Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Gitmesini bilmeyenlerin siyasi finali 

Gitmesini bilmeyenlerin siyasi finali 


NECİP F. BAHADIR | YORUM

Sıcak gündem çok yoğun, farkındayım. Türkiye iyiden iyiye seçim sürecine girdi. Partiler adayları açıkladı. Başak Demirtaş gibi seçimin kaderini etkileyecek sürpriz çıkışlar var. Bütün bunlara rağmen ben bugün de serin bir yazı yazmayı düşünüyorum. Seçimi, adayları daha çok konuşacağız, tartışacağız. Sıcak gündemi biraz daha demlemeye bırakmaktan yanayım.

Daha önceki üç yazıda bende takıntı haline gelen partilerin isimleri ve amblemleri üzerine sıra dışı değerlendirmeler yapmıştım. Türk siyaseti üzerine çok düşünen, okuyan yazarınızda bir ‘takıntı’ daha var. Hayır, psikolojik bir sorun değil takıntım. Türk siyasetinin karakteri haline gelmiş bir durumdan söz ediyorum bu kez. Anlatınca bana hak vereceğinizi umuyorum.

Türk siyasetinde ‘liderler’ çok kötü finalle adeta hezimete uğrayarak politikadan uğurlanıyor. Çok gerilere gitmeyeceğim, İsmet Paşa’yı da bu kapsamda değerlendirebiliriz. Koltuktan çekilmesini bilemediği için Bülent Ecevit ile girdiği parti içi mücadeleyi kaybetti. Kurtuluş savaşı komutanı, tarihi karizma gibi nitelikleri işe yaramadı. Buna 1950 seçim mağlubiyetini de ekleyebilirsiniz. Eşi Mevhibe ile birlikte Kızılay’a makam arabasıyla değil otobüsle gitmek zorunda kaldı.

Ben Türkiye’ye damgasını vurmuş, politika hayatımızdaki etkileri hala süren 4 siyasi liderin hayatlarına dikkat çekmek istiyorum. Dördü de aşinası olduğunuz isimler; Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş… Celal Bayar ve Adnan Menderes de var elbette ama o ikisi başka hikayenin kahramanı. Sırası gelirse bir ara onları da yazarız. Merak etmeyin, yazıların teması ‘tarih’ değil ‘siyaset’ olacak.

Önce bir anekdot… Yaklaşık 10 yıl önce Amerikalı bir grup gazeteciyle yemekli sohbete katılmıştım. Uzun uzun Amerika ve Türkiye’nin iç siyasetinden konuştuk. Cevabını az çok tahmin etmeme rağmen ortamı renklendirmek için, “Türk tarzı bir soru soracağım sizlere.” dedim. Gözler bana çevrilince, “Obama içeride ve dışarıda izlediği politikalarla çok başarılı görünüyor. Başkanlığının da sonuna geldi. Yaşı çok genç…Anayasa’yı değiştirerek görev süresini bir dönem daha uzatmak mümkün değil mi?” diye sordum.

Hepsinin gözü fal taşı gibi açıldı. Cevapları gayet net, “Hayır, asla olamaz. Böyle bir şey düşünülemez bile. Teklif dahi edilemez. Düşünenin aklından şüphe edilir.” şeklinde oldu.

Ne kadar başarılı olursanız olun ‘iki dönem’ adeta bir Nass’a dönüşmüş durumda Amerika’da. 8 yılı tamamladıktan sonra eve dönmekten eşiniz ve torunlarınızla başbaşa kalmaktan başka seçeneğiniz yok. Yaşınız daha gençmiş, çok başarılı işler yapmışsınız, ülkenin size ihtiyacı varmış… Hikaye, geçiniz bunları. Yerinizi dolduracak yığınla insan var. Batı’da kişi değil kural kral… Kişiler değişir, sistem değişmez.

Ya Türkiye’de? Cevabı belli… Bir de ben anlatayım.

