Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Dolunay Katilleri’ üzerine | Hüzünlü bir final

‘Dolunay Katilleri’ üzerine | Hüzünlü bir final


M. NEDİM HAZAR | YORUM

Martin Scorsese’nin son filmi “Killers of the Flower Moon” (Dolunay Katilleri) 1920’lerin Oklahoma’sında geçiyor ve Osage Kızılderililerinin arazilerinde petrol bulunmasının ardından yaşanan cinayet serilerine odaklanıyor. Son iki yazıda ayrıntılarıyla aktardığımız gibi,  Kızılderili Osage Kabilesi üyeleri, rezervasyonlarındaki maden haklarını (Özellikle petrol) korumuş ve bu zenginliği beyaz fırsatçılar ele geçirmeye çalışmış.

David Grann’ın kaleme aldığı bir romandan çıkarak hikayeyi oluşturan Scorsese, kitabın ana taşıyıcı karakteri Mollie yerine bir erkek karakter seçiyor ve film, Ernest Burkhart’ın hikayesi gibi ilerliyor.

Leonardo DiCaprio tarafından canlandırılan Bukhart’ın, 1919’da I. Dünya Savaşı’ndan dönmesiyle başlıyor hikaye. Oysa kitap çok öncesinden başlıyor ve Ernest sadece dönüm noktalarından biri oluyor. Dolunay Katilleri filminde ise Ernest, amcası William “King” Hale (Robert De Niro) ve kardeşi Byron ile birlikte Hale’in rezervasyonundaki büyük çiftlikte yaşamaya başlıyor.

Hale, Osage halkına karşı dostane bir yardımsever gibi davranırken, Ernest’i, petrol haklarına sahip Osage üyesi Mollie Kyle (Lily Gladstone) ile evlenmeye teşvik ediyor. Ernest ve Mollie evleniyor ve üç çocukları oluyor. Ancak Hale, gizlice Mollie’nin zengin aile üyelerinin ölümlerini planlıyor. Sonra ölümler başlıyor. Başta Mollie’nin ailesi olmak üzere Osage Halkından insanlar birer ikişer öldürülüyorlar. Mollie’nin annesi Lizzie ve Osage konseyi, rezervasyondaki beyaz sakinleri suçlar ve Osage halkını savunmaya çağırıyor ama nafile.

Film, Mollie’nin hastalığına rağmen (şeker hastasıdır) Washington’a giderek Başkan Calvin Coolidge’den yardım istemesi ve sonrasında gelişen olayları anlatıyor. Mollie’nin çabaları sonucu Soruşturma Bürosu (BOI), ajan Thomas Bruce White Sr. ve yardımcılarını cinayetleri araştırmak üzere gönderiyor. White, Hale ve Ernest’i tutukluyor ve Mollie’ye gereken tıbbi bakımı sağlıyor.

Ernest, aleyhinde ifade veren Hale tarafından öldürülmeye çalışılsa da şanslı yeğen bundan kurtuluyor. Ancak Ernest’in önemli bir sorunu daha var, bizzat karısını öldürme çabası. Mollie bu konuda kocasını epey sıkıştırmasına rağmen Ernest inkar ediyor etmesine ama bu yalan ondan boşanmasına engel olamıyor.

Öncelikle şunu söyleyelim; Killers of the Flower Moon, geleneksel bir gangster filmi olmamakla birlikte, Scorsese’nin yarım asırdır araştırdığı yozlaşmış, şiddet dolu adamların hikayeleriyle uyum içinde bir film. Esasında Dolunay Katilleri F.B.I.’ın oluşumunu ve Osage cinayetlerinin araştırılmasını anlatan bir kitaptan esinlenerek, Mollie ve Ernest’in kişisel perspektiflerine odaklanıyor gibi görünüyor.

Tam da bu noktada kitap ile filmin çakıştığı ve çatıştığı noktalar önem arz ediyor. En önemli ayrışma noktası hikayenin ana karakteri.

