Balkan TALU
Artı Gerçek – Gazze’deki “üçüncü” İsrail-Arap Savaşı birinci ayını doldurdu. Her zaman olduğu gibi, İsrail-Filistin sorunu kızışınca Hizbullah da sahnede tekrar boy göstermeye başladı.
Hizbullah henüz savaşın yeni başladığı 7 Ekim tarihinde yapığı ilk açıklamadaki ilk mesajını, İsrail’le normalleşme arayan diğer Arap, İslam devletlerine verdi. Al Mayadin televizyonunun internet sitesindeki yayında, “Arap, İslam ülkeleri ve dünyanın tüm özgür halklarına, Filistin halkı ve onun direniş hareketine destek vermeleri” çağrısı yapıldı.
Başta Suudi Arabistan olmak üzere İsrail’le normalleşme arayışı içinde olan Arap ülkelerine gözdağı olarak yorumlanan bildiride, İsrail hükümetinin Filistin direnişinin sahada öğrettiklerinden ders çıkarması gerektiği; bunun özellikle İsrail ile normalleşme arayışındaki tüm uluslararası toplum ve İslam dünyasına da bir mesaj niteliğinde olduğu vurgusu yapıldı.
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Gazze Savaşı başladığından beri uluslararası kamuoyunun önüne ilk defa 3 Kasım’da çıktı. Aksa Tufanı’nın çok sayıda cepheye yayıldığına işaret etti, Hamas’ın saldırısının herhangi bir bölgesel gücün etkisiyle düzenlenmediğini söyledi. Hizbullah, Hamas’a destek açıklamasında meşruiyet vurgusu yaparak şu ifadeleri kullandı:
“Her bakımdan (insani, ahlaki, dini) tam meşruiyete sahip bir savaş arıyor olsaydık, bu işgalcilerle gerçekleştirilen savaş gibi bir savaş bulamazdık.”
‘FİLOLARINIZ BİR İŞE YARAMAYACAK’
Nasrallah söz konusu açıklamasında ABD’yi de tehdit etmekten geri durmadı; “Siz Amerikalılar, Gazze’ye karşı saldırıları siz durdurabilirsiniz çünkü bu sizin saldırılarınız. Bölgesel savaşı kim durdurmak istiyorsa, Amerikalılar’a hitaben konuşuyorum, Gazze’ye saldırıları hızla sona erdirmek zorundadır” ifadelerini kullandı.
Nasrallah, ABD’ye hitaben, “Siz Amerikalılar çok iyi biliyorsunuz ki eğer bölgede savaş patlak verirse filolarınız hiçbir işe yaramayacak, havadan savaşmanın da hiçbir faydası olmayacak. Bedel ödeyecek olanlar da sizin çıkarlarınız, sizin askerleriniz ve sizin filolarınız olacak” diye konuştu; Akdeniz’deki Amerikan savaş gemilerine atıfla “Size tüm samimiyetimle söylüyorum, bizi tehdit ettiğiniz filolarınız için iyi hazırlandık” dedi. Hizbullah’ın son olarak da, Suriye’deki 1500 savaşçısını Lübnan’a çektiği belirtiliyor. Dolayısıyla Hizbullah, şu anda İsrail’e yönelik cephede yer almaya hazır görünüyor. Halihazırda, İsrail’le Hizbullah arasında sınırlı da olsa çatışmalar devam ediyor. Şu anda en korkulan senaryolardan biri de, Nasrallah’ın İsrail’e yönelik cepheyi derinleştirmesi…
Tarihe baktığımızda Hizbullah, 1982’den beri hem Filistin direnişinin hem de o dönemde Lübnan İç Savaşı’nın önemli taraf ve aktörlerinden biri olageldi. 1974’ten 1990 yılına kadar devam eden iç savaşta ve hemen sonrasında küresel boyutta cephe genişletmeyi iyi bildi.
