Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Netflix’te gezinirken Elena’yı görürsen; sakın şaşırma!

Netflix’te gezinirken Elena’yı görürsen; sakın şaşırma!


Tek cümleyle özetleyecek olursak; “Elena Sabe –  Elena Biliyor”, bir gerilim filmi perdesinin arkasında gizlenmiş samimi bir iç gözlem hikayesi.

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Belki de yaşayan en önemli Rus yönetmen olan Andrey Zvyagintsev’in filmlerini analiz etmeye sert, karanlık ve kasvetli filmi Elena ile devam ediyoruz. 2011 yapımı film Sundance başta olmak üzere pek çok nitelikli festivalden 24 farklı ödül aldı.

Elena, aile, sınıf çatışması ve paranın yozlaştırıcı etkisi gibi temaları işleyen çok katmanlı bir anlatıma sahip olan bir film: Hikaye, zengin Rus iş adamı ve eski hastası Vladimir ile evli olan Elena etrafında dönüyor. Her ikisinin de önceki evliliklerinden çocukları var; Elena’nın işsiz ve ona mali olarak bağımlı bir oğlu var, Vladimir’in ise yabancılaşmış bir kızı. Konu, Vladimir’in kalp krizi geçirmesi ve Elena’nın torununun zorunlu askerlik hizmetinden kaçınmak için mali yardıma ihtiyaç duymasıyla karmaşık bir hal alıyor. Vladimir yardım etmeyi reddedince, Elena ailesinin mali geleceğini güvence altına almak için Vladimir’i öldürmeye karar veriyor.

Zvyagintsev’in üçüncü uzun metrajlı filminde, önceki daha soyut çalışmalarına kıyasla gerçekçi ve yerleşik bir yaklaşım sergiliyor. Film, açık ve yapılandırılmış bir anlatı sunarak daha erişilebilir olmasına rağmen, hala bir seviye karmaşıklık ve duygusal angajmanı koruyor.

Malum; zengin/yoksul arasındaki ekonomik uçurum hayli klişe ve merkezi bir tema. Bu kontrast, Vladimir’in Moskova’nın merkezindeki lüks evi ve Elena’nın oğlunun şehrin dış mahallelerindeki dar apartman dairesi arasındaki görsel temsil ile vurgulanırken, film, parasal kaygılar tarafından etkilenen ve sık sık yozlaşan aile içi ilişkileri araştırıyor. Usta yönetmen, karakterler arasındaki etkileşimler soğuk ve işlemsel, toplumun genel materyalizmini yansıtmakta hayli başarılı.

Kaçırılmaması gereken bir nokta; Elena’nın iki sosyal sınıf ve nesil arasında bir köprü rolü oynaması.  Film, aile sorumluluklarının değişken ve genellikle dönüşen doğasını ve nesiller arasındaki tutum ve yaşam tarzı farklılıklarını vurguluyor.

Öte yandan Elena, erkeklerin hüküm sürdüğü ve kadınların rolünün genellikle erkeklere hizmet etmekle sınırlı olduğu ataerkil bir toplum olarak çağdaş bir Rusya’yı tasvir ediyor. Elena’nın karakteri ve diğer kadın karakterler üzerinden bu durum vurgulanıyor.

Film, Zvyagintsev’in önceki çalışmalarının aksine çoğunlukla iç mekanlarda ve kapalı ortamlarda çekilmiş. Bu tercih, film için boğucu ve yoğun bir atmosfer ekliyor. Açıkçası zaman zaman seyirciyi bunaltacak bir seviyeye ulaşıyor bu kasvetli kurmaca.

Elena’nın en etkileyici yönlerinden biri de her ne kadar film için özel olarak bestelenmemiş olsa da Philip Glass’ın “Symphony No. 3” adlı eseri. Bu müzik tercihi hikayeye gergin ve etkileyici bir katman ekliyor.

Elena, pek çok sahnesinde Dostoyevski’nin ayak seslerinin duyulduğu can yakıcı bir film aslında.

Film, para motivasyonları ile hareket eden, aile sevgisinden veya şiirsel adaletten yoksun karakterlerinin kasvetli bir tasvirine dönüşürken, sempati uyandıran karakterlerin eksikliğine rağmen, bu özelliklerin göz kırpmadan gözlemlenmesiyle etkileyici bir anlatı oluşturuyor. Elena bu yönüyle bakıldığında -ekonomik uçurumun keşfi- Oscarlı meşhur Parazit ile karşılaştırılabilir. Ancak elbette ve doğal olarak iki film arasında önemli stilistik ve ton farklılıkları mevcut. Hasılı kelam; Elena, karakterleri ve ayarları aracılığıyla karmaşık sosyal sorunları etkili bir şekilde tasvir eden, çarpıcı bir film olarak öne çıkıyor.

Orhan Veli merhumun şahane bir tabiri var. Hatta yetkililer bu şahane cümleyi kocaman bir tabelaya dönüştürüp, tam da olay mahalline yerleştirmişler: “Gemlik’e doğru, denizi göreceksin; sakın şaşırma!”

Andrey Zvyagintsev’in Elena’sı üzerine yazdıktan sonra Netflix’te gezinirken Orhan Veli’nin şiirini anımsatırcasına karşıma bir Arjantin filmi çıktı: Elena Sabe. Yani “Elena biliyor”.

Bazı sanat eserleri öyledir…

Aniden çıkar karşınıza ve sizi şaşırmanın da çok ötesine fırlatır. Benim için de Elena Biliyor öyle bir film oldu.

Bir kitaptan uyarlama olan film, Netflix deryasında bir yerlerde seyircisine beklerken, olanca heybetiyle “ben bir başyapıt adayıyım” diye bağırıyor adeta.

Önce kitaptan bahsedelim.

Claudia Pineiro’nun “Elena Sabe /Elena Knows/ Elena Biliyor” adlı eseri, post-modern düşünce ve kültürde önemli bir yere sahip olan parodiyi kullanarak, dedektif romanları türünün normlarını sorgular ve altüst eden bir kitap. Eser, engellilik ve kadın deneyimini merkeze alıyor ve bu çetrefilli meseleyi geleneksel dedektif hikayelerinin yapısını dönüştürüyor.

Film analizinde ayrıntılı olarak ele alacağız ama kitabın hikayesi ise çok sıradan gibi duruyor:

Kitap, ana karakter Elena’nın Parkinson hastalığıyla mücadelesini ve kızı Rita’nın intiharını anlatıyor. Elena, kızının ölümünün arkasındaki gerçeği ortaya çıkarmaya çalışırken, kendi bedensel ve ruhsal mücadeleleriyle yüzleşiyor. Roman, annelik ve kadın bedeni üzerine yoğunlaşır ve toplumsal normlarla ve engellilikle ilgili soruları sorguluyor​​.

Edebiyatta Anti-dedektif ya da Metafizik dedektif romanı denilen bir alt tür vardır bilir misiniz? Bu tür, dedektif romanlarının kurallarını aktif olarak sorgular ve adeta meydan okur. Bu tür romanlarda suçun çözümünden ziyade epistemolojik ve ontolojik keşifler ön plandadır​​.

Kitabın yazarı -orijinal yazılımı ile- Claudia Piñeiro, muhasebecilikten gazeteciliğe, oradan yazarlığa geçmiş kitapları sıklıkla filme aktarılan Arjantin’in en popüler isimlerinden biri. Yazarlığa geçiş hikayesi ise çok ilginç.

1991 yılında bir şirkette idari müdür olarak çalışırken hava kompresörlerinin yapımında kullanılan vidaları incelemek üzere bir uçak seyahati esnasında, can sıkıntısı ve amaçsızlıktan dolayı ağlarken, okuduğu gazetedeki küçük bir ilan hayatını değiştiriyor. Bir yayınevinin açtığı “mizah hikayesi” yarışmasının bu küçük ilanı için hemen bir öykü kaleme alıyor ancak, hikayeyi yolladıktan sonra yarışmanın “erotik hikaye yarışması” olduğunu fark etmediğini anlıyor. Buna rağmen on finalist arasında yer alıyor Piñeiro ve şöyle diyor: “Yazmanın çok güçlü bir şey olduğunu fark ettim ve her zaman yazmama rağmen artık erteleyemedim. Yazmak, bana atılan bir cankurtaran halatı gibi göründü.” Yazarın başta Elena Sabe olmak üzere tüm kitapları (Türkçe hariç) pek çok dile çevrilmiş durumda.

Pineiro, kitabında kadın bedenini, toplumsal suçların ve kötüye kullanımların merkezi olarak kullanırken film meseleye biraz daha farklı bakıyor. Kitaptaki kadın karakterler, geleneksel rolleri reddeder ve ataerkil düzeni bozuyorlar. Elena, kendi bedenine ve anneliğine dair kavrayışını geliştirirken, toplumsal cinsiyet normlarına ve engellilik algılarına meydan okuyor filan. Ancak ​​Buenos Aires’li kadın yönetmen Anahí Berneri kitabı filme aktarırken, yazarın duyduğu kaygılardan bambaşka bir düzleme çekiyor bizi.

Berneri’nin önceki filmlerine (Alanis, Aire Libre, Port tu Culpa vs) baktığımızda özellikle hikayelerini kadın karakterlerin üzerine başarıyla inşa ettiğini görüyoruz.

Şimdi klişe girişimizi yapabiliriz: Arjantinli yazar Claudia Piñeiro’nun aynı adlı çok satan kitabına dayanan “Elena Sabe”, Parkinson hastalığının ilerlemiş safhalarında olan ve buna ilave olarak 2016’yılından sonra akıl almaz bir şekilde artan “Forward head postüre” yani “ileri baş duruşu” rahatsızlığına muhasebecilik yaptığı için ciddi şekilde yakalanmış bir kadın olan Elena’nın sert, gerçekçi ve muazzam kara mizahla bezeli bir hikaye anlatıyor.

Gündelik ihtiyaçlarını bile bin bir güçlükle karşılayan Elena, kızı Rita’nın kayboluşu hakkındaki gerçeği öğrenmek için yetkililere – ve kendi bedenine – meydan okuduğu acı verici bir hikayenin kahramanı. Artık karta kaçmış, 42 yaşına gelmiş ve belki de annesinin yüzünden evde kalmış olan Rita, her ne kadar günde 15 kere kavga etseler de annesine aşırı düşkün, özünde çok iyi bir insandır. Kızının aksine ise Elena, geçmişten beri öz evladına karşı sert, tavizkar olmayan ve dediğim dedik bir kadındır. Yaşı ilerledikçe bedenine söz geçirememeyle paralel olarak aksiliği ve mendeburluğu artık dayanılmaz bir hal almıştır. Buna rağmen Rita için hayat neredeyse annesinden ibarettir.

Rita kendini tamamen annesinin bakımına adayan, ona her an yardım etmek için kendi hayatından vazgeçen özverili bir öğretmendir. Herhangi bir günde, Rita, Elena’yı kuaföre götürür, ancak asla geri dönmez. Kilise kulesinde Rita’nın cesedi asılı bulunur. Polis olayı intihar olarak kapatır, ancak Elena bu gerçeği reddeder. Felç edici hastalığına rağmen, olayın üzerine ışık tutmaya kararlı bir tür dedektife dönüşür. Kızı Rita’nın öldürüldüğüne, belki de kilisenin papazı tarafından, inanan Elena, bu trajik olayın ardındaki gizli gerçeği keşfetmek için umutsuz bir arayışa başlar.

Elena dünyada yapayalnız kalmıştır.

Berbat bir sefaletin tam ortasında kızıyla ilgili beynini kemiren sorular vardır ve polisin dosyayı kapatmasını umursamadan, ilerleyen yaşı, pes etmiş bedeni ve ileri derecede Parkinson hastası olmasına rağmen artık bir anti-dedektiftir!

Filmde Rita rolüyle Erica Rivas, en az Elena’yı canlandıran Mercedes Morán kadar muazzam bir oyunculuk sergiliyor. 

Film öncelikle Parkinson hastası olmanın ne anlama geldiğini sertlik ve açıklıkla gösterip en üst katmanında izleyiciyi düşünmeye ve iç gözlem yapmaya itiyor.

Şimdi hikayeyi bir açabiliriz.

Son evre Parkinson hastalığından mustarip yaşlı bir kadın olan Elena, bedenini artık kontrol edemediği bir dönemde, aklı gerçeklik ile hayal aleminde gidip gelmektedir. Bu gidiş gelişler Elena Sabe’nin belki de en güçlü tarafını oluşturuyor.

Filmin en güçlü yönü zaman çizgisi üzerinde ileri geri gidip gelirken, bir yandan karakterleri derinleştirmesi, diğer yandan ise Rita’nın başına gelebilecekler konusunda seyirciyi tahminden uzaklaştırıp, Elena’nın hayatına odaklanmasını sağlaması. Bu odaklanma, Elena karakterini tüm gerçekliğiyle perçinliyor adeta.

Filmin hemen başında ölen Rita, hikaye boyunca bize Elena’nın belleği vasıtasıyla eşlik ediyor. Onun yaşadığı hayatın zorluklarını daha okul çağlarından itibaren yakinen öğreniyoruz

Elena, kızı Rita’nın eski bir arkadaşını bulmak için araştırmalarına başlar. Araştırmalarını yaparken, geçmişe dönüp bir anne olarak hayatının bazı evrelerini yeniden hatırlar. 65 yaşında olan Elena, bir zamanlar bir muhasebecidir. Şimdi Parkinson hastalığının neden olduğu fiziksel ve hafıza problemleriyle mücadele etmek zorundadır.

Tek cümleyle özetleyecek olursak Elena Biliyor, bir gerilim filmi perdesinin arkasında gizlenmiş samimi bir iç gözlem hikayesi. Rita’nın ölümü, filmi tipik bir soruşturmanın yoluna değil, daha çok derinlemesine içsel bir anlatı yoluna götürüyor, bu tercih de filmi psikolojik bir gerilimle renklenmiş kişisel bir drama dönüştürüyor.

Hikayenin odağı olan, Parkinson hastalığından muzdarip yaşlı bir kadın olan Elena, kızının ölümünü araştırmak ve her şeye ve herkese karşı, ama özellikle kendisine karşı bir savaş başlatıyor. Polis, Rita’nın okul çevresi ve kızının katıldığı cemaat; bunların hepsi Elena için çatışma alanlarıdır. Elena bir gerçeğe inanan, özellikle de ifadelerine inanmayan ve dinlemeyen polis tarafından reddedilen bir kadındır. Polis vakayı hızlıca intihar olarak etiketleyip kapatmıştır ancak Elena bu gerçeği reddeder ve hayatının kalanını kendi başına Rita’nın cinayetini araştırmaya adar.

Tüm anlatı boyunca, rahip dışında, iddia edilen suçlular hakkında somut hiçbir hipotezin ortaya çıkmaması bana çok ilginç geldi. Film tamamen Elena’ya, ölen kızı için adalet ararken gizlediği acısının ardındaki yakıcı öfkeye ve sarsılmaz kararlılığına odaklanıyor. Mercedes Morán, Elena rolünde ustalıkla bir performans sergiliyor ve adeta tüm filmin ağırlığını her anlamda taşıyor. Öte yandan hikayenin hemen başında ölmesine rağmen, geri dönüşlerle filmin omurgasını taşıyan Filmde Rita rolüyle Erica Rivas da muhteşem iş çıkarmış. Oyunculuklar o kadar iyi ki, neredeyse Stanislavski benzeri bir dönüşümle, Morán Elena rolüne hem fiziksel hem de duygusal olarak tamamen dalıyor, karakterinin izleyicilere zihin durumlarını açık ve duygusal bir şekilde iletebilmesini sağlıyor. Bu, izleyiciler ve baş karakter arasında güçlü bir empatik bağ yaratıyor ve aynı zamanda, uzun ve tekrarlayan durumlar nedeniyle zaman zaman aşırı yavaş olan tempo ile ilgili sorunları da aşıyor.

Başrol karakterimizin müthiş performansı Elena’nın yaptığı her hareketin, en basit görünenlerin bile, zorluğunu anlamamıza ve her bir nüansı kavramamıza olanak tanıyor. Bu detaylar, fiziksel ve zihinsel zorluklarına rağmen hayatta kalmak ve en karmaşık bilmeceyi çözmek için kararlı olan bir kadının çaba dolu mücadelesine tanıklık ediyor. Bu bulmaca, sürükleyici suç ve entrika hikayesi yerine, Elena’nın çevresindeki dünya ve özellikle de kendisiyle yüzleştiği son derece samimi bir yolculuğa götürürken bir yandan da varoluşunun tam bir yeniden değerlendirmesi sürecini yaşadığını ve “O, elinden geldiğince iyi bir annedir” cümlesi filmi tam anlamıyla özetleyen, büyük duygusal ve sembolik etkiye sahip bir anla doruğa ulaşıyor.

Dikkatli bir okumayla izlediğimizde Elena Knows filmi, gerçeklikle hayal gücü arasındaki ince çizgide hareket ediyor ve Elena’nın zihninin canlandırdığı anılarla dolu nostaljik görümlerle bezeli bir hayata sokup sokup çıkarıyor. Bu anlar, geçmişe gömülü, kızıyla yaşadığı mutlu anları ve daha az parlak anları hatırlatıyor. Bu sayede Elena kızından esirgediği sevginin acısını derinden hissediyor.

Yine beni en çok şaşırtan anlardan biri, kızının ölüm haberine verdiği tepkiydi. Adeta bir tarihi fresk gibi tepkisizdi Elena; ağlamıyor, üzgün görünmüyor. Bu tepkisizlik onun sadece adalet ve gerçek arayışının bir ibaresi olarak varsayılabilir. Film boyunca, mutluluktan veya gülümsemeden yoksun, dünyayı sert ve yargılayıcı bir bakışla tarayan bir kadın figürü görüyoruz. Açıkçası bu taşlaşmış ruh hali güçlü kadın anlamına mı geliyor emin değilim! Elena zor bir karaktere sahip, genellikle sert ve empati yoksunu bir anne olarak betimleniyor, kızına karşı gerçek sevgi ifade edemiyor, Rita’nın hak ettiği ve boşuna aradığı takdiri ondan esirgiyor.

Film aynı zamanda, aile içi iletişimsizlik ve özellikle dejeneratif bir hastalıkla karşı karşıya kaldığında insanların beklenmedik ve trajik olaylara hazırlıksızlığı üzerine de düşünmemizi istiyor. Parkinson hastalığı, sadece hastanın hayatını yok etmekle kalmıyor, onların gerçek kimliğini de silip, yakınlarını sevdiklerinin yavaş yavaş çürümesini izlerken elem veriyor. Bu durum, sadece etkilenenleri değil, aynı zamanda savaşına dahil olanları da acı ve direniş girdabında debelenmesine sebep oluyor. Dolayısıyla bu hastalık, anlatının önemli bir kısmının etrafında döndüğü bir merkez haline geliyor, insanın en içsel kontrolünün ötesindeki güçlere karşı kırılganlığını vurguluyor. Elena, kurumları, polisi ve Kiliseyi hesaba katmayan, kızını herkesten daha iyi tanıdığına inanan, ancak sayısız geri dönüş sahnesinin iki kadın arasındaki ilişkinin hiç de ideal olmadığını göstermesine rağmen, saygısız ve geleneksel olmayan bir kahraman olarak sunuluyor.

Kızı Rita’nın intihar etmediği, yani gerçeğin koruyucusu olduğuna inanan Elena, durumun kapatılmasına kalan gücüyle karşı çıkıyor ve belki de sağlık durumunun hassasiyeti göz önüne alındığında hayatının son meydan okumasını başlatmaya karar veriyor. Ona inanmayanlara veya daha da kötüsü, bilerek onu görmezden gelenlere karşı çıkarak yapıyor bunu. Böylelikle giderek komutlarına itaat etmek istemeyen ve her an onu ihanete uğratabilecek olan kendi bedenine karşı da duruyor.

Elena’nın fiziksel özelliklerinden biri olarak gösterilen boyun eğriliği ise filme apayrı bir derinlik katıyor. Muhataplarını ayakkabılarından tanıyabilecek kadar uzun süredir boynu ve başı öne eğit bir şekilde yaşıyor Elena. Bu öne eğiklik belki de yaşadığı kibirli hayatın son demlerinde Allah’ın ona verdiği bir ceza. Hayata karşı sert ve acımasız olan bir kadın 24 saat boyunca her şeye rıza gösterir gibi eğilmiş bir boyunla yaşıyor.

Kızının ölümüyle beraber belki de ilk kez aynada kendine bakıyor Elana. Perişan olmuş bir beden, lime lime bir zihin ve yapayalnızlık. Kıvrımlı bir hançer gibi kemiğine kadar işleyen bir ızdırabın tam ortasında hakikati aradığını düşünürken, gerçeğin mermerden kayasına öylesine tosluyor ki, sadece finali bile Elena Biliyor’u başyapıt düzeyine çekmeye yetecek nitelikte.

Elena’nın kızı Rita’nın ölümünü araştırma süreci, patriarkal bir toplumda yaşadığının ve bu toplumun polisin ihmalkarlığı karşısında sıklıkla kadınları öldürdüğünün farkındalığı ile bir kez daha sarsılıyor. Elena, kızının asla ölmek istemeyeceğinden o kadar emin ki! Tıpkı hastalığının kendisinden parçaları almaya devam etmesine rağmen yaşamaya devam etmek isteyen kendisi gibi.

Filmin finaline dair spoiler vermek istemem ama film izleyiciyi sürekli olarak farklı yollar üzerinde düşündürüyor, iç gözlem yapmaya ve kimin veya neyin Rita’yı öldürdüğünü kendisi keşfetmeye itiyor. Evet, bir katil var ama onun yüzünü bilmiyoruz; en azından onunla yüzleşmeye cesaret bulana kadar.

Elena Sabe, bir gerilim hikayesine sarılmış yoğun ve içsel bir psikolojik drama. Mercedes Morán’ın Elena olarak ustalıkla sergilediği performans, filmdeki karmaşık bir karakterin duygularını ve mücadelelerini ustalıkla iletiyor. Hikaye, bazen yavaş bir tempo ve bazı uzun tekrarlar içerse de, baş karakterin duygusal derinliği sayesinde ortaya çıkıyor. Elena, kızı için adalet ve gerçek arayışında kararlılıkla yüzleşiyor.

Anahí Berneri’nin filmi  hayatın karmaşıklığını ve insan ilişkilerini derinlemesine ele alan etkileyici ve Elena’nın iç dünyasını anlamak için dikkatlice izlenmesi gereken bir yapım. Film, aile bağları, kayıp ve adalet arayışı gibi evrensel temaları işlerken, aynı zamanda Arjantin toplumunun altını çiziyor. Elena’nın kızının ölümünün ardındaki gerçeği araştırırken yaşadığı zorluklar ve kendi iç dünyasındaki çatışmalar, seyirciyi derin düşüncelere sürüklüyor.

Yönetmen ve oyuncu performansları da filme büyük katkı sağlarken Elena rolündeki oyuncu, yaşlılığın getirdiği kırılganlık ve güçlülüğü ustaca yansıtıyor. Aynı şekilde, Rita karakteri de içsel çatışmaları ve aile bağlarını başarılı bir şekilde canlandırıyor.

Film, gizemli atmosferi, sakin temposu ve derinlemesine karakter çalışmaları ile dikkat çekerken Arjantin’in güzel manzaraları ve etkileyici müzikleri de görsel ve duygusal bir zenginlik katıyor.

Ancak, bazı izleyiciler için film, karmaşık anlatım yapısı ve yavaş tempodan dolayı sabır gerektirebilir. Ayrıca, sonunun bazıları için tatmin edici olmadığını belirtmek gerekiyor.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version