Kitap odağına Osage yerlisi Mollie Bukhart’ı alırken, Scorsese bunu bir erkek hikayesine çeviriyor ve Ernest ve Hale üzerinden yürümeyi tercih ediyor. Bu da hikayeyi epey farklılaştırıyor. Scorsese bu tercihi muhtemelen DiCaprio ve De Niro sebebiyle yapmış.

Kariyeri boyunca en güvendiği iki isim zira bu usta aktörler. Ancak kabul edelim ki, başta Leonardo DiCaprio olmak üzere he iki aktör de rolünün hakkını ziyadesiyle veriyor.

Filmin iki büyük eksik yönü daha var:

Mollie Bukhard’ın verdiği büyük mücadeleyi layıkıyla aktarmaktan epeyce uzak kalan bir film çıkmış ortaya.

İkinci olarak ise, David Grann’ın kitabının alt başlığı “FBI’ın kuruluş hikayesi” iken Martin Scorsese işin bu kısmını hiç önemsememiş.

Fakat buna rağmen Martin Scorsese, Dolunay Katilleri’ni mümkün olduğunca içten ve doğru bir şekilde yapmak için her yolu denemiş gibi görünüyor. Osage halkından insanları perde arkasında çalışmak üzere istihdam etmiş ve hassasiyet ve gerçeklik sağlamak için onlarla danışmış mesela. Osage merkezliğin eksikliğini telafi etmek için orijinal senaryosunu defalarca tekrar tekrar yazdırmış ama bu bile yeterli olmamış bence.

Film özellikle çekildiği topraklarda gösterilirken sinema salonlarında epeyce ağlayanlar olmuş olmasına ama yaşanılan büyük trajedinin derinliğini vermekten de epey uzak kalmış Scorsese.

Dolunay katilleri filminin kadrosu ve yönetmeni Cannes’da…

Biraz başrol oyuncularından bahsedelim.

Elbette öncelikle Mollie Burkhardrolündeki Lily Gladstone.

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, Gladstone özellikle iki büyük oyuncunun arasında ezilmiyor, rolünü çaldırmıyor ama senaryonun kendisine izin verdiği nispette rolünü oynuyor. Ve bunda da muazzam bir başarı gösteriyor. Leonardo DiCaprio bir röportajında diğer şeylerin yanı sıra Gladstone’un ne kadar “inanılmaz derecede zeki” olduğunu ve filme birçok açıdan katkıda bulunduğunu vurguluyor.

Lily Gladstone, Blackfeet ve Nimíipuu kökenli bir Amerikalı oyuncu. Yani kendisi deMontanalı bir Kızılderili ailenin çocuğu. Gazeteci bir babanın kızı. Yoksulluk içinde büyümüş. 11 yaşına kadar tek göz bir tahta kulübede ailesiyle yaşamış oyuncu. Çocukluğunu ve topraklarını şöyle anlatıyor: ““Orada yoksulluk, şiddet, madde bağımlılığı ve işsizlik her yerde var. Ama o toplulukta çok fazla sevgi var. Oradaki insanları birleştiren şey, aile sevgisi ve toprak sevgisidir.”

Sinemaya girmesini büyük film tutkunu olan dedesi istemiş ve babası da bu arzuyu desteklemiş. Çocukluk rollerinin hepsinde tombul ve şirin karakterleri oynamış. Daha sonra Montana Üniversitesi’nde oyunculuk ve tiyatro eğitimi almış.

Mesleğe tiyatro oyuncusu olarak başlayan Gladstone, ilk film deneyimini Benicio Del Toro’nun II. Dünya Savaşı gazisi bir Blackfeet’i canlandırdığı “Jimmy P: Psychotherapy of a Plains Indian” (2012) filminde yapıyor.

Mollie ve Lily…

Daha sonra “Winter in the Blood” (2013) adlı, küçük bir Montana kasabasında yaşayan Yerli Amerikalı bir adam hakkında halüsinasyonlu bir filmde rol alıyor. Gladstone, bunu Montana halkı için bir “aşk emeği” olarak nitelendiriyor ve şunları söylüyor: “’Winter in the Blood’, Montana topluluğuna, birçok yerliye ve romanın mirasıyla güçlü bir bağlantısı olan birçok kişiye büyük ölçüde güvendi.” Yetenekli oyuncu ayrıca “Buster’s Mal Heart” (2016) filminde de rol almıştı.

