bütçeye yeni yükler getirmesi 90’lardaki kamu açığının nedenleri arasında gösterilir. Ancak bölgedeki savaş ekonomisi detaylı bir şekilde anlatılmaz, şimdilerde bu detayları görmek için elimizde bir roman var artık. Hemen burada, “edebiyat gerçekliği anlamanın yollarından birisidir” diyerek edebiyatın “bilimsel” bir malzeme olamayacağı tezini daha en baştan reddettiğimi söylemeliyim.

Edebiyat çoğunlukla amaçlanmamış sonuçlara sahiptir: amacı öğretmek değildir edebiyatın ama çoğu zaman öğretici olur. Murathan Mungan’ın 2023’ün son aylarında çıkan romanı 995 Km Güneydoğu’da yaşanan savaş hakkında yıllardır orada burada okuduğumuz, duyduğumuz, şahit olduğumuz dağınık bilgileri kurmaca usulüyle bir araya getiriyor. Bölgedeki pek çok “faili meçhul” cinayetin faili olan bir tetikçinin anlatıcı olduğu roman, ismini, bu tetikçinin Diyarbakır’dan Alanya’ya kadar yaptığı aktarmalı otobüs yolculukları sırasında katettiği yolun uzunluğundan alıyor. 995 km boyunca kitap, o dönemi hiç bilmeyenlere veya az bilenlere çok şey öğretiyor. Dahası her iyi romanın yaptığı gibi bugünü anlamamızı da kolaylaştırıyor.

Bugüne kadar söz konusu roman hakkında çıkan yazılara baktığımızda; siyasi roman, “opera ölümü’ romanı, korku romanı, casus romanı, polisiye kurgu ve dönem romanı gibi tanımlara rastlıyoruz. Ben bu yazıyla bu nitelendirmelere bir yenisini daha eklemek istiyorum; 995 km bir savaş ekonomisi romanı dolayısıyla da bir tür politik ekonomi romanıdır. Başka bir deyişle, Mungan’ın bu romanla amaçlamadığı bir sonuca hizmet ettiğini; 90’lı yılların ekonomisini iyi anlayabilmemiz açısından önemli bir boşluğu doldurduğunu iddia ediyorum.

Romanda savaş ekonomisine dair detayları şu başlıklar altında toplamak mümkün:

  • Bu dönemde yapılan terörle mücadelenin finansmanı, kamu kaynaklarının israfı
  • Rantiye kazançlarının ve illegal faaliyetlerden sağlanan kazancın yaygınlaştığı enflasyonist yıllar: uyuşturucu başta olmak üzere çeşitli kaçakçılık faaliyetleri
  • Önce sosyalist hareketi daha sonra Kürt hareketini bastırmak için iktisadi olarak teşvik edilen İslamcı cemaatler
  • 1990’lara hâkim karanlık, korkulu atmosferden iktisadi kazanç sağlayanlar
  • Bölgede hâkim örgütlerin gelir kaynakları

Şimdi, kitaptan bazı alıntılarla bu başlıkları açabiliriz. Roman, bölgede hâkim olan üç örgütü anlatır: formel ve enformel devlet örgütleri (asker, polis ve jandarma ile JEM), İslamcı örgüt, ve dağdaki örgüt. Romanın en büyük başarısı bu üç örgütün birbiriyle nasıl iç içe geçtiğini faş etmesi diyebilirim. O yıllarda kurulan çark şöyle anlatılır romanda:

“öyle böyle değil, bakın devletin her katında Hakkari, Batman, Van üçgeninde eroin işi döndüğü biliniyor, Yüksekova’da imal edilen uyuşturucunun Van üzerinden sevk edildiğini de bilmeyen yok. Öyle bir çark kurulmuş, ortalığı örümcek ağı gibi öyle menfaat şebekeleri sarmış ki herkesin bir hesabı var bu işlerde.” (s.169).