FKÖ’NÜN LÜBNAN’DAN ‘ÇEKİLMESİYLE’ BAŞLAYAN SÜREÇ
Hizbullah’ın kuruluş yılı olarak ise 1982 yılı işaret ediliyor. Yani tam da İsrail’in Güney Lübnan’ı işgal ettiği, Sabra Şatilla Katliamı’nı yaptığı zamanlar. Bu dönemde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Lübnan’dan geri çekilmek zorunda kaldı ve genel merkezini Tunus’a taşıdı. FKÖ’nün Ortadoğu’yu terk etmesi adım adım sönümlenmesine yol açarken, 1979’daki İran Devrimi’nden Hizbullah için bir fırsat penceresi açtı. Devrimin ardından İran’ı da arkasına alan Hizbullah, Lübnan’daki İsrail karşıtı direnişin etkin aktörlerinden biri oldu. Üstelik sonuç almayı da başarıp İsrail’i Lübnan’dan geri çekilmeye mecbur bıraktılar.
Lübnan’da İç Savaş 1974 yılında başladı, 1990 yılına kadar devam etti. Lübnan, Soğuk Savaş yıllarında açılan sıcak cephelerden biriydi. ABD ve Rusya arasındaki güç ve ideoloji rekabetinin üstüne etnik ve dini kutuplaşmalar da eklenince iç savaş kanlı ve uzun oldu.
1960’lı yılların sonu ve1970 Filistin mücadelesi devam ederken, FKÖ üsleri zaten Ürdün-Lübnan hattında yayılıyordu. Dönemin sol silahlı hareketleri, Türkiye de dahil, gerilla eğitimlerini FKÖ kamplarında alıyordu. 1970 yılında Ürdün’deki Kara Eylül vakasından sonra FKÖ merkez üssünü tamamen Lübnan’a taşıdı. Beyrut’un doğu ve güneyinde Hizbullah’dan önce FKÖ hakimiyeti vardı. 1970’li yıllarda FKÖ nüfuzu devam ederken Hizbullah’ın öncülü olan Emel’le aralarında silahlı çatışmalar bile çıkıyordu. İlk etapta bölgedeki Şii nüfus FKÖ’nün Lübnan köylerini savaş üslerine çevirmesinden rahatsız oluyordu. Buna ek olarak FKÖ’nün laik kimliği Emel’i rahatsız etmişti.
‘KÖTÜLÜKLERİN ANASI’ ABD VE İSRAİL
Hizbullah’ın kurucularından biri olan Şeyh Ragıb Harb’ın öldürülüşünün ilk yıldönümü olan 1985 yılında örgüt bir açık mektup yayınladı. Bu ithaf mektubu Hizbullah’ın kamusal alanda kendini gösterdiği ilk metinlerden biri olarak biliniyor. Mektupta, “Güney ve Batı Bekaa’da en soylu Hüseyni destanlar” yazan kardeşlere ve ‘velayet-i fakih, Ayetullah Humeyni’nin önderliğinde eylem sancağını yükselterek Amerika’nın Lübnan’daki hayallerini suya düşüren ve İsrail işgaline karşı direnenler’e selam gönderiliyor.
Mektubun “Biz Kimiz ve Hangi Kimliğe Sahibiz?” başlıklı paragrafında bütün kötülüklerin anası ABD olarak vurgulanıyor ve Doğu ile Batı’nın zalim devletlerinin kendileriyle (esas olarak İslam ümmetiyle) savaşmak için ittifak kurduklarını söylüyor. Batı devletleriyle ABD ve Fransa; Doğu’nun zalim devletleriyle ise Falanjist Cemayel rejimi ve İsrail kastediliyor.
Hizbullah 1980’li yıllarda ABD ve İsrail hedeflerine yönelik bombalama eylemleri yaptı. En ses getiren eylemlerinden biri 1982 ve 1983 yılında Tire’de İsrail Ordusu’nun karargahının bombalanması ve 28 Nisan 1983 tarihinde 17’si ABD’li toplam 64 kişinin öldüğü ABD Elçiliği intihar saldırısı sayılabilir. Bu saldırılar üstüne ABD bölgedeki askeri varlığını geri çekmek zorunda kaldı.
