Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Kemalistlerin aydınlanma çağı iddiası bir aldatmaca değil miydi?


Mehmet S. KAYA


Türkiye’de Kemalizmin Aydınlanma ile ilişkisine hep olumlu bakılmıştır. Kemalistler Atatürk’ün Aydınlanma sürecini başlattığnı iddia eder ve ileri sürer. 100 yıldır hem okul çağındaki çocukların hem de toplumun beyinlerini şu yalanlarla yıkadılar: Mustafa Kemal, Türkiye’de bir ‘Aydınlanma’ süreci başlattı. Düşünce dünyasını besleyen kaynaklar, yalnız kendi tarihi ve kültürü değildi; o büyük bir coşkuyla batı dünyasının aydınlanmacı öncülerinden de düşünce gıdasını almayı bildi. Atatürk’e göre; Türkiye’nin misyonu da dünyayı aydınlatan güneşle benzeşmeliydi. Türkiye’ye ve insanlığa hizmet, en değerli ülküydü. Türkiye, aydınlığı simgeliyordu.

Okul kitapları bu tür gerçek olmayan iddialarla dolu. Batı Aydınlanması’nı yakından tanıyanlar ve bunu Türk versiyonu Aydınlanma ile karşılaştıranlar, Batı Aydınlanması’nın Türkiye’de totaliter bir kılığa bürünmüş olduğunu hemen keşfedeceklerdir. Yani Aydınlanma’ya totaliter kıyafetleri giydirmek gibi bir şey.

O halde Batı’daki Aydınlanma Çağı’nın ne anlama geldiğine daha yakından bakmak ve bunu Atatürk’ün Türkiye’yi yönettiği dönemle karşılaştırmak gerekir.

Aydınlanma, 18. yüzyılda Avrupa’da toplumsal açıdan eleştirel bir hareketti. Avrupa’nın düşünce tarihinde bilimin, aklın, bilimsel rasyonellik, özgürlüğün, hoşgörünün ve ilerlemenin yeni idealler ve otoriteler olarak tanımlanır. Yanı sıra ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve din özgürlüğünü kapsar. Çağ, tüm insanların yeteneklerine olan inancı, hümanist ideallerini toplumsal bir perspektifte ifade etti. Her şey – tarih, din, devlet gücü, toplum ve siyaset – bağımsız eleştirel incelemeye tabi tutuldu. Aydınlanma, toplumun kendisini hakikatlar üzerine yeniden tanımlanmasını içeriyordu. Aydınlanma düşüncesi dogmatizme ve önyargılara karşı her alanda bir silah olarak kullanıldı. Mantıklı insan her şeyin ölçüsü ve ölçütü haline geldi.

ATATÜRK TÜRKİYE’SİNİ AYDINLANMA ÇAĞI’NIN NERESİNE KOYABİLİRİZ?

Aydınlanma çağı, Avrupa’da otokratik, merkezi devlet güçlerinin yükselişine karşı ortaya çıkarken, Atatürk güçlü bir şekilde merkezileşmiş bir devlet inşa etmiş, tüm devlet gücünü kendinde toplamış ve ülkeyi tek adam rejimiyle yönetmiştir. 1923’ten sonra, Avrupa’nın tersine, Türkiye’de parlamenter demokrasinin kurulmasına da izin verilmedi. Daha ötesi Atatürk, sadece etnik Türkçülüğe dayalı merkezi ve tek bir kimlik inşa etti. Kürtler ve diğer azınlıklar dışarıda bırakıldı. Bu durum, toplumun kendisini hakikatlar üzerinden yeniden tanımlanmasını içermiyordu. Başka bir deyişle Atatürk, Avrupa’da özgürlük, eşitlik, mutluluk ve kardeşlik siyasi fikir ve vizyonları üzerine inşa edilen Aydınlanma’nın tam tersini seçti. İfade özgürlüğü, kanun önünde eşitlik ve mevzuatta ortak karar alma, Aydınlanma’nın eşit derecede önemli, yadsınamaz, ebedi ilkeleriydi.

Atatürk, Kürt ve diğer azınlıkları inkar ederek hakikat üzerinde tekel kurmaya çalıştı. Ancak Aydınlanma çağında ve demokrasilerde neyin doğru olduğu üzerinde hiç kimse tekel sahibi değildir. Aksine, hakikatin diyalog ve tartışma yoluyla keşfedilmesi gerekir ve hata ihtimaline izin vermeden hakikati keşfedemeyiz.

AYDINLANMA SÜRECİNİN TEMEL ÖNKOŞULLARI: İFADE VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Evrensel insan aklı, özgürlük ve ilerleme fikirleri Aydınlanma’nın modern toplumsal gelişmeye yaptığı temel katkılar arasında sayılır. Ancak bilginin yayılmasına ve buna paralel olarak kamusal tartışmaya yönelik yeni uygulamalar olmasaydı, bu fikirlerin bu kadar önem kazanması pek mümkün olmazdı.

İfade ve basın özgürlüğü Aydınlanmanın ve demokratik gelişimin önkoşullarıdır. Aydınlanma sürecinde basın özgürlüğü en önemli bilgi edinme ideallerinden biridir. Değişim ve iletişimin çok önemli olduğu için basın özgürlüğü belki de en önemli yol haline geliyor. Ancak sansür uygulaması hem bilginin gelişimi, bireylerin eğitimi ve bağımsızlığı ve devletin “ortak çıkar” konusunda bilinçli kararlar alabilmesi açısından büyük bir engel teşkil ediyordu.

Aydınlanma ve ilerleme bu nedenle tek bir şeyi, yani ifade özgürlüğünü varsayıyordu, çünkü açık tartışma özgür bir toplumun en önemli direğidir ve hükümetleri hesap verebilir kılmak, savunmasız grupları güçlendirmek ve tiranlık riskini azaltmak için gereklidir.

Atatürk döneminde ise bu yoktu. Mustafa Kemal 1923’den 1938’de ölümüne dek Türkiye’yi demir bir yumrukla yönetmiştir. İfadeye, basına ve toplumun diğer biligi alma kanallarına katı sansür uyguladı.

İfadeye yönelik saldırı yalnızca kuralların ve düzenlemelerin çarpıtılmasıyla ilgili değil; Tarihte eşitlik ve adalet için verilen her mücadele, muhalefetin dile getirileceği açık bir foruma bağlı olmuştur. Sivil haklar hareketi veya köleliğin kaldırılması gibi toplumsal ilerlemenin ifade özgürlüğüne nasıl bağlı olduğuna dair sayısız örnek var.

İfade özgürlüğü hakkının dünyanın tüm ülkeleri tarafından evrensel olarak tanınmasına rağmen, insanlar sırf fikirlerini söyledikleri için cezalandırılıyor, zulüm görüyor ve öldürülüyor. Bu uygulama Cumhuriyet dönemi boyunca devam etmiştir. Birçoğu, korumalı konuşmayı “dezenformasyon” ve diğer belirsiz terimler olarak etiketleme girişimlerinden derin endişe duyuyor.

Çocuklarımızın düşüncelerini söyleme korkusuyla yaşadıkları bir dünyada büyümelerini kim ister? Onların düşüncelerinin açıkça ifade edilebildiği, incelenebildiği ve tartışılabildiği bir dünyada büyümelerini kim istemez? Insan haklarına dayalı demokrasi, ifade özgürlüğünü yasalarımızda ve anayasalarımızda kutsal saydıkları, hayal ettikleri bir dünyayı istemeyen kim?

Toplumu, insanlığın büyük çabalar sarf ettiği ve yarattığı bilgilerden mahrum bırakacak ve yeni bilgi edinme fırsatını ortadan kaldırmaya kimsenin hakkı yoktur. İfade özgürlüğü dezenformasyona ve sahte paradigmalara karşı en iyi savunmamızdır.

ATATÜRK’ÜN UYGULAMALARI AYDINLANMA İLE DERİNDEN ÇELİŞİYOR

Dezenformasyonla uğraşan sadece hükümet ve hükümet kontrolündeki medya değil. Kemalistler de yoğun propagandalarında neredeyse her sabah örneğin: İsmail Küçükkaya ve diğer bazı gazetecilerin Halk TV’de – Atatürk’ün cumhuriyetin kuruluşundan hemen önce aydınlanma süreci, laikleşme, batılılaşma vb. konularda üç bin kitap okuduğunu çok sık vurguluyorlar. Eğer Atatürk bu kadar kitap okuduysa, Avrupa’nın tasarımına katkıda bulunan, ifade özgürlüğüne, özgürlüklere, temel insan haklarına bu kadar önem veren ve tüm bireylerin, mazlumların ve azınlıkların tasarladığı düşünürlerden nasıl etkilenmedi?

Daha somut olarak ifade edersek; Atatürk, Voltaire, Montesquieu, John Locke, Francis Bacon, Jean-Jacques Rousseau ve Denis Diderot gibi Aydınlanma düşünürlerini okumuş olsaydı nasıl böylesine despotik bir cumhuriyet kurabildi?

Atatürk’ün bireysel haklar, insan hakları, işkence, idam cezası, keyfi suistimal, hoşgörü, ifade özgürlüğü, siyasi katılım ve etnik milliyetler arası eşitlik konusundaki görüşleri Aydınlanma düşünürlerinin bakış açısıyla çok derinden çelişmektedir.

Kemalistler haklı olarak Erdoğan hükümetini ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, sivil hakları, yargının denetimini, insan hakları ihlallerini kısıtlamakla öfkeli bir dil ile eleştiriyorlar. Ama diğer yandan Atatürk’ün çok daha katı totaliter uygulamalarını da tamamen göz ardı ediyorlar. Bunu piyasa ekonomistlerinin diliyle ifade etmek gerekirse, Kemalist siyasi ahlakın iyi bir ihraç ürünü olmadığını söyleyebiliriz. Kemalist milliyetçilerin ebedi bir kahramana ihtiyacı olduğunu anlıyorum. Ama o zaman temiz ellere sahip olmalısınız.

DEVLET GÜCÜ BİREYLERİN İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLAMA HAKKINA SAHİPTİR!

Atatürkçü ideolojiye göre, devlet halktan daha önemli olup ona göre önceliklidir, bireyler devlete boyun eğmeli ve onun temsil ettiği bütüne tabi olmalıdır. Kemalistler için bu, dünyevi hiçbir şeyin sırf kendisi için onurlandırılmaması gerektiği bilincini ima ediyor. İşler yalnızca bizim devletimiz bağlamında onurlandırılmalıdır, izlenimi veriyorlar. William Gaddis’in «insanlar gücü yozlaştırır» iddiası bu bağlamda daha iyi anlaşılır, değil mi?

Devlet, hâkim güç olarak, toplum mensuplarının farklı ve özgür düşünmelerini engelleme, devlet çıkarlarına hizmet etme amacına uygun olmayan düşünceleri bastırma hakkına sahiptir! Atatürk, devleti önceleyerek insanların bağımsız düşünme yeteneğini bu şekilde elinden aldı. Atatürk, halkın bilgi eksikliğini ve hurafe eğilimlerini de aynı şekilde küçümsemiştir. Türk devletinin bireylere ve farklı gruplara yönelik muamelesindeki sürekli saldırganlık ve şiddetin temeli budur. Bu, aynı zamanda, farklılık arz eden bireylerin veya grupların onuruna yönelen hakaretlerin, onların varlığına kasteden şiddetin de temeli olmaktadır.

KEMALİZME BU KADAR SARILMAK GÜÇLE İLGİLİ BIR DURUM MUDUR?

Kemalistler, Mustafa Kemal’in fikirlerinin kendileri için ne kadar önemli olduğunu, hatta kendilerinden bile daha önemli olduğunu açıkça ifade ediyorlar. İki nedenden dolayı. Öncelikle insanların kendilerini kutsal bir şeye bağlı hissetmeleri güçlü bir motivasyon kaynağıdır. Bu durum dindar olmayan insanlarda da mevcuttur. Hayatlarımızı yalnızca kişisel çıkar hesaplarına göre yaşamadığımızı, bazı şeylerin doğru ve iyi olduğunu hissetmemizin kaynağı olabilir. Çünkü başka bir şeyin basit dürtü ve arzuların peşinden gitmekten daha önemli olduğunu anlıyoruz.

İkinci neden ise Kemalist iktidarlar, Atatürk kutsallığının siyasi düzenlemeleri meşrulaştırmaya nasıl yardımcı olduğuyla ilgilidir. Kemalistlerin Kürtler üzerindeki egemenliğini meşrulaştırmaya yönelik her girişiminde bir kutsallık gizlidir. İktidarı meşrulaştırabiliyorsa, bunun nedeni tam da onun kutsal ve dolayısıyla değişmez kabul edilmesidir. Örneğin: Anayasanın kutsallaştırılmış ilk 3 maddeleri. Başka bir örnek, ki Kemalistlerin sıkça yaptığı Atatürk’ün bir sözünden doğrudan bir şey çıkarıp “aha bugüne yakıştı!” dememek gerekir. Daha ziyade onun ifadesini kendi döneminin bağlamında anlamalıyız.

İktidar ve kutsallık arasındaki bu ilişki sadece Mustafa Kemal dönemine mi aittir? Bir şeyin kutsal olduğunu düşündüğümüzde, o, kraldan ülkeye, insanlardan ve ulustan, kiliseden, sanattan, piyasadan, sınıflı toplumdan bilime kadar her şeyi meşrulaştırmak için kullanılabilir. Ancak gücü eleştirmek için de kullanılabilir.

TÜRKİYE’NİN GERÇEK BİR AYDINLANMA SÜRECİNE İHTİYACI VAR

Türkiye halkı, aydınlanma konusundaki yalanlara doymalı. Ülkenin gerçek ve dürüst bir aydınlanma sürecine ihtiyacı var. Aydınlanma düşüncesi Atatürk’ün dönemiyle hesaplaşmayı öngörür. Geçmişten kopmayı gerektirir. Hakikat ve mutluluğun Atatürk’ün hüküm sürdüğü dönemde olmadığı kabul etmek gerekir. Türkiye için Aydınlanma, her şeye yeniden başlama fırsatında yatmaktadır. Bugünün ve geleceğin reformları yoluyla kendi imajımızı şekillendirme becerimizde yatmaktadır.

Türk bilgi kaynakları, Türk tarihçileri ve iletişim araçları başta olmak üzere Atatürk’ü ve yönetim seklini objektif bir şekilde sunmuyorlar. Atatürk’ün Batı yönelimiyle sürekli övünüyorlar. Peki, Batı yönelimi demokratik bir perspektif dışında değerlendirilebilir mi? Sansür totaliter sistemin bir parçasıydı ve hâlâ da öyledir. Yalan söyleyip insanları gülümsetmektense, doğruyu söyleyip birini ağlatmak daha iyidir.

TÜRKİYE’DE AKIL ÇAĞI

Türkiye’de Aydınlanma’nın nedeni ne olmalıdır?

Totaliter ve otoriter fikirler 100 yıldır Türk siyasetine hakim olmuştur. Birçok Kemalist bir aydınlanma çağını savunuyor ama nasıl bir aydınlanma? Aydınlanma idealleri Mustafa Kemal anlayışına gönderme yapmaktadır. Başlangıç ​​noktası, herkesin kendisi olma hakkına sahip olmasıdır (doğal hak).

Onlardan kurtulmak zorundayız. Bazı cesur, sosyal açıdan eleştirel düşünürlerin hoşgörü, ifade özgürlüğü, din özgürlüğü, etnik milliyetler ve cinsiyetler arasındaki eşitlik konularında yeni ve profesyonel fikirleri teşvik etmesi gerekiyor. Bu insan gruplarının üyeleri olarak, belirli bir öz imaj veya öz anlayış geliştirdik. Kimsenin bunu küçümsemeye hakkı yok.

Türkiye, bu konuda İskandinav ülkelerinin deneyimlerinden faydalanmalı. Dünya sıralamasında İskandinav ülkeleri ifade ve basın özgürlüğü açısından en iyi ülkeler olarak görünüyor. İskandinav eğitim sistemlerinde, kamusal tartışmalarda vb. insanlar her zaman sansürün seçmenlere ve halka yapılabilecek en kötü ihanet olduğu konusunda ısrar etmiş ve hatırlatmışlardır.


*Mehmed S. Kaya: Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde profesör. ‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabı yazarı.

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version