1950’lerde küçük Amerika olma düşlerinin etkisiyle komünizmin panzehiri olarak görülen İslami hareketin devlet tarafından desteklendiğini biliyoruz. Kitapta bu tespit şöyle anlatılıyor: “milliyetçi, muhafazakar, dindar kesimin derneklerde, tarikatlarda bir araya gelmesi hoş görülüyor. Hattael altından devletin örtülü ödeneğinden besleniyorlar. İslamcı hareketin ikinci yükseliş hamlesi ise 12 Eylül askeri darbesi sonrasına denk geliyor. ABD’nin Ortadoğu’da kukla hükümetler aracılığıyla ılımlı İslam iklimi yaratma fikri, bölge ülkeleri için çizdiği bu kader projesi Türkiye’de de adım adım uygulanıyor.” (s.156).

Romanın anlatıcısı bu tür bir İslamcı oluşumdan geliyor ama aynı zamanda devletin JEM biriminin de tetikçisi. Yani bu tetikçi hem istihbaratçılar (JEM) için çalışmaktadır hem de İslamcı bir örgüt (Cihadın Askerleri) için. Jandarmanın hem istihbarat hem de operasyonel birimi olarak çalışan JEM karıştığı yasadışı işler ve infazları nedeniyle devletin resmi kurumlarının inkar ettiği bir birim. Kahramanımız, üstün başarıları nedeniyle JEM’de hızla yükselen biri. Kendisine verilen yeni kimliği ve silahların çeşidini anlatırken “devletin eli boldu” cümlesini kullanıyor.

Cihadın Askerleri diye anılan örgütün para kaynaklarına baktığımızda soygunlar, kaçak sigara kaçak saat satışı, camilerden toplanan zekât, toplanan kurban derileri, zenginlerden yardım adı altında toplanan haraç, Kuran Kurslarından sağlanan gelirleri görüyoruz. Bir de “infak” denilen vergilendirme sistemiyle kendi adamlarının gelirlerinin sekizde birini aldıklarını öğreniyoruz. Örgüt adına işletilen ticarethaneler de diğer gelir kaynakları arasında. Roman, her ne kadar Cihadın Askerleri isimli örgüte odaklansa da bölgedeki diğer İslami cemaatleri ve bunlar arasındaki rekabeti de iyi anlatıyor. Ortak noktaları bir kitabevi etrafında toplanmaları olan bu cemaatlerin her birinin 2000’li yıllarda daha da güçlenerek nasıl karşımıza çıktıklarını anlatmaya gerek yok sanırım.

Bölgedeki askerin gelir kaynaklarına dair detayları kitabın 14.bölümünde buluyoruz. Tetikçinin, Kartal Yüzbaşı (Esat Oktay Yıldıran’ı andırır) ile karşılaştığı bu bölümde Yüzbaşı’nın anlattıklarından onun “bu işleri” (yasadışı işler) bırakıp köşesine çekildiğini anlıyoruz. Cipi olduğu halde, “teröristlere av olma” korkusuyla otobüsle seyahat eden Yüzbaşı’nın sicili oldukça kabarıktır: Başta Yüksekova olmak üzere civardaki korucu aşiretlerle ortak uyuşturucu kaçakçılığı, dağda yaptığı baskınlardan elde ettiği örgüt damgalı tahsilat makbuzlarıyla kendisine gerilla süsü verip varlıklı eşraftan haraç toplama, vs. gibi.

Yüzbaşı’nın anlattıklarından görevi süresince yaptığı birikimin Ege’de bir sahil kasabasında refah içinde yaşamasına yettiğini anlıyoruz. Yine aynı bölümde bir diğer asit kuyuları komutanının da Kuşadası’na yerleştiği, Emniyet müdürünün oğlunun Bodrum’da otel aldığı gibi detayları görmek mümkün.