Süleyman Demirel’in çok genç yaşta Adalet Partisi’nin genel başkanı oldu. ‘Su Müdürü’ olarak nam saldı, başarılı bürokrattı, barajlar köprüler yaptı. Milliyetçi, muhafazakar kimliğe sahipti. Halkın nabzını yakalamasını bildi ve ilk iki seçimde partisini yüzde 50’lerin üzerine taşıdı. Rekor hala ondadır. O dönemin şartları içinde ileri düzeyde muhafazakardı, inançlı kesime kol kanat gerdi.

Hatta İsmet Paşa, “Demirel Said Nursi’nin halifesidir.” dedi. Çok badireler atlattı Demirel, 6 defa gidip, 7 kere gelmekle övündü.

Finali nasıl yaptı? 

Siyasi çizgisinden saptı, arkadaşlarını dostlarını küstürdü. Kendisine destek veren dini grupların bile gönlünü yaraladı. ‘28 Şubat’ sürecinin baş aktörü olarak veda etti siyasete. Hiç istemediği halde partisini Tansu Çiller’e kaptırdı.

Hayatı boyunca izlediği siyasete ve değerlerine ters düşme pahasına 28 Şubat’taki rolüyle hatırlanacak. Senfoni orkestrasını dinledikten sonra ‘İşte çağdaş Türkiye’ sloganı hafızalardan silinmeyecek. Görev süresini 5 yıl uzatmak için hamle yaptı fakat Meclis geçit vermedi. Oysa doğru zamanda gitmesini bilseydi bugün bambaşka Demirel portresi yazılırdı.

Bülent Ecevit, İsmet Paşa’ya kafa tutarak başladı siyasete… Önce genel sekreter, sonra CHP Liderliği ve efsane Karaoğlan… Dağa taşa ismini yazdırdı. Siyasette fırtına gibi esti. ‘Kıbrıs fatihi’ ünvanıyla girdiği seçimlerde yüzde 42 gibi solu yani CHP’yi tarihinin en yüksek oy oranına ulaştırdı. O rekor hala kırılamadı.

Ecevit şairdir, edebiyatçıdır. Konuşmalarını daktilosuyla kendisi yazardı. Bir kitabında “Siyasetçi koltuğunu bırakmasını bilecek ve siyaset dışında uğraşları olacak.” diye yazdı. Fakat bu cümleler kağıt üzerinde kaldı, hayatına uyarlayamadı.

12 Eylül askeri dönemde destansı mücadele verdi. Yargılandı, hapse girdi. Şu sözü tarihe geçti: “Dışarıda mahpus gibi yaşamaktansa, özgür bir insan olarak hapiste kalmayı tercih ederim. Artık ulusça özgürlüğün bedelini ödemeye alışmalıyız.” Şartlar değişti, siyasete geri döndü. Klasik sol çizgiden uzaklaştı ve bir zamanlar ‘Karaoğlan’ sloganı atanlar bu kez ‘solu bölen adam’ yaftasını yapıştırdı.

Bahtı yaver gitti, ömrünün son demlerinde ‘başbakanlık’ koltuğuna oturdu. Fakat o kabına sığmayan, dinamik Karaoğlan’dan eser kalmamıştı. İlerleyen yaş ve kronik hastalıklar belini büktü ve finali zor konuşan, ayakta güçlükle duran bir lider olarak yaptı. Siyasete vedası Demirel gibi hiç de iç açıcı olmadı. Tarih onu fırtına gibi estiği ve kitleleri arkasından sürüklediği gençlik yıllarıyla değil yaşlı hali ve sandıkta dibi gördüğü siyasi finaliyle hatırlayacak.

Necmettin Erbakan kendi kitlesini kendi oluşturdu. Hazıra konmadı… Sıfırdan bir siyasi hareket başlattı. Önce Meclis’e  bağımsız olarak girdi sonra parti kurdu. Şairin “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.” sözü Erbakan’da karşılığını buldu. Adım adım büyüttü partiyi. Rüzgar arkasından değil, karşısından esiyordu. Medya, derin devlet ve iş dünyasıyla çarpışarak iktidar olmayı başardı. Başka engeller kondu bu kez önüne, partisi kapatıldı, siyaset yapması yasaklandı.

Siyaset hiç bırakmadı. Perde arkasından partisini yönetmeye devam etti.

AK Parti’yi kuran kadrolar tek adamlığına, istişareden uzak tutumuna ve koltuğu bırakmamasına isyan etti. Ve onu terk ettiler. Bugünkü AK Parti’yi kurdular ve iktidara taşıdılar. Normal şartlarda bir hoca başarılı öğrencileri ile gurur duyar. Fakat bu kural siyasette geçerli değil. Erbakan, AK Parti’nin siyasetini hiç beğenmedi. Kendisini ‘Fatih’in mirascçısı’ olarak tanımlarken, Erdoğan ve arkadaşlarına ‘Bizansın çocukları’ dedi. Son nefesine kadar politikaya devam etti. O da Ecevit gibi iki büklüm oldu, koltuğunu bırakmadı.

Siyasi finalini güzel yaptığını kim söyleyebilir? 

AK Parti 28 Şubat’ın ağır şartları hüküm sürerken ‘lidere ve siyasetine bir isyan hareketi’ olarak ortaya çıktı. Bir kadro harekete olacaktı. Genel başkanlık, milletvekilliği ve belediye başkanlığına bir sınır getirildi. Erbakan gibi ömür boyu değil genel başkanlık en fazla 15 yıl mümkündü. Asla lider sultası olmayacaktı. Parti tüzüğüne yazıldı bunlar. Ve bugün kendi koyduğu kurallara bile uymayan dahası hiç bir sınır tanımayan AK Parti var karşımızda.

Dört lidere Erdoğan ismini de ekleyebiliriz. Erdoğan’ın siyasetini dönemlere ayırmak ve 3-4 farklı Erdoğan portresi yazmak gerekir. İlk dönemin Erdoğan’ı ile bugünkü Erdoğan arasında dağlar kadar fark var. Erdoğan siyasete başladığı yıllardaki kendi çizgisiyle bile kavgalı. Erdoğan bugün siyasi finalini oynamakta. Finalinin geçmişine, değerlerine kısaca siyasi çizgisine ne kadar uygun düştüğü ortada. Yazık etti hem kendine hem de partisine. Demokrasi, insan hakları, Avrupa Birliği ile müzakere ve ekonomik kalkınmanın ardından tüm bu alanlarda dibi gördüğü bir finale kim iyi diyebilir ki…

Alpsalan Türkeş için de benzer değerlendirmeleri yapmak mümkün. Vaktinde çekilmesini bilmedi. Genç kadroların önünü açamadı. BBP gibi bir partinin kopmasına neden oldu. İsmine uygun bir final yapamadan hayata veda etti.

Başta Amerika olmak üzere Avrupa ülkelerinde siyasete sınırlama getirilmesi aslında politikacının lehine. Tarih boyunca en büyük zulüm ve gaddarlıklar iktidara gelmek için değil gitmemek ve koltuğu korumak için yapılmıştır. Buna parti içi iktidarı da ekleyin.

Bir gün gideceğini bilen siyasetçinin politikalarının daha sağlıklı olacağı muhakkak. Aliya İzzetbegoviç’i istisna tutmak lazım. Önünde iktidar yılları dururken, “Ben gidiyorum, koltukta değil evde ölmek istiyorum.” dedi ve gitti. Avrupa’da örneği çok. Daha yakınlarda Merkel, “Benden bu kadar!” dedi ve veda etti aktif politikaya.  Türk siyasetinde liderler bir daha gitmeyecekmiş gibi koltuğa yapışıyorlar adeta. Günün sonunda da yukarıda kısaca anlattığım ‘final manzaraları’ yaşanıyor.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version