Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Modern dünyanın yalnız bireyleri

Modern dünyanın yalnız bireyleri


YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM 

Geçmişe ait bütün yapıların, sistemlerin, kurumların, anlayışların köklü olarak değiştiği bir dünyada yaşıyoruz. Modern zamanlarda, insana ve hayata dair ne varsa bu değişimden nasibini aldı. Kapitalizmle birlikte ekonomiye, liberalizmle birlikte siyasete, sekülerizmle birlikte dine, hümanizmle birlikte insana dair yepyeni düşünce ve yaklaşımlar kendini gösterdi. Modernite, kendi değer ve ideolojilerine göre yeni bir birey, toplum ve devlet inşa etti. Sanayide, bilimde, teknolojide yaşanan baş döndürücü gelişmeler yeni hayat tarzları ve yaşam biçimleri ortaya çıkardı.

Bütün bu değişim ve dönüşümlerin insana ne kazandırıp ne kaybettirdiği henüz yeterince etüt edilmiş değil. Daha doğrusu insanlık şimdilik modernitenin nimetleriyle teselli ve tatmin oluyor. İnsanı; ailenin, dinlerin, geleneksel yapıların, örf ve âdetlerin zincirinden kurtararak özgürleştiren bireyciliğe övgüler düzüyor. İnsanlığa sunduğu nimetleriyle hayatı kolaylaştıran teknolojiyi göklere çıkarıyor. Kendisini, müstebit rejimlerin tahakkümünden kurtaran demokrasi ve liberalizmin havariliğini yapıyor. Nazar ve himmetleri bu dünyanın hazır lezzetlerine çevirerek onlardan doyasıya zevk almasını sağlayan hedonizmin keyfini çıkarıyor.

Bununla birlikte, modern dünyanın kucağımıza bıraktığı bütün bu “yeniliklere” eleştiriyle yaklaşanlar da yok değil. Zira modern dünya sadece gelişmelere, keşiflere, ilerlemeye sahne olmadı; aynı zamanda birçok çarpıklığı, bozukluğu ve yıkımı da beraberinde getirdi. Tabiatın tahribi, kaynakların sorumsuzca kullanılışı, ekolojik dengenin bozulması, havanın, suyun ve çevrenin kirletilmesi, eşyanın fıtratıyla oynanması gibi doğaya ait fesadın yanında; ahlâksızlık ve sefahatin yayılması, ailenin çözülmesi, güç ve servetin tahakküm aracı olarak kullanılması, hayatın anlam ve amacını yitirmesi gibi insan hayatına dair de birçok problem ortaya çıktı. Hiç şüphesiz modern yaşam biçiminin ortaya çıkardığı başlıca problemlerden biri de yalnızlıktır. Biz de bu yazıda farklı boyutlarıyla yalnızlık üzerinde duracağız.

Yalnızlık nedir?

Yalnızlık (loneliness), yalnız olma hâlinden (being alone, solitute) farklıdır. Yalnız olma hâli, tek başınalıktır, yani insanın çevresinden soyutlanmasıdır. Yalnızlık ise kişinin sahip olduğu sosyal ilişkilerinin onu doyurmaması ve tatmin etmemesidir. Yani yalnızlık bir ruh hâlidir, duygu durumudur, kimsesizlik hissidir. Dolayısıyla yalnız olma hâli yalnızlık duygusuna yol açabileceği gibi, kalabalıklar içinde bulunmak da insana yalnızlık yaşatabilir.

Yalnızlık, tanımlanması ve bir çerçeveye oturtulması zor bir kavramdır. Sübjektif bir yönü vardır. Zira herkesin yaşadığı yalnızlık kendine hastır; bunun şekli, derecesi ve yoğunluğu farklıdır. Bu yüzden onun ne olduğuyla ilgili geniş tahliller yapılmıştır. Ne var ki günümüzde “yalnızlık” denildiğinde herkes az çok ne kastedildiğini anladığı için uzun uzadıya yalnızlık tanımları yapmaya gerek yok.

Hayatının bir döneminde yalnızlık hissetmeyen kimse yok gibidir. Herkes farklı gerekçelerle zaman zaman yalnız kalabilir, yalnızlıktan şikâyet edebilir. Burada asıl önemli olan, yalnızlığın süresi ve yoğunluğudur. İnsan psikolojisini ve sağlığını etkileyen de kronik hâle gelen yalnızlıktır. Bugünün dünyasında yalnızlığın bireysel bir problem olmaktan çıkıp toplumsal bir salgın hâline geldiğini unutmamak gerekir.