HİZBULLAH VE ULUSLARARASI TERÖR
1990’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın bitimiyle, küreselleşme dalgasının başlamasıyla Hizbullah’ın silahlı eylemleri de global bir nitelik kazandı. 1983 yılında Irak Şiilerinin Dava Partisi’yle birlikte Kuveyt’te eş güdümlü olarak havaalanı, petro kimya tesisleri ve elçilik binalarına yapılan intihar saldırılarında altı kişi öldü. Bomba düzeneğinin hatalı olması can kaybının artmasını engelledi. 1992 yılında Arjantin’deki İsrail elçiliğine düzenlenen saldırıda 29 kişi öldü. 1994 yılında yine Arjantin’de Yahudilere ait bir kültür merkezine saldırıda 85 kişi hayatını kaybetti. 1996 yılında da Suudi Arabistan’da o dönemki koalisyon güçlerinin ikamet merkezi olan Hobar Kuleleri’ne yapılan saldırıda 19 kişi öldü, 500’e yakın kişi yaralandı. Suudi Arabistan’ın Hobar şehri Şii nüfusun yaşadığı bölge ve uluslararası petrol şirketlerinin genel merkezlerinin bulunduğu bölge olarak biliniyor. Saldırının yapıldığı kuleler ise Kral Abdülaziz Hava Üssü’ne oldukça yakın bir bölgede yer alıyordu.
1990’lı yıllardaki küreselleşmeci dalgayla birlikte uluslararası krizlere çözüm bulmak ve dolayısıyla küresel bir pazar kurmak motivasyonu vardı. Bu yüzden İrlanda ve IRA krizleri bir nihayete erdirildi. Güney Afrika’da apartheid rejimi sonlandırıldı. ABD’nin İsrail’e bağımlılığı yüzünden Filistin sorununa bir çözüm bulunamadı ama 1989 yılında Lübnan’da Taif Anlaşması imzalandı ve Suriye aracılığıyla Hizbullah’ın bölgenin silahsızlandırılmasından muaf kalabilmesini sağladı. Bu şekilde İran’ın da desteğini baştan beri arkasına almış olan Hizbullah, hem FKÖ’nün yokluğunda güney bölgesindeki hakimiyetini pekiştirmeyi, hem de genel ülke siyasetinde de dikkate alınması kaçınılmaz bir aktör haline gelmeyi başardı.
Medya çalışmalarının öncülerinden biri Marshall McLuhan özellikle televizyonların önemini anlatırken der ki, “Mesaj, aracın ta kendisidir” (Medium is the message). Bu yüzden 1991 yılında Hizbullah İran’dan aldığı fonlarla El Manar Televizyonu’nu ve El Nur Radyosu’nu kurdu. 1992 yılından beri de Lübnan’da yasal bir parti olarak seçimlere giriyor. Örgüt lideri Nasrallah’ın propaganda konuşmaları da El Manar Televizyonu tarafından yayınlanıyor. Almanya, Fransa gibi Batı ülkeleri ise 2004 yılından itibaren antisemitizm ve Holokost inkârcılığı gibi gerekçelerle El Manar televizyonunun yayınlarını yasaklamaya başladı.
30 BAKANLIKTAN İKİSİ HİZBULLAH’TA
2006 yılındaki İsrail-Lübnan Savaşı Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırması ve sekiz İsrail askerini öldürmesiyle başladı. İsrail ise Hizbullah’ın Lübnan’daki varlığına son vermek için bombardımanlara girişti. Fakat tam tersi bir şekilde kendi hapishanelerindeki Lübnanlı tutukluları cezaevinden çıkarmak zorunda kaldığı için bu savaş da Hizbullah’ın başarı hanesine yazıldı. İlk defa 2005 yılında ulusal birlik kabinesinde yer alan Hizbullah daha sonra 2008, 2011, 2013, 2016, 2019 ve 2020 kabinelerinde her seferinde 30 bakanlıktan iki tanesine sahip olmayı bir şekilde başardı.
