Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Dünya neden aşırılık yanlısı alternatiflere yöneliyor?

Dünya neden aşırılık yanlısı alternatiflere yöneliyor?


YÜKSEL DURGUT | YORUM 

Hollanda’nın resmi başkenti Amsterdam olsa da fiili başkenti olarak bilinen Lahey’de çalkantılı günler yaşanıyor. Sosyal medya paylaşımlarında yabancı karşıtlığını açıkça ortaya koyan, Hollanda parlamentosunun en uzun süre görev yapan üyelerinden biri olan Geert Wilders’ın bir gün Hollanda başbakanlığına talip olacağı kimsenin aklına gelmezdi. Ancak Hollanda halkı 22 Kasım’da yapılan erken seçimle birlikte, aşırı sağcı ve İslamofobik özelliği son derecede yüksek olan bu ilginç adamı ülkenin tek söz sahibi olabilecek konuma kadar yükseltti.

Sağ popülist Partij voor de Vrijheid’ın -Özgürlük Partisi- (PVV) ezici zaferinin Hollanda siyasi tarihini alt üst etti. Wilders’ın partisi PVV, 37 sandalye ile tüm partiler arasında en iyi seçim sonucunu elde etti. Hollanda’yı 20 yıldır aşırı sağcı ve radikal tezleriyle kutuplaştıran Geert Wilders, muhalefet sıralarından inerek hükümette söz sahibi olmak için adım adım ilerleyişini sürdürüyor.

Ancak Wilders’ın partisi PVV’nin, hükümet ortaklarına seçim sürecinde söz verdiği kendi program tüzüğünü dikte etmesi zor. Bu tüzük ne diğer partilerin kuruluş ilkesiyle ne de anayasayla uyumlu.

Hollanda anayasasında yer alan din özgürlüğü hakkını ihlal ediyor.  Wilders tüm yeni iltica başvurularının reddedilmesini ve çifte vatandaşlığa sahip suçluların sınır dışı edilmesini istiyor. Ancak bu, Hollanda’nın da üyesi olduğu AB ve BM düzenlemeleriyle bağdaşmıyor. Wilders, hükümette yer alabilmek için aşırı sağ manifestosunun büyük bölümünü feda etmek zorunda kalacak.

Wilders aşırı sağcı, İslamofobik ve popülist olabilir ancak saf değil. Seçim başarısından bu yana dikkat çekici bir şekilde ılımlı bir duruş sergilemeye çalışıyor. Hollanda medyası şimdiden yeni ve tamamen farklı bir Wilders’ten bahsetmeye başladı. 60 yaşındaki Wilders, bir televizyon programında, hükümetin bir parçası olmak için ödünler verebileceğini açıkça dile getirdi. 

Wilders, daha az aşırı sağcı kesimlerden daha geniş bir destek alabilmek için camilerin, başörtüsünün ve kutsal kitapların yasaklanmasına yönelik planlarının rafa kaldırılabileceğini söyledi bile. Önceliği göçü kısıtlamak olsa da, en azından bazı göçmenler PVV’ye konut ve sosyal bakım alanlarında iyileştirmeler vaat ettiği için oy verdi. Ancak Wilders’ın istediği olursa bu vaatler sadece etnik Avrupalılarla sınırlı kalabilir.

Arjantin’de yapılan ikinci tur başkanlık seçimlerini kazanan Javier Milei için bu tür radikal söylemler öncelikli değil. Zira ilk turda Milei’yi geride bırakan rakibine karşı elde ettiği yüzde 12’lik üstünlük göz önüne alındığında bu zafer gerçekten de ezici bir galibiyet.

Kendisini özel mülkiyet hakkına, iktidar müdahalesinin reddine ve temel toplumsal etkileşim mekanizması olarak rekabete ve serbest piyasaya dayalı siyasal düşünceye sahip yani anarko-kapitalist olarak adlandıran Milei’nin seçim meydanlarında halkı refaha ulaştırmak için bu sisteme geçme sözü verdi. Bakanlıkları ortadan kaldırarak devleti küçültmek, harcamaları kısmak, merkez bankasını kaldırmak ve ABD dolarını ulusal para birimi olarak kabul etmeyi vadetti.

Wilders gibi Milei de, yeni kurdukları partilerinin azınlık oluşturduğu parlamentoda büyük mücadele ettikleri gibi tavizler de vermeleri gerekiyor. Bu tavizlere şimdiden başlandı.

Anarko-Kapitalist bir düzende komünistlerle anlaşma yapmak asla kabul edilmiyor. Arjantin’in ana ticaret ortakları Çin ve Brezilya ile ilişkileri dondurma sözünü seçimlerden önce dile getirilmişti ancak şimdi rafa kaldırıldı. Milei’nin Arjantinli Papa Francesco’yu “komünizmi destekleyen bir Cizvit” ve “şeytanın yeryüzündeki temsilcisi” olarak adlandırırken, gelecek yıl ülkesine davet etmesinde pragmatizme yöneldiğini gösteriyor.