Varoluşsal Yalnızlık

Hakkında konuştuğumuz sosyal ve duygusal yalnızlığın, varoluşsal/ontolojik ve gönüllü/iradi yalnızlıktan farklı olduğunun da altını çizmek gerekir. Varoluşsal yalnızlık, insan varoluşunun doğasıyla; yani her insanın ayrı bir âlem olmasıyla, kendi özünde ve benliğinde tek olmasıyla, iç dünyasını yalnız kendisinin bilmesiyle ilgilidir. İnsan, başkalarıyla ne kadar güçlü bağlar kurarsa kursun, ne kadar kaliteli birliktelikler yaşarsa yaşasın, bu durum en nihayetinde onun tek, biricik ve yalnız olması gerçeğini değiştirmez. İnsan başkalarıyla vakit geçirirken bunu hissetmese bile, tek başına kalıp iç dünyasına yöneldiğinde bu yalnızlığını hisseder. Bunu aşacak bir yol bulamazsa bu onda derin bir boşluk ve anlamsızlık duygusu oluşturur; bir türlü doldurulamayan ve kapatılamayan derin bir boşluk.

Şunu hemen ifade etmek gerekir ki varoluşsal boşluğu Allah’a imandan başka hiçbir şey dolduramaz. Bazı filozofların varoluşsal boşluğa, insan olmanın aslî bir öğesi olarak bakmalarının ve bunun kalıcı bir çözümü olmadığını ileri sürmelerinin sebebi, imanı zevk edememiş olmalarıdır. Allah’ın varlığına inanan, kalbi O’nun sevgisiyle dopdolu olan, O’nunla huzur ve sükûnete eren, ihtiyaçlarını O’na arz eden, başı sıkıştığında O’na sığınan, nimete erdiğinde O’na şükreden ve her daim ihsan şuuruyla yaşayan bir insanın varoluşsal yalnızlığından bahsedilemez. Nerede olursa olsun, Allah’ın her zaman kendisiyle beraber bulunduğuna (Hadîd sûresi, 57/4), O’nun kendisine şah damarından daha yakın olduğuna (Kâf sûresi, 50/16) iman eden bir insan niye varoluşsal bir yalnızlık yaşasın ki!

 Gönüllü Yalnızlık

Günümüzde uzmanlar tarafından bir sorun olarak ele alınan ve sonuçları itibarıyla oldukça yıpratıcı ve yıkıcı etkileri olan sosyal ve duygusal yalnızlığı, iradî olarak tercih edilen yalnızlıkla da karıştırmamak gerekir. Çoğu insan bir kısım sebeplerle zaman zaman yalnız kalmak ister. Kimileri, kafasını dinlemek ve istirahat etmek için bunu yapar. Kimileri yalnız kalarak kendi muhasebesini yapmak, hayatı üzerinde düşünmek, kendini tanımak ister. Kimileri tabiata dönmek, onu temaşa etmek, enfüsi ve afaki tefekküre dalmak için yalnız kalır. Kimileri de okumanın, yazmanın, araştırmanın ve entelektüel faaliyette bulunmanın yoğunlaşmaya bağlı olduğunu bilir ve bu yüzden kendi başına kalır.

Bütün bunların yanında bir de nefsini tezkiye, kalbini tasfiye ve ruhunu terbiye etmek, yani manevî bir arınma yaşamak için belli bir süreliğine insanlardan uzak kalarak bir köşeye çekilmeyi tercih edenler vardır. Bu süre içinde kişi seyr-u sulûk-i ruhâni yaparak nefis ve cismaniyetin çekiminden kurtulmaya, kalb ve ruhun hayat derecelerine çıkmaya çalışır. Yeme, içme ve uyuma gibi cismani ve bedeni ihtiyaçlarını en asgari seviyeye düşürür, yani riyazet yapar. Yalnız kaldığı süreyi evrad u ezkarla, ibadet ü taatle geçirerek Allah’a yaklaşmayı murat eder. Böyle bir yalnızlık tasavvufta -aralarında nüans farkları olsa da- uzlet, halvet, inziva, erbain, tebettül gibi kavramlarla ifade edilir. Efendimiz’in (s.a.s) bir sünneti olan itikafı da bu meyanda zikredebiliriz.

Niçin yalnızlaşıyoruz?