Kartal Yüzbaşı köşesine çekildiği için kendisinin dahil olamadığı büyük vurgunları anlatırken ise adeta hayıflanmaktadır. Bir yandan da yeni bakana bağlı polislerin indirdiği kumarhane patronları, karıştıkları kirli işler, “tonton başbakan”ın Cihadın Askerleri’nin yolunu açması gibi olayların medyada yer bulmamasından şikayetlenir: “Memleketin gazetecisi televizyoncusu da derin uykuda, narkozdalar.” (s.131)

Terörle mücadele adı altında çevrilen dümenleri gündeme getiren sadece bazı sol yayınlardır. “terör bahane, uyuşturucu şahane” manşetleri atan bu az okurlu sol yayın organlarının haberleri devlet görevlileri tarafından “savaş ekonomisi gerçeği” diyerek hafife alınırken, ”Kaç yıldır canla başla sürdürülen terörle mücadeleyi finanse etmek kolay mıydı? Madem batı ülkeleri her türlü mali askeri imkanla teröristleri destekliyor, biz de onların evlatlarını zehirlemeliyiz.” Şeklinde savunma yapan askerlere şahit oluruz romanda (s.127). Romanda ayrıca, akıbetini ne yazık ki hepimizin bildiği, Diyarbakır’da bu işleri yapanlara rahat vermediği için tepki çeken yeni emniyet müdüründen de bahsediliyor.

Yazıyı, Kartal Yüzbaşı’nın isminin okul tabelalarında yaşatıldığını, müsterih olmasını söyleyerek ve yukarıda bahsi geçen O’nun medyaya dair şikayetine cevap vererek bitirmek isterim.

“Memleketin gazetecisinin, televizyoncusunun derin uykusu” o dönemin ekonomi politiğiyle yakından ilgilidir. 90’larda finansal serbestleşmenin getirdiği denetimsizlik büyük şirketlerin aynı zamanda banka sahibi olmasına ve faaliyet dışı karlarının (faiz kazançları) artışa geçmesine neden olmuştur. Bu yıllarda iç içe geçen sadece örgütler değildir; başka bir iç içe geçme vakası bankacılık ve medya sektörü arasında yaşanmıştır. Bazı banka sahipleri medya sektörüne yatırım yaparken bazısı da reklam gücünü ve desteklediği iktidarın gücünü kullanarak medyayı manipüle etmeyi başarmıştır. Bu yüzden de Mungan’ın bu romanı, dönemi hatırlatmaktan çok o yıllarda özel TV’lerde Tutti Frutti, Çarkıfelek izletilen insanlara o sırada Güneydoğu’da dönen çarkı öğretmek gibi bir işleve sahip bence.

90’lı yıllar sömürüye, soyguna, yoksul halk kitlelerinin ezilmesine, işçilerin, memurların sömürülmesine karşı çıkan haberlere imza atan ekonomi muhabirlerinin, sermayenin sipariş haberlerinin medyada daha geniş yer bulması için çırpınan muhabirimsilerle mücadelesine de tanıklık etti. Ekonomi -muhabirliğinin değil- gazeteciliğinin sefaleti de sermayenin gerek medya sahipliği gerekse de reklam veren olarak medyayı giderek daha etkin bir şekilde yönlendirmesiyle başladı.


Çiğdem Boz: 1978’de Tokat’ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’ni bitirdi. 2009 yılında “Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı” konulu teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden doktor ünvânını kazanan Boz, 2012 yılında kurduğu “İktisadi Düşünce Tiyatrosu” ile iktisadi düşünce tarihini tiyatro ile anlatmaya çalıştı. Türkiye iktisat tarihi ve iktisat eğitimine dair belgesel-filmler çeken Çiğdem Boz’un “İktisatçı” (2019) ve “İstanbul’da İktisat” (2022) isimli iki belgeseli bulunmaktadır. İktisadi düşünce, iktisat tarihi, dayanışma ekonomileri ve Aleviliğin ekonomi politiği konularında çalışan Boz, üç çocuk – üç evcil hayvan annesi olmasının yanında Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version