YENİ MANİFESTODA HİZİPÇİLİK ELEŞTİRİSİ
2006 yılından itibaren Lübnan siyasetinde ivme kazanmaya ve hükümet içinde de bakanlıklar kazanmaya başlayan Hizbullah 2009’da yeni bir manifesto yayınladı. 36 sayfalık yeni manifestosunda Hizbullah ilk defa İslam Devleti söylemini yumuşattı. 1985 yılındaki açık mektupta alenen “velayeti fakih” ve İslam Cumhuriyeti ideali hedef olarak konulurken, 2009 Manifestosu’nda uzun uzun mezhepçi politikaların nasıl Lübnan demokrasisinin önünde engel teşkil ettiği anlatılıyordu. Bu manifesto Lübnan’ın eşit ve saygın yurttaşlar olarak yaşama iradesinin bulunduğunu söylüyordu. Bu bağlamda bir milli ortaklık sistemi kurulması gerektiği, bunun da çeşitliliklere saygı göstererek bir istikrar ortamı sağlanması ve eski istikrarsız sistemlerin kendini tekel haline getirme, diğerini dışlama üzerine kurulduğu vurgusu yapılıyordu.
Tel Aviv Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Abed T. Kanaaneh ‘Hizbullah’ı Anlamak’ isimli kitabında, Hizbullah’ın dini kimliğinden öte bir sıradan insanlar topluluğu oluşuna vurgu yapıyor. Hizbullah Lübnan’da sadece sağcı milliyetçi Maruni-Falanjistlere ve İsrail ordusuna kafa tutmadı; kendi dahil olduğu Şii toplumunun üst sınıf seçkineriyle de boğuşmak zorunda kaldı.
Kanaaeh ayrıca Müslümanlıkta ‘şehitliğin’ sadece bir dava ve (veya) ülke için ölüm anlamına gelmediğini hatırlıyor. İslam dinine göre ‘şehitlik’ aynı zamanda şahitlik anlamına da geliyor. Kannaeh ayrıca İslam teolojisinde diğer önemli bir terim olan ‘İstişhad’ı hatırlatıyor. ‘İstişhad’ akımı, fetihler döneminde Arapların diğer milletlerle karışınca dillerinin yok olması tehlikesiyle karşılaşıldığında ortaya çıkıyor. Aşağı yukarı 8’inci yüzyılda, ‘İstişhad’da esas görev şairlere düşüyor O döneme tanıklık eden şairler ve edebiyatçılar tanıklıklarını ürettikleri risaleler, şiirler de dahil muhtelif edebi ve dilsel ürünlerle dile getiriyorlar.
Hizbullah gibi örgütler de İsrail’in Lübnan ve Filistin’de yarattığı işgal ve yıkıma tanıklık ettiler. Hem Lübnan’da hem de Filistin’e yönelik işgal ve yıkıma karşı direnişin bir parçası oldular. Öldürülen ilk yöneticilerden Şeyh Ragıb El Harb Filistin direnişinin de aktif figürlerinden biriydi. Hizbullah kendi ‘İstişhad’ını edebi metinler üzerinden değil, siyasi bildiriler, manifestolar üzerinden yaptıysa da, Lübnan’ın güneyinde bir kolektif hafıza oluşturmayı, ciddi bir kitleyi arkasına almayı başardı.
Şimdi iki sorunun cevabı merak ediliyor. Birincisi, 2009 yılında vadettiği gibi çoğulcu bir yapının kurulmasında yer almayı ve böyle bir yapının parçası olmayı kabul edecek mi, yoksa Hizbullah da diğer etnik ve dini halklar üstünde tahakküm mü kurmaya çalışacak? İkincisi, Hizbullah gerçekten gözünü karartıp diğer Arap devletlerini de karşısına alarak korkulduğu gibi İsrail’e karşı cepheyi derinleştirecek mi?
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***