En başta da ifade edildiği üzere yalnızlık, bugünün dünyasının kronik problemlerinden biri hâline geldi. Belki bundan yirmi otuz yıl önce Batılı ülkelerde üç kişiden birinin yalnızlık yaşadığı ifade ediliyordu ve yalnızlık daha çok yaşlı bireylerle ilgili görülüyordu. Şimdilerde bu oran çok daha arttı. Yeni yapılan çalışmalar Batılı insanın yaklaşık yüzde altmışının kronik yalnızlık yaşadığını gösteriyor. Ayrıca yalnızlık sadece yaşlılarda görülmüyor, neredeyse bütün yaş gruplarının şikâyet ettiği bir olgu hâline geldi. İngiltere, Japonya, Birleşik Krallık gibi ülkelerde yalnızlıktan sorumlu bakanlıklar kurulmaya başlandı. Dünya Sağlık Örgütü tarafından yalnızlık, küresel bir sağlık tehdidi ilan edildi. Eğer durumun vahametinin farkına varılmaz ve köklü çözümler getirilmezse yalnızlık gelecekte daha büyük bir sorun olarak karşımıza çıkacak.

Aslında, iletişim ve ulaşım vasıtalarının gelişmesiyle birlikte insanlar arası ilişkilerin de gelişmesi beklenirdi. Ama tam tersi oldu. Dünyanın öbür ucuna giden insanlar kapı komşusuna gidemez oldu. Sosyal medyada binlerce hesapla etkileşim kuran kişiler, kendi aile fertlerinden koptu. Ekonomik şartlar iyileşti, herkes ihtiyaç duyduğu her şeye sahip oldu ama kapısını çalacağı dostlarını kaybetti. İnsanlar, inşa edilen büyük şehirlerde, metropollerde kalabalıklar içinde yaşamaya başladıkça kendilerine, topluma, tabiata yabancılaştılar. Kariyer yapma, çalışma, üretme, kazanma, statü elde etme öyle hayatın merkezine oturdu ki insanlar sosyal ilişkilere yeterince zaman ayıramaz oldu.

Hummalı bir şekilde bireyciliğin teşviki yapıldı. İnsanlara çocukluklarından itibaren kimseye muhtaç olmamaları, kendi ayakları üzerinde durmaları telkin edildi. “Hayır” diyebilmenin marifet olduğu anlatıldı. Fakat bireysel sınırlar diye diye etrafımıza başkalarının kolaylıkla aşamayacağı kalın duvarlar ördük. Başkalarıyla aramıza mesafe koyalım derken onlardan iyice uzaklaştık. Bütün ilgimizi, sevgimizi kendimize yönelttikçe etrafımızdakiler bizden kaçtı. Kendi kendimize yeteceğimiz düşüncesi bizde başkalarına karşı tuhaf bir “istiğna duygusu” geliştirdi. İnsana tahammülümüz kalmadı. Kendi aile bireylerimize bile! Benliğin dar kalıplarına hapsoldukça çevremize duyarsızlaştık. Hak ve özgürlüklerimize yoğunlaştıkça vazife ve sorumluluklarımızı unuttuk.

Neticede sosyal ilişkilerde hem niceliksel hem de niteliksel anlamda müthiş bir azalma yaşandı. Kendi bireysel dünyamıza hapsolduk. Eski dostluklar, eski birliktelikler büyük oranda kayboldu. İlişkiler sıcaklık ve samimiyetini, önem ve yoğunluğunu yitirdi. Benmerkezci bir yaşamın bizi mutlu edeceği yanılgısına düştük. Aşırı bireyselliğin ortaya çıkaracağı handikapları göremedik. Mahalle baskısından, denetimden kaçmamız, bizi yalnızlık tuzağına çekti. Bağımsız olalım derken kimsesiz kaldık. Artık bazı insanların ölümünden bile günler sonra haberimiz oluyor, cenazeleri günlerce evde kalıyor. Çünkü kapısını çalan kimse kalmamış. Yaşlıları huzur evlerinin soğuk duvarları arkasına attık. Hiç olmadığı kadar evsiz insanlarımız, sokaklarda büyüyen çocuklarımız var. Yalnızlık salgın bir hastalık gibi her yere yayıldı.

Eskiden toplum tarafından dışlanan veya yeterince arkadaş bulamayan insanlar, en azından aile çevresinde kendine yer bulabilirdi. Yalnızlığını aile veya akraba çevresine sığınarak giderebilirdi. Ne yazık ki biz hem aileyi dağıttık hem de akrabalık bağlarını kopardık.

İnsan yalnız yaşayamaz mı?

