Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Martin Scorsese -2- | Kusursuz bir Ikonoklast!*

Martin Scorsese -2- |  Kusursuz bir Ikonoklast!*


M. NEDİM HAZAR | YORUM

Usta yönetmenin 1991 yılında çektiği usta işi gerilim filmi ‘Cape Fear’ yine De Niro’nun çok beğenilen bir performansını içeriyordu. Bu filmi ve De Niro’nun içindeki yerini özel kılan şey, her ikisinin de her gözenekten akan tam ve mutlak terördü. De Niro, 14 yıllık bir hapis cezasından kurtulamadığı avukatını bulan eski mahkum Max Cady’yi korkunç derecede sadist ve psikopat olarak canlandırıyordu. Nolte ve ailesi, eşi ve kızı olarak olağanüstü performanslar sergileyen Jessica Lange ve Juliette Lewis, durdurulamayan Cady tarafından terörize ediliyor ve saldırıları daha şiddetli hale geldikçe gerçek ile hayal edilen şeyler arasındaki çizgi giderek bulanıklaşıyordu.

Birçok kişiye göre, (hatta bizzat kendisi de dahildir) De Niro’yu giderek daha abartılı rollerde oynatma formülünün artık seyircide bıkkınlık oluşturduğu algısı Scorsese’yi tekrar düşme uçurumunun kenarına getirmişti. Belki de bu sebepten dolayı Scorsese resmi olmayan bir şekilde bir sonraki başrol oyuncusunu aramaya başlamıştı bile. De Niro şeklindeki boşluğu doldurmak için ilk girişimi, ‘My Left Foot’ (1989)’un övgülere boğulan İngiliz yıldızı Daniel Day-Lewis oldu.

Oyuncu, Scorsese’nin beklenmedik yüksek toplum dönem parçası ‘The Age of Innocence’ (1993)’de Newland Archer olarak seçildi. Aşırı derecede nazik film, eleştirmenlerden övgü aldı ama gişede başarısız oldu, belki de Scorsese’yi bir kez daha De Niro ve Pesci ile birlikte başka bir gangster destanı olan ‘Casino’ için tekrar konfor alanına dönmesine neden oldu.

Bir Viktorya Dönemi Gotiği olarak sayabileceğimiz Masumiyet Çağı usta yönetmen Martin Scorsese ile usta oyuncu Daniel Day-Lewis’in ilk işbirliği idi. İki esas birlikteliği, Scorsese’nin daha sonraki filminde yapacaklardı: Gangs Of New York.

Ancak önce başka bir başyapıtı gelecekti Scorsese’nin: Casino.

Casino (1995), ondan önceki Masumiyet Çağı gibi, düzenli bir hayatı olan ve tahmin edilemez güçlerin gelişiyle hayatı altüst olan sıkı bir erkek karaktere odaklanıyordu. Şiddet içeren bir gangster filmi olması, daha önceki filmin görünürdeki sapmasından belki şaşırmış olan yönetmenin hayranları için daha kabul edilebilir hale getirmişti. Casino, sağlam bir gişe başarısı elde etti ve eleştirmenlerden genellikle olumlu yorumlar aldı. Daha önceki filmi Sıkı Dostlar ile karşılaştırmalar yapılması önceleri Scorsese’nin canını sıksa da, bir süre sonra iki filmin yüzeysel bir benzerlik taşıdığını kabul etti, ancak hikayenin çok daha geniş kapsamlı olduğunu savundu. Sharon Stone, performansıyla En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü’ne aday gösterildi. Çekimler sırasında Scorsese, bir masadaki kumarbaz olarak arka planda bir rol oynamıştı, ki kendi filminde rol almasını ilerleyen bölümde ayrı bir başlıkta inceleyeceğiz.

Aynı yıl enteresan bir belgesele imza attı Martin Scorsese. “Amerikan Filmleri Üzerine Martin Scorsese ile Kişisel Bir Yolculuk” isimli 4 saatlik son derece kişisel bir belgesel olan bu film, usta yönetmenin sinema aşkıyla ilgili son derece zengin veriler barındırıyordu.

Dört saatlik belgeselde, Scorsese, yönetmenin en önemli olduğuna inandığı dört yönü şöyle sıraladı: (1) anlatıcı olarak yönetmen; (2) bir illüzyonist olarak yönetmen: D. W. Griffith veya F. W. Murnau, daha sonraları ses ve renk görünümünü mümkün kılan yeni düzenleme teknikleri arasında diğer yenilikler üreten; (3) bir kaçakçı olarak yönetmen—Douglas Sirk, Samuel Fuller ve Vincente Minnelli gibi, filmlerinde yıkıcı mesajlar gizleyen sinemacılar; ve (4) bir ikonoklast olarak yönetmen. Bu belgeselin girişinde, Scorsese, kişisel estetik ilgi alanındaki filmler için finansman elde etmenin gerçekleri hakkında pragmatik olması gereken başarılı bir çağdaş yönetmenin “Yönetmenin İkilemi”ne olan bağlılığını belirtir ve şöyle der: “öncelikli amacım stüdyo için bir film yapmak ve (sonra) kendim için bir film yapmaktır.”

Bu arada Scorsese’yi tanımlayan en orijinal kelimelerden biri olan Ikonoklast’ı izah edelim.

Genellikle dini veya kutsal kabul edilen görüntü ve simgelerin yıkımını veya reddini savunan kişi veya hareketleri tanımlamak için kullanılan bu terim, sıklıkla 8. ve 9. yüzyıllarda Bizans İmparatorluğu’nda yaşanan İkonoklazm dönemi ile ilişkilendirilir. Bu dönemde, bazı hükümdarlar ve dini liderler, dini imgelem ve ikonaların tapınma veya saygı nesnesi olarak kullanılmasına karşı çıktılar ve bu tür imajların yok edilmesini emretmişler.

Günümüzde ise, “ikonoklast” terimi genellikle geniş bir anlamda kullanılarak, geleneksel inançları, değerleri veya normları sorgulayan, karşı çıkan veya reddeden kişiler için de kullanılıyor. Bu bağlamda, bir ikonoklastı, toplumun kabul ettiği normlara veya otoritelere meydan okuyan, sıradan olmayan veya radikal fikirleri benimseyen bir kişi olarak tanımlamak mümkün.

Yönetmen için yeni bir alan açmasa da Casino tam bir seyirlikti. Hatta pek çok eleştirmene göre ‘Goodfellas’ ile yapılan haksız karşılaştırmaların layık olmadığı bir filmdi. Yönetmen, ‘Casino’ ile kendi konfor alanını terk etmezken, bir sonraki çalışmasında epey farklı bir hikayeyi anlatacaktı. 1997 yapımı ‘Kundun’, 14. Dalai Lama’nın Tibet’ten sürgün edilişini ve yaşadığı zorlukları takip ediyor, bu konu nedeniyle Scorsese’nin ülkeden süresiz olarak yasaklanmasına neden oluyordu.

Scorsese Kundun’da konfor alanından epeyce uzaklarda!

Evet Masumiyet Çağı bazı hayranları yabancılaştırıp kafalarını karıştırdıysa, Kundun (1997) daha da ileri gitti ve Tenzin Gyatso’nun, 14. Dalay Lama’nın erken yaşamı, Halk Kurtuluş Ordusu’nun Tibet’e girişi ve Dalay Lama’nın sonrasındaki Hindistan’a sürgünü hakkında bir hikaye sundu. Sadece konu açısından bir ayrılık değil, Kundun ayrıca Scorsese’nin yeni bir anlatım ve görsel yaklaşım kullanmasıyla da diğer filmlerinden ayrı düşüyordu.

Geleneksel dramatik araçlar, renkli görsel imgelerin karmaşık bir tablosu aracılığıyla elde edilen trans benzeri bir meditasyonla değiştirilmişti. Film, dağıtımcısı Buena Vista Pictures’ın başına epeyce de iş açtı. Zira şirket o sıralarda Çin pazarına girmeyi planlıyordu. Ve biliyorsunuz ki Çin ile Tibet arasında epey kanlı bir anlaşmazlık vardır. Başlangıçta Çinli yetkililerden gelen baskıya karşı dirençli olan Disney, daha sonra projeden uzaklaştı ve bu durum Kundun’un ticari profilini zayıflattı. Kısa vadede, göze çarpan bu çatışma filmi daha popüler kılmakla beraber Scorsese’yi de ayrıcalıklı bir noktaya taşımıştı.

Kundun, Scorsese’nin, Günaha Son Çağrı’dan sonra büyük bir dini liderin hayatını anlatan ikinci filmi oldu.

Scorsese, 1999 yapımı Nicholas Cage’in başrolde olduğu ‘Bringing Out the Dead’ ile ruhsal kurtuluşun karakteristik olarak karanlık bir incelemesi için yeniden bir araya gelecekti.

Paul Schrader tarafından yazılan, Joe Connelly’nin aynı adlı romanından uyarlanan film, New York Şehri’nde bir ambulans şoförü olan Frank Pierce’ın (Nicolas Cage) hayatına odaklanıyordu. Frank, şehrin en kötü mahallelerinde, gece vardiyalarında çalışmakta ve sürekli olarak şiddet, ölüm ve çaresizlikle karşı karşıya kalmaktaydı. Film boyunca, Frank’in hayatını zorlaştıran şey sadece yoğun ve stresli iş ortamı değil, aynı zamanda onu takip eden vicdan azabı ve yorgunluktu. Frank, geçmişte kurtaramadığı hastaların hayaletleri tarafından rahatsız edilmekte, bu da onun zihinsel ve duygusal sağlığını etkilemekteydi. Bu süreçte, kalp krizi geçiren bir adamın kızı Mary (Patricia Arquette) ile tanışıyor ve onunla karmaşık bir ilişki geliştiriyordu.

Film, Frank’in kendi içsel karanlığıyla ve kurtarmaya çalıştığı insanların trajedileriyle yüzleşmesini anlatırken, aynı zamanda bir sağlık çalışanının zorluklarını ve kentsel yalnızlığı da gözler önüne seriyordu. “Bringing Out the Dead”, hem karanlık ve ürkütücü sahneleri hem de karakterlerin derinliği ve duygusal yoğunluğu ile dikkat çeken bir film olmuştu. Nicholas Cage’in performansı, filmdeki yoğun atmosferi ve karakterin içsel çatışmasını etkileyici bir şekilde yansıtıyordu. Filmin final sahnesi düpedüz Robert Bresson filmlerini anımsatıyordu.

Bugünkü yazımızın son filmi olan 2002 Yapımı New York çeteleri (Gangs Of New York) ise Martin Scorsese’nin kariyerinin en tepe noktasına taşıyacak mahiyetteydi. Film, 19. yüzyılın ortalarında New York’ta geçer ve şehrin ilk çete savaşlarını ve politik çalkantılarını konu alıyordu.

Gangs of New York, sinematografik bir metin olarak, 19. yüzyılın ortalarındaki New York’un kaotik sosyo-politik yapısını, şehrin sokaklarında hüküm süren çete savaşlarını ve etnik gerilimleri gözler önüne sererek, tarihsel bir panoramanın içine derinlemesine bir dalış yapıyordu. Bu film, tarihsel dramatik bir yapının içinde hem estetik hem de anlatısal bir zenginlik sunuyordu.

Scorsese, tarihsel gerçekliği görsel bir şölene dönüştürürken, karakterlerin derin psikolojik portrelerini çizmekte de usta bir yönetmen olduğunu kanıtlıyordu filminde. Özellikle Daniel Day-Lewis’in canlandırdığı Bill the Butcher karakteri, hem karizmatik hem de nefret uyandıran bir figür olarak, tarihsel bir romanın sayfalarından fırlamış gibi duruyordu. Öte yandan Day-Lewis, karakterin zorbalığını ve karmaşık kişiliğini, neredeyse Shakespearevari bir ustalıkla yansıtıyordu.

Film, tarihi bir arka plan üzerinde kurulu olmasına rağmen, modern izleyicilere de hitap eden evrensel temalar içermekteydi. Göçmenlik, kimlik arayışı, intikam ve toplumsal çöküş gibi unsurlar, izleyicinin filmle kurduğu empatik bağı güçlendiriyordu. Ancak film, tarihi olayların dramatik yorumlanmasında zaman zaman aşırıya kaçıyor gibi görünse de bu eleştiri, Scorsese’nin anlatımındaki epik ton ve görsel ihtişam karşısında gölgede kalıyordu.

“Kundun” ve “The Last Temptation of Christ” gibi eserlerinde de gördüğümüz gibi, Scorsese’nin dini ve etik meselelere olan ilgisi, “Gangs of New York”ta da kendini gösterir. Film, ahlaki ikilemler ve toplumsal adaletsizlikler üzerine yoğun bir şekilde eğilirken, karakterlerin iç dünyalarındaki çatışmaları ve dönemin zorlu koşullarını etkileyici bir şekilde yansıtır.

Gangs Of New york: Muhteşem dekor, kostüm, tahammülü zor şiddet ve usta işi oyunculuklar!

Sonuç olarak, “Gangs of New York”, Scorsese’nin sinema sanatına olan ustalığının bir başka kanıtı olarak karşımıza çıkar. Tarihsel gerçekliğin ve kurgusal dramatizasyonun iç içe geçtiği bu film hem görsel bir şaheser hem de derinlemesine bir toplumsal yorum olarak sinema tarihinin önemli yapıtlarından biri olarak anılır. Bu film, Scorsese’nin sinematografik dilinin ve tarihsel anlatının birleştiği, izleyicileri tarihin derinliklerine götüren benzersiz bir eser olarak filmografisinde yer alır.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version