Yine de Milei’nin başkanlığı zorlu bir yolculuk. Çünkü önerdiği siyasi programının çoğu daha önce Arjantin’in askeri cuntası ve Mauricio Macri hükümeti tarafından denenmiş ve başarısızlığa uğramıştı.

Görünüşte Latin Amerika ve Avrupa’nın çok fazla ortak noktası olmayabilir, ancak dünyanın farklı bölgelerinde aşırı sağın yeniden canlanması genellikle benzer nedenlere bağlanabilir. Bunların başında, merkez sol ve merkez sağ olarak adlandırılan ve çoğu zaman birbirlerinden neredeyse hiç ayırt edilemeyen kesimlerin, toplumun tümünün temel ihtiyaçlarını karşılayan siyasi ekonomiler oluşturmadaki başarısızlıkları gelmektedir. Politikaları çoğu zaman ekonomik eşitsizlikleri ve toplumsal işlevsizliği arttırmaya hizmet ediyor. Bu da kaçınılmaz olarak seçmenleri aşırılık yanlısı alternatiflere yöneltiyor.

Avrupa’da merkezi siyaset başarısızlığa uğradığında ve işler sarpa sardığında başvurulan seçenek aşırı sağdır. Parçalanmış ve dağınık sol, ikna edici alternatif öneriler ortaya koyamadıkları suça ortak oluyorlar. Ancak unutmayalım ki bu alternatifler ortaya çıktığında bile siyaset ve medya kurumları tarafından hızlı bir şekilde sindirilerek bastırılıyor.

İngiltere’deki ‘Corbyn vakası’ ilham verici bir örnektir. Jeremy Corbyn’in Eylül 2015’te İngiliz İşçi Partisi’nin lideri olarak seçilmesi, modern İngiliz tarihinin en beklenmedik siyasi gelişmelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Partisinin 7 Mayıs genel seçimlerinde aldığı ağır yenilginin ardından sadece liderlik için değil partinin ruhu için de bir yarış ortaya koymuş ve başarılı olmuştu.

Aynı şekilde, iktidarı kazandıktan sonra Avrupa Birliği’nin neoliberal acımasızlığı karşısında zor günler geçiren Yunanistan’daki sol ve radikal sol partilerin siyasi koalisyonu olarak kurulan Syriza’nın kaderi de aynıdır. Avrupa’daki birçok aşırı sağcı grubun AB’yi sorunun bir parçası olarak görmesinde bir nebze ironi var.

Aşırı sağ, Avrupa’daki demokrasilerde yaygınlaşıyor ve yakın zamana kadar sosyoekonomik ilerlemenin örnekleri olarak öne çıkan uluslarda ana akım haline gelmesinden korkuluyor. Avrupa’nın lokomotif ülkesi Almanya’da da aşırı sağcı parti AfD’nin hızla yükselişiyle demokrasi kalesinin yıkılacağı endişesi yaşanıyor. Eğer Fransa’da gerçekleştirilecek bir sonraki seçimlerde aşırı sağcı Marie Le Pen’in iktidar olmasıyla, sıra Almanya’ya da gelebilir.

ABD’deki endişeyi biliyorsunuz. Önümüzdeki yıl gerçekleştirilecek seçimlerin sonucunun Trump’tan yana kullanılması halinde dünyanın tamamını zorlu bir dönem bekliyor. Latin Amerika farklı olsa da neo-faşist eğilimlere henüz uzak. Arjantinli lider Milei’nin İsrail hayranı olması şaşırtıcı değil, ancak İsrail’in Filistin’deki katliamına karşılık Güney Amerika kıtasının geri kalanı bu soykırımın bir an önce sona erdirilmesi için sesini yükselten tek kıta.

Geert Wilders’in seçim zaferinden sonra Hollanda’da koalisyon kurma müzakereleri beklenenden daha karmaşık olacak. Özgürlük Partisi, 2021 seçimlerinde 20 milletvekilliği kazanmıştı, şimdi oyların yüzde 23,6’sını alarak 150 üyeli parlamentoda 37 sandalye elde etti. İktidar koalisyonunun kurulması için yeterli sayıya ulaşılmadığı için uzun müzakereler yapılacak. 2021 seçimlerinden sonra 300 günlük müzakere maratonu sürmüştü.

Avrupa’daki aşırı sağın zaferine en çok sevinenlerin başında muhtemelen Vladimir Putin geliyordur. Putin gibi diktatörlerin daha fazla sevinmemesi için Avrupa’nın kucaklayıcı politikalara çok acil olarak ihtiyacı var.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version