Bazılarının aklına şu soru gelebilir: İnsan yalnız da yaşayamaz mı, mutlu olamaz mı? Buna “evet” demek sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü insan, eskilerin ifadesiyle medeniyyun bi’t-tab’tır, yani doğası gereği toplumsal bir varlıktır. Maddi ve manevi ihtiyaçlarını gidermek için başkalarına muhtaçtır, onlarla yardımlaşması, dayanışması gerekir. Ayrıca o, fıtraten zayıf ve aciz yaratılmıştır. Gücü, bilgisi, tecrübesi sınırlıdır. Hayatın yükünü tek başına omuzlayamaz, kendi kendine yetemez, tek başına ayakta duramaz.

Dahası insan, başkalarıyla bağ kurmak, birlikte vakit geçirmek ister. Onun, bağlanmak, ait olmak, ilgi görmek, onaylanmak, anlaşılmak, dinlenilmek, sevmek ve sevilmek gibi derin ruhî ihtiyaçları vardır. Önemsendiğini, değer verildiğini bilmek tarifsiz bir huzur kaynağıdır. Aynı şekilde insan, üzüntü ve sevinçlerini paylaşmak ister. Üzüntülerin paylaşıldıkça azalacağını, sevinçlerin paylaşıldıkça çoğalacağını bilir. Sadece sevinç ve üzüntüler de değil o, kendisinde iz bırakan tecrübelerini, yaşadığı önemli olayları birilerine anlatmak, birileri tarafından dinlenilmek ister. Sırlarını paylaşabileceği, iç dünyasını açabileceği, kendisine güvenebileceği sadık dostlar, güvenilir arkadaşlar arar. Sıkıntı ve sorunlarını dostlarıyla dertleşmek, istişare etmek ister. Bütün bunlar insan açısından terapi gibidir; onu rahatlatır, huzura kavuşturur.

Ne acıdır ki modern insan büyük oranda bunların mahrumiyetini yaşıyor. Tatmin edici sosyal ilişkilerden mahrum kalmanın oluşturduğu boşluğu, kısmen de olsa yaşam koçlarıyla, danışmanlarla, terapistlerle, psikologlarla, daha başka uzmanlarla doldurmaya çalışıyor ama dolduramıyor.

Yalnızlık insan sağlığını nasıl etkiler?

Uzun yıllardır yalnızlığın insanın ruh ve beden sağlığı üzerindeki etkilerini inceleyen araştırmalar, çalışmalar yapılıyor. Bu konuda yüzlerce, belki binlerce akademik makale yazıldı. Örnek olarak Google’dan şu makalelere ulaşılıp bakılabilir: “Loneliness and pathways to disease”, “The effects of loneliness”, “Loneliness: an epidemic in modern society”, “Is loneliness a psychological dysfunction?”, “Loneliness and Suicide”, “Relationship Between Loneliness, Psychiatric Disorders and Physical Health”, “Loneliness as a Public Health Issue”, “Relationship between loneliness and mental health in students”, “Loneliness Matters”. Konuyla ilgili yapılan araştırmalar ortaya koyuyor ki yalnızlığın özellikle mental sağlık üzerinde oldukça yıkıcı etkileri var. Bir makalede yalnızlığın “gizli katil” (hidden killer) olarak isimlendirilmesi oldukça düşündürücü.

Yalnızlık her şeyden önce stres ve depresyon kaynağı olarak gösteriliyor. Yalnızlık ile depresyon arasında kuvvetli bir bağlantı olduğu pek çok araştırmada ortaya konulmuş. Kaygı ile arasında da güçlü bir ilişki var. Hatta bazı çalışmalar yalnızlık ile saldırgan eğilimler veya kadına şiddet, tecavüz ve çocuk istismarı gibi suçlar arasında da bağlantılar kuruyor. Çünkü o, psikolojiyi tehdit ediyor, insanı mutsuz hâle getiriyor ve hatta duygusal olarak onu felç edebiliyor. Bu yüzden alkol ve uyuşturucuya alışma ile intihar riskini de artırıyor. Öte yandan yalnızlık; alzheimer, bunaklık, hafıza bozukluğu, öğrenme zorluğu gibi problemlere yol açabiliyor, beyin üzerinde büyük tahribatlar yapabiliyor. Baş ağrısı, iştahsızlık, yorgunluk hissi gibi psikosomatik semptomlara sebep olabiliyor.

Yalnızlığın önemli bazı fiziksel rahatsızlıklara yakalanma riskini artırdığı da yapılan bazı çalışmalarda kanıtlanmış. Kalb-damar hastalıkları, diyabet, obezite, hipertansiyon, uyku bozuklukları, bağışıklık sisteminin zayıflaması ve kanser bu hastalıklardan bazıları. Yalnızlığın günde 15 sigara içme kadar insan sağlığına zarar verdiği ve ömrü kısalttığı ifