PROF. DR. EFE ÇAMAN | YORUM
Kolektif güvenlik, uluslararası ilişkilerin en merkezi kavramlarından biridir. Güçlü bir tehdide karşı görece daha güçsüz ülkelerin bir araya gelerek caydırıcılık ortaya koymaları olarak özetlenebilecek kolektif güvenlik, tarihte birçok kez karşımıza çıkar. Savunma ittifaklarının ve askeri işbirliğinin temelini bu düşünce oluşturur. Kolektif güvenlik, en önemli amacı varlığını sürdürmek olan devletlerin bunu sağlamaya yönelik attığı bir adımdır.
Kolektif güvenliğin bir adım ilerisi kolektif güvenlik işbirliğini kurumsallaştırarak bir kolektif savunma mekaniği oluşturmaktır. Kolektif güvenlik işbirliğini geçici veya kısa ömürlü olmaktan çıkarıp onu sürekli veya uzun süreli kılmak, kurumsallaşarak ortak düşmana yönelik askeri caydırıcılığı tüm grup üyeleri için eşit şekilde sağlamak, savaş ortamında birlikte savunma yapabilecek, saldırıya ortak yanıt verebilecek, etkili askeri işbirliği ve işbölümü ortaya koyabilecek bir senkronize hareket kabiliyeti yaratmak gibi amaçları olan kolektif savunma konseptinin ete-kemiğe bürünmüş en etkili örneği şüphesiz ki Kuzey Atlantik İttifakı Örgütü’dür (NATO).
NATO, İkinci Dünya Savaşı ardından, Sovyetler Birliği’nin (SSCB) Doğu Avrupa’yı etkisi altına almasına yönelik bir tepki olarak doğdu. İkinci Dünya Savaşı’nda müttefik olan Batılı ülkeler ve SSCB, savaş esnasında aralarındaki sistemsel ve ideolojik farklılıkları bir kenara bırakarak ortak düşmana karşı savaştılar. Savaş sonrasında Almanya bertaraf edilmişti. Almanya dört sektöre ayrıldı. Üç Batılı sektör (ABD, Birleşik Krallık ya da İngiltere ve Fransa) sektörlerini birleştirerek Federal Almanya’nın sınırlarına tekabül eden alanı kontrolleri altına aldı. SSCB ise Doğu Almanya topraklarını kapsayacak şekilde bir kontrol alanı oluşturdu. Dahası, SSCB Avrupa’nın doğusunu tümüyle işgal ederek istediği Sovyet tipi komünist rejimleri inşa etti.
Eğer başta ABD olmak üzere bu duruma tepki vermeseydi, Moskova ilerlemesini durdurmayı düşünmüyordu. Bunun nedeni Marksist-Leninist dünya devrimi, küresel komünizm ve buna hizmet eden rejim ihracı doktrinidir. Bu ideolojik nedenin yanında, elbette büyük güçler arası mücadele de Soğuk Savaş’ın ortaya çıkmasında belirleyici oldu. SSCB ve ABD arasında komünizm ve liberalizm/kapitalizm ideolojik pozisyonlarından kaynaklı gerilim olmasaydı da, jeopolitik nedenlerle Soğuk Savaş muhtemelen ortaya çıkacaktı. Demek ki hem ideoloji, hem de jeopolitik NATO’nun kurulmasında önemli bir rol oynadı.
NATO, kolektif güvenlik ihtiyacının ortaya çıkması ardından, güvenlik politikalarını koordine edecek bir kurumsallaşma girişimidir. SSCB’ye ve komünizm tehdidine karşı Truman Doktrini ve Marshall Planı gibi ad hoc getirilmiş önlemlerin ötesinde bir kalıcı caydırıcılık ve güvenlik yöneliminin pratik sonucudur. Truman Doktrini Türkiye ve Yunanistan’ı korumak için bu ülkelere ABD tarafından yapılan ekonomik yardımın çerçevesini oluşturdu. Marshall Planı ise yine her iki ülkeyi de kapsayacak şekilde, diğer Batılı ülkeleri de ekonomik olarak toparlayacak çok büyük çaplı bir ekonomik yardım programıdır. Her iki programın da hedefi, liberal demokrasinin ve pazar ekonomisinin korunması, daha somut olarak komünizmin yayılmacılığının engellenmesidir. Bu yayılmacılık salt fikirsel veya politik bir yayılmacılık değildi. Aynı zamanda askeri bir yayılmacılıktı. Türkiye özelinde SSCB Boğazlar bölgesini (Boğaziçi, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı’nı kapsayacak şekilde) kontrol etmek istiyordu. Bu İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından isteğini dolaylı değil, gayet açıkça defalarca dile getirdi. Aynı zamanda SSCB lehine bir sınır düzenlemesi yaparak Türkiye-SSCB sınır bölgesine yakın Türkiye topraklarını da kendi topraklarına katmak istediğini birkaç kez açıkça dile getirdi. Bu dönemde Türkiye’nin kendi milli imkanlarıyla bu taleplerde bulunan agresif bir SSCB’ye karşı koyma kabiliyeti yoktu. Aynı şekilde, SSCB tahakkümü dışında kalan diğer Avrupa topraklarında da kendi başlarına SSCB tehdidine direnebilme olanağı bulunmamaktaydı. ABD (ve Kanada) bu durumun farkındaydılar. Avrupa kıtasında hem Sovyet genişlemesini frenlemek, hem de ihtiyaç duyulan ekonomik toparlanmaya destek olmak, ABD tarafından ulusal çıkar olarak algılandı. Neredeyse tümüyle haritadan silinmiş olan (Batı) Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri, kısa zamanda ABD destekli bir toparlanma yaşadı. NATO’nun kuruluşuyla da Sovyet yayılmacılığı durduruldu. Türkiye NATO’ya katılmak için çok uğraştı. Çünkü NATO – ve ABD – desteği olmaksızın toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını koruma olanağı yoktu.
NATO’nun siyasi bir kanadı var ve bu kanat belli siyasal prensiplere dayanıyor. Bunların başında liberal demokratik değerler gelmekte. Uluslararası ilişkiler kuramında demokratik barış modeli olarak geçen önermeye göre demokratik devletler birbirleriyle savaşmaz. Bu ampirik bir gözleme dayanıyor ve oldukça yaygın kabul gören bir model. NATO, liberal demokratik ve özgür ülkelerin oluşturduğu bir savunma örgütü. Bu kulübe katılımın belli koşulları bulunuyor. Anayasal liberal demokrasi, insan hakları, azınlık hakları, temel özgürlükler, siyasal çoğulculuk ve rekabetçilik gibi siyasal ilkelerin yanı sıra, serbest piyasa ekonomisinin uygulanması da bir ölçüt. NATO’nun Sovyet komünizmine ve onun yayılmasına yönelik bir tepki temelinde kurulmuş ve tasarlanmış olması unutulmamalı. Türkiye NATO’ya girerken tıpkı Birleşmiş Milletler’e (BM) kurucu üye olarak katılırkenki stratejisini izledi. Çok partili hayata geçmiş olmak elini güçlendirdi. Ülkede Batı tipi bir demokrasinin inşa edilmekte olduğu mesajının altını çizdi.
Batı’yla işbirliğinin Atatürk Cumhuriyeti’nin muasır medeniyet seviyesine çıkmak gibi bir ideolojik zemine oturttu. İslami köklerine karşın seküler devlet oluşu bu iddiasını destekledi. Her türlü demokrasi sorununa rağmen NATO’da 1950’lerde bu yaklaşım genel bir kabul gördü. Türkiye NATO üyeliğini hak etmekteydi! Elbette bu yaklaşımın en büyük meşruiyet zeminini Soğuk Savaş ve jeopolitik gereklilikler oluşturuyordu. Sovyet donanmasını Karadeniz’de hapsetmek, Avrupa-Asya ayrım nokrasında NATO üyesi bir ülkenin olması, ABD donanmasına ve nükleer silahlarına SSCB’ye en yakın konumda üsler sağlamak gibi askeri gerekçeler, Türkiye’deki tam teşekkül etmemiş demokrasiye yönelik NATO toleransını besliyordu.
Yine uluslararası ilişkiler kuramındaki karşılıklı bağımlılık yaklaşımı gereği, uzun erimli işbirliğinin de ortak kurumsal kimlik yaratacağı öngörülüyordu. Türkiye on yıllarca Batı ittifakında bulunacak, orta ve uzun vadede bu kimliği özümseyecekti. Nitekim TSK içerisinde çok büyük bir çoğunluk Batılı dış politikayı ve güvenlik politikalarını destekledi. Ortak düşmanların varlığı bu duruma zemin oluşturuyordu. SSCB tehdidi ilişkilerin en büyük meşruiyet zeminiydi. Ancak Soğuk Savaş bitince bu gereklilik de ortadan kalktı. Rusya eskisi gibi bir askeri tehdit değildi. Dahası Türkiye eski SSCB coğrafyasında meydana gelen tektonik yıkım sonrası kültür-kimlik-tarih odaklı bir dış politik yaklaşıma kaydı. Batı da bu dönemde komünizm nedeniyle bölünmüş kıtayı birleştirmeye odaklandı. Türkiye kıtanın çok periferisindeydi. Ayrıca kıtanın ortak kimlik ve tarihini paylaşmıyordu. Bunu hem Avrupalıların perspektifinden, hem de Türkiye’nin perspektifinden doğrulayabiliriz.
En önemli sıkıntılardan birini Türkiye’nin liberal demokrasiyi benimsemiyor oluşu oluşturmaktaydı. Türkiye derin kültürel fay hatlarının olduğu, sosyolojik kutuplaşmaların had safhada olduğu, devletin istikametinin – ana yöneliminin – hala tartışma konusu yapıldığı, sosyolojik manada toplumlaşamamış bir yapıya sahipti. Devleti kontrol ederek kendi kültürel-politik ajandasını uygulamak isteyen birçok rakip grup vardı. Bu kutuplaşma zamanla yeknesaklığa yakın bir yapısı olan TSK’ya da sirayet etti. Birçok darbeyle ve muhtırayla cumhuriyeti farklı yönlere çekmek isteyenlere yönelik katı güç uygulamaları yapıldı ve bu mevcut sorunları daha da derinleştirdi ve çözümsüzlüğü güçlendirdi. Uzlaşı kanalları kapalı bir toplum ortaya çıktı. Bu ortamda tüm gruplar istisnasız olarak kendilerine insan hakları, özgürlük ve demokrasi talep ediyor, diğer grupların bu doğal haklarını ise engellemek üzerine uzun vade stratejiler geliştiriyordu. Çünkü mevcut siyasi kültür buydu. Değişmemişti, dönüşmemişti, gelişmemişti!
Türkiye’nin Batı yönelimi uzun süre ülkenin ana istikametini belirlerken, Soğuk Savaş sonrası gerek Avrupa Birliği’nden (AB) istediği veya umduğu ilgiyi görmemek, gerekse de başka “fırsatların” (mesela Türkî cumhuriyetlerin) ortaya çıkması, dış politika yönelimi olarak Batı yönelimini erozyona uğrattı ve eritti. Zayıflayan Batı yönelimi Orta Asya ve Ortadoğu yönelimini tercih eden farklı partilerden siyasi elitler tarafından tümüyle işlevsel olarak algılandı. Batı’dan gelecek maddi destek, Batı pazarına girmek, Batı tüketim toplumunun nimetlerinden yararlanmak gibi maddi beklentiler sürerken, Batı’nın hukuksal, siyasal ve kültürel birikimi ilgi alanı dışında kaldı. Jeopolitik gerekliliğin yetersizliği sonrası Batı da artık Türkiye’ye yönelik eski ilgisini ve toleransını kaybetti. 1980’lerden 1990’lara geldiğinde Türkiye hala en temel insan hakları ve demokrasi sorunlarını çözememiş durumdaydı.
Türkiye’deki mevcut resmi tarih ve toplumsal hafıza Batı’yı hep öteki olarak algıladı. Bu durum özellikle Soğuk Savaş sonrası barizleşti ve siyasi karar alıcılarca açıkça telaffuz edilmeye başlandı. Türkiye’nin Osmanlı-İslam hafızası ve büyüklük kompleksi, mevcut sınırlarından ve gücünden memnun olmama, hep eski günlere yönelik nostalji, yeniden güçlenme ve etki alanını arttırma, “eski topraklara” dair duyulan özlemin siyasi diskura etkisi gibi birçok patoloji normalleşti ve filtre edilmeden halka pompalanmaya başlandı.
Kültür önemlidir. Türkiye kültürüne referans olarak Batı kültürünü temel aldı ve “işte biz bu değiliz ve bizi bu tanımlar” dedi. Soğuk Savaş esnasında Batılı olmaya çalışan ve bunu Atatürk reformlarının devamı gibi gören ve meşrulaştıran siyasi elitler, Soğuk Savaş sonrasında Batılı olmamak üzerinden bir siyasal diskur geliştirdiler ve bununla övünmeye başladılar. İslam ve Türklük bağlamında bir antagonizma yaratıp, kendilerini Batı’nın ötekisi, Batı’nın rakibi (hatta ezeli düşmanı), Batı’nın saldırısıyla küçülmüş, haksızlığa uğramış bir kurban gibi tanımladılar. Halkın geniş kesimleri kolektif tarihsel hafızanın ve özellikle de endoktrinasyonun da etkisiyle bunu satın aldı.
Tarih algısı, resmi tarih ve kimlik inşası bu olunca, NATO, AB, ABD ve diğer Batılı ülkeler müttefik olarak algılanmamaya başlandı. Bu özellikle 2016 sonrası ABD’nin 15 Temmuz’un planlayıcısı olarak lanse edilmesinden sonra iyice pekişti. ABD yanında Almanya, AB, İsrail gibi ötekiler yaratılarak bu yeni kimlik iyice toplumda yer edindi. Erdoğan ve Avrasyacı güç paydaşları gerek rejimin bekası (yani kendi maddi-manevi menfaatleri), gerekse de Neo-İttihatçı ve Neo-Osmanlıcı maceracılığa temayülleri nedeniyle birbirleriyle asgari müştereklerde ve ortak çıkarlar temelinde anlaştılar.
Batıcı ve evrenselci olarak algıladıkları Kürtleri ve Gülen Hareketi’ni rejimlerine en ciddi tehdit olarak algılıyorlardı. Kürtler zaten cumhuriyetin 100 yıllık geçmişinde en standart düşmanlarıydı. Muhafazakâr-modernleştirici Gülenciler ise kendi yerli-milli ideolojinin altını oyuyordu. Erdoğancı İslamcılık, Avrasyacı/Ergenekoncu ekip, Kemalistlerin büyük çoğunluğu, Ulusalcılar, MHP ve Ülkücü Hareket, Milli Görüş, Leninist-Stalinist sol gibi aklınıza gelen ne kadar ideolojik mahalle varsa tümü Kürtleri ve Gülencileri düşman ilan etti. Bunların tümü Gülencileri ve Kürtleri Türkiye’nin bölünmesine yönelik çalışan emperyalist Batılıların maşası olarak algılıyor.
Türkiye örneğinde, NATO ve Batı’yla ilişkiler babında şunu öne sürmek yanlış olmaz: Strateji kaybetti, kimlik, kültür ve tarih kazandı. İslamcılarla Avrasyacıları birleştiren, yukarıda analiz ettiğim ortak çıkarlardır.
Şimdi İsveç’in NATO’ya katılımı onaylandı. Rusya’cı rejim Batı’yı da tümüyle silecek maddi imkânlara sahip değil. Bu nedenle “mertçe” esas istediklerini yapamıyorlar. ABD ve NATO üslerinin kapatılması, Kıbrıs’ın kuzeyinin ilhak edilmesi, Rusya-Çin-İran’la beraber daha risk alıcı bir dış politika macerasına girişmek gibi hamleleri yapabilecek maddi-ekonomik imkânları yok. Batı’ya sessiz ve derinden zarar vermek, bunu iç siyasette kahramanlık hikâyesi olarak satmak, bunu siyasal akça olarak kullanmak, bu arada abrakadabra işlerini aksatmadan devam ettirmek ve zenginleşmek – hepsi tatlıdır! Oyunun kaybedeni Avrasyacılar mı? Elbette değil. Avrasyacılar TSK’daki NATO ve Batı yanlısı tüm subayları tasfiye etti. Zamana oynuyorlar. Erdoğan kadar kullanışlı bir figür bulmaları şu an için zor. Trump başkan olursa NATO’nun ciddi bir varlık sorunu yaşaması muhtemel. Rusya ve Çin bu durumda yararlanacaktır. Kuzey Kore ve İran gibi aktörler de güçlerini arttıracaklar. Türkiye bu kulüpte epey dost edindi ve tecrübe kazandı. Dolayısıyla Batı’da zafiyetin artmasıyla doğru orantılı olarak daha radikal hamleler gelebilir.
Türkiye diktatörlükle yönetilecek. Siyasi kültürü ve beşeri malzemesi budur ve bunun kısa zamanda değişmesi olanaklı görünmüyor. Mutlak monarşiden meşruti monarşinin diktatörlüğe dönüştüğü İttihatçılığa, Kemalist diktatörlükten formalitenden çok partililiğe, askeri vesayet rejiminden İslamcı-Avrasyacı rejimin otoriterliğine – dönüyor dolaşıyor ama hep siyasi kültür bakımından aynı yerde duruyor. Sosyolojik gerçekliğin dikte ettiği siyasi atmosfer budur. Bu nedenle kendi gibi liberal demokrasiyle sorunları olan Rusya, Çin, İran gibi aktörlerle iyi anlaşıyor. Onları çok sevdiğinden değil, onlarla aynı anti-Batıcı temayüllere sahip olduğundan!
Bu konuyu analize devam edeceğim.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***