Gladstone, kendini ilk kez bağımsız film yapımcısı Kelly Reichardt’ın “Certain Women” (2016) filminde bir çiftçi olarak sergilediği performans ile aldığı övgülerle gösteriyor. Michelle Williams, Laura Dern ve Kristen Stewart gibi oyuncularla birlikte oynayan Gladstone için The Guardian “büyük çıkış” diye yazmıştı. Rolling Stone ise “Gladstone, o kadar içten ve özlem dolu bir performans sergiliyor ki, neredeyse ona bakamıyorsunuz” yazdıydı. Kariyer basamaklarını hızla tırmanan oyuncu, bugüne kadar birçok ödül ve adaylık kazandı. Bunlar arasında Los Angeles Film Eleştirmenleri Derneği Ödülü ve Boston Toplumu Film Eleştirmenleri Derneği En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü de yer alıyor. Gladstone ayrıca En İyi Yardımcı Kadın dalında Bağımsız Ruh Ödülü’ne aday gösterilmiş durumda.

Gladstone, daha sonra epeyce tiyatro oyunu ve filmde başarılı performanslar sergiledi. Corona salgını döneminde Gladstone çok enteresan bir karar alıyor ve oyunculuğu bırakmak istiyor.

ABD Tarım Bakanlığı’nda katil arılarını takip etmek üzere mevsimlik iş başvurusu yapmayı planlıyor.  Ancak tam bu sırada, “Certain Women” filmindeki çalışmasından etkilenen film yapımcısı Martin Scorsese’den bir Zoom toplantı isteği alınca kaderi tekrar değişiyor. Zira bu toplantıdan kısa süre sonra telefonu çaldığında hattın diğer ucundaki isim Martin Scorsese oluyor!

Gladstone ve Scorsese

Son 4-5 yazıdır defalarca tekrarladığımız gibi, David Grann’ın aynı adlı belgesel nitelikli kitabına dayanan “Killers of the Flower Moon”, 1920’lerde Oklahoma’daki Osage Milleti Rezervasyonu’nda gerçekleşen bir dizi cinayeti anlatıyor. Gladstone, arkadaşları ve aile üyeleri gizemli bir şekilde öldürülen gerçek bir Osage kadını olan Mollie Kyle Burkhart’ı canlandırıyor. Gladstone, Burkhart’ı aylarca incelemiş—gerçek hayatta torunuyla bile tanışmış—ve topluluğun mirasını anlamak ve onların görüşlerinin duyulduğundan ve uygulandığından emin olmak için Osage liderleriyle onlarca toplantıya katılmış.

Gladstone, filmde yavaş yavaş hem kelimenin hem de mecaz anlamda yok olan, kalp ve ruhu Mollie Burkhart karakterine sessiz bir zarafet katıyor; üçüncü perdede çoğunlukla terleyen, kusan ve ölen, beyaz insanların etrafında korkunç işler yaparken ajansı olmayan bir figür haline geliyor.

Gladstone, performansını sunarken kendi hayatından ve yetiştirilme tarzından ilham aldığını, ancak kendisinin ve Burkhart’ın farklı kabilelerden ve dönemlerden geldiğini belirtiyor. Rolü hakkında ise “Mollie Burkhart’ı canlandırmakla güvenilmiş olmak gerçek bir hediye ve büyük bir sorumluluk, onu her iki kolumla, kalbime yakın tutacağım” demiş.

Yönetmen Scorsese ise onun hakkında şöyle diyor: “O, sadeliğe güvendiğini görebiliyordum. Kendi ekran varlığının, kendi başına konuşabilen ifade gücü olduğunu anlamıştı. Bu oldukça nadirdir. Mollie olarak onun sessizlikleri, sözlerinden çoğu zaman daha güçlüydü.” Oyuncu arkadaşı Leonardo DiCaprio ise ekledi: “Lily’nin inanılmaz bir varlığı ve gücü var… Bir Yerli oyuncu olarak, hikayeyi nasıl anlattığımız konusunda hepimiz için, Scorsese dahil, rehberlik kaynağı oldu.”

Açıkçası bu cümleler, alınacak pek çok ödülden daha önemli bence.

Onu, 2024 yılında yine gerçek bir hikayeden televizyona aktarılan suç dizi “Köprünün Altında’da izleyeceğiz.

İsterseniz sırasıyla diğer önemli rollere ve oyunculara bakalım.

Deneyimli aktör John Lithgow, Hollywood’da uzun ve başarılı bir kariyere sahip olup, bir Martin Scorsese filmde ilk kez rol almasıyla bilinir.  Ancak aktör, Brian De Palma ile birden fazla iş yapmış olduğu için suç türüne yabancı değil. John Lithgow’un “Killers of the Flower Moon” filmindeki görünüşü keyifli olmasına rağmen, filmde çok az malzemeyle çalışmak zorunda bırakılmış. Karakteri, filmin üçüncü perdesinde, mahkeme sahnelerinde William K. Hale’i savcı olarak yargılamak için ortaya çıkıyor, ancak odadaki herkes tarafından gölgede bırakılıyor. Brendan Fraser’ın W.S. Hamilton karakteri gibi sınırlı bir ekran süresine sahip ve o kadar heyecan verici değil açıkçası.

Hollywood’un en enteresan oyuncularından olan Brendan Fraser’ın “The Whale”deki muhteşem başarısının ardından bir Scorsese filmi üzerinde çalışmış olması, en sevilen aktörlerden biri olarak merakla bekleniyordu. Fraser’ın “Killers of the Flower Moon” filmindeki performansı ise otoriteleri tam ortadan ikiye bölmüş durumda. Pek çok kişi, avukat W.S. Hamilton rolünde abartılı ve karikatüristik olduğunu söyleyerek ağır eleştiriyor. Öte yandan işin gerçeği, bu tespit aslında film için oldukça iyi işliyor çünkü Fraser, Hale ve hukuk ekibinin sorumluluk almaktan kaçınmak için başvurabilecekleri yıkıcı ve dramatik taktikleri gösteren ani ve hemen bir yoğunluk katıyor. Fraser ayrıca filmdeki karanlık komik ve absürt anlara da katkıda bulunuyor.

Sempatik aktör Jesse Plemons, malum her zaman keyifli ve karizmatik bir performans sergileyebildiği için Hollywood’daki en güvenilir karakter oyuncularından biri haline hızla dönüşmüştü. “Killers of the Flower Moon” kadrosunda Tom White olarak tam da bunu yapıyor. White, Osage cinayetlerini araştırmak için üçüncü perdenin başında geliyor. Robert De Niro ve Leonardo DiCaprio ile sahneleri, filmdeki belki de en iyi sahneler, zira sakin ve dostça tavırları, iki adamın psikolojik incelemesini maskeliyor. Tom White geliyor ve neredeyse hemen durumu kavrayıp, kimleri yakalaması gerektiğini bilirken, durumun karmaşıklığına karşı empati gösteriyor.

Filmin en enteresan karakterlerinden biri ise Mollie’nin annesi Lizzie… Tantoo Cardinal, “Kurtlarla Dans- Dances With Wolves” gibi, “Killers of the Flower Moon” filmine benzer en iyi filmlerden birinde yer almış olduğundan dolayı Western türüne yabancı değil. Filmde, daha önce hastalıktan ölen Mollie’nin annesi Lizzie Q karakterini canlandırıyor. Sahne süresi sınırlı olmasına rağmen, Mollie ile olan anları ve ölüm döşeğindeki baykuşla sahneler oldukça akılda kalıcı. Deneyimli aktris, olağanüstü ve yürek burkan bir performans sergiliyor diyebiliriz.

Ve Scorsese’nin vazgeçilmezi…

Robert De Niro, tüm zamanların en büyük oyuncularından biri ve “Killers of the Flower Moon”, 80 yaşında olmasına rağmen kariyerinin en iyi performanslarından biri olarak rol yapıyor. William King Hale, De Niro’nun diğer tüm çalışmalarından farklı bir karakter; ikiyüzlü ve iğrenç… Tıpkı iblis gibi zira yaptığı fenalıkların hiçbirini üstlenmiyor. Hep perde arkasında birilerini yönlendiriyor. Evet, Hale karakteri (ki gerçektir) manipülatif, açgözlü ve zalimdir ve De Niro, onu hesaplayıcı ve rahatsız edilmeyen bir tavırla oynuyor ki bu onu korkunç kılıyor. De Niro ve Scorsese’nin birlikte yaptıkları tüm filmlere rağmen, William K. Hale tamamen yeni bir varlık gibi hissettiriyor.

Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı karaktere geçmeden önce, Scorsese’nin Grann’ın kitabından yaptığı odak kayması neticesinde hikayeyi beyaz erkek anlatısına çevirmesinin gerçekliği zedeleyecek boyutta olduğunu hatırlatalım. Özellikle De Niro ve DiCaprio’nun usta işi oyunculukları filmin omurgasını tamamen oluşturuyor.

Dicaprio genel olarak 21. yüzyılın en büyük oyuncularından biri olarak, iyi seçilmiş filmlerde sürekli olarak çok yönlü performanslar sergileyen biri. Killers of the Flower Moon’da Ernest Burkhart olarak sergilediği performans, çok güçlü ve bu sebeple olsa gerek bu rol onu Cillian Murphy’nin “Oppenheimer” filmindeki performansıyla birlikte En İyi Erkek Oyuncu Akademi Ödülü için aday yapacak. Canlandırdığı Ernest Burkhart amcasına uşaklık eden, IQ’su diplerde biri. Ancak buna rağmen başlarda karısına aşık oluyor ama amcasının manipülasyonlarıyla ölümcül şeyler yapmak zorunda kalıyor.

Geçmişe dönüp baktığımızda DiCaprio, Scorsese’nin filmlerinde Billy Costigan’dan Jordan Belfort’a kadar yüksek zekalı karakterler oynadı, bu da aptal Ernest Burkhart’ı bir istisna haline getiriyor. Karakterin aptallığı bazen sahnelerini komik yapabilirken, DiCaprio karakteri incelik ve hassasiyetle oynuyor. Amcasıyla ilişkisindeki manipüle edilebilir, itaatkar doğasına rağmen, Mollie’ye olan aşkı aracılığıyla Burkhart karmaşık bir hale getiriliyor; bu ise, Scorsese’nin özellikle aradığı film açısından bir durum. Sonuç olarak Leonardo DiCaprio, kariyerindeki en karmaşık karakterlerden biri için Killers of the Flower Moon’da en iyi performanslarından birini sergiliyor diyebiliriz.

Dolunay Katilleri- üç buçuk saate yakın süren- uzun bir film.  En büyük handikapı ise, tamamı beyazlardan oluşan bir yapım, yazım ve yönetim ekibi tarafından üretilmesi. Dolayısıyla Kızılderili ruhunu tam olarak yansıtmak uzak bir film çıkmış ortaya. İşin garip tarafı, Scorsese’nin rahatlıkla yapabileceği FBI’ın kuruluş hikayesine de çok yüz vermemesi.

Bir veda filmi niteliğinde

Dolunay Katilleri pek çok yönüyle klasik bir “son film” özelliği taşıyor.

Bunun en önemli sebebi yönetmen Martin Scorsese’nin konfor alanını terk etmeyi göze almaması. Bunu sadece cast tercihleriyle yapmıyor, hikayeyi bilmediği bir alandan çıkarıp hakim olduğu alana çekerek yapıyor. Durum böyle olunca “Cameo”sunun da olduğu final radyo tiyatrosuyla hem dramatik etkiyi artırmaya çalışıyor hem medya ve toplumsal eleştiriyi doğrudan yapıyor hem de hikayeyi tekrar toparlama ihtiyacı hissediyor.

Fırsat bulursak, en iyi final filmleriyle ilgili bir yazı da kaleme alacağız.

Usta yönetmen Robert Altman 2006 yılında son filmi olacak olan en son eserini tanıtmak için bir dizi röportajlar yapmıştı. ‘A Prairie Home Companion’,diğer adıyla “Robert Altman’s Last Radio Show” eski moda bir radyo çeşitlilik gösterisinin son performansı sırasında geçiyor, istasyonun yeni sahipleri tiyatroyu yıkıp yerine bir otopark yapmadan önceki son gösteri ve bu film, ölümlülük hayaleti tarafından takip ediliyordu.

Bu buluş hem mecazi anlamda, azalan bir sanat formunun geçişi hakkında olduğu için, hem de gerçek anlamda, performansın izleyicileri arasında gerçek bir ölüm meleği olduğuna yapılan bir göndermeydi. Ancak, 81 yaşındaki Altman o yılın başlarında onursal Oscar’ını kabul ederken on yıl önce bir kalp nakli geçirdiğini açıklamış olmasına ve ‘A Prairie Home Companion’ın, Altman aniden ölürse filmi bitirebilecek birini garanti altına almak için sette başka bir yönetmen, Paul Thomas Anderson’ın bulunma koşuluyla yapılmıştı.

Kendisine sorulan bir soruya şöyle demişti Altman: “Benim için film ölüm hakkındadır.”

Evet… Her yönetmen son bir film yapar, ancak hepsi gerçekten son hissettiren bir film yapacak kadar uzun yaşayıp çalışamayabiliyor.  Bazılarının kariyerleri, eğlence endüstrisinin iniş çıkışları nedeniyle beklenmedik bir şekilde kısa kesiliyor. Hollywood’un altın çağının en büyük yönetmenlerinden biri olan Billy Wilder, hayatının son iki on yılında boşuna başka bir film yapmaya çalışmıştı. Ancak yaparlarsa, bu, yapımcılarının sanatsal bir vasiyetname olabileceğini bilerek veya şüphelenerek yaptıkları küçük ama ilginç bir mikro tür filmlere katkıda bulunurlar.

William Friedkin’in ölümünden kısa bir süre sonra prömiyeri yapılan The Caine Mutiny Court-Martial, A Prairie Home Companion’a benzer şartlar altında üretilmişti. Guillermo del Toro, Anderson’ın rolünü devraldı. The Exorcist ve The French Connection’ın yönetmeni için merak uyandıran bir veda şarkısı gibi görünüyordu, “Hurricane Billy” olarak bilinen bir adamdan mütevazı bir oda draması! Ancak Kiefer Sutherland’ın Kaptan Queeg olarak yorumuna, özellikle ağzının köşesindeki düşüklüğe dikkatle bakarsanız, zamanı gelip geçmiş, bir zamanlar saygı duyulan bir yaşlı adamın dokunaklı bir özportresini görmek mümkündü.

Bir veda filmi…

Agnès Varda’nın 2019’daki ölümünden bir ay önce prömiyeri yapılan Varda by Agnès, 60 yıllık kariyerinin kendisi tarafından küratörlüğünü yapılan bir retrospektifi gibi oynuyordu ve kısmen anı, kısmen de ağıttı.

Şüphesiz Dolunay Katilleri’nin, Martin Scorsese’nin son filmi olması amacıyla çekildiğini iddia etmiyorum. Hatta olmamasını da diliyorum. Ancak, filmin katmanları arasında gezinirken yaşanan sanat yorgunluğunu ve son film verilerinin neredeyse tamamını taşıdığını da yazmak zorundayım. Bu perspektiften bakıldığında finaldeki Cameo’nun da çok daha anlamlı olduğunu söylemek mümkün. Scorsese, kamera ile arasındaki tüm araç ve aracıları kaldırarak doğrudan seyirciye hitap ederek kapatıyor filmini ve belki de sanat hayatını.

‘Dolunay Katilleri’ filminin analizi böyle… Scorsese hakkında ise son bir yazımız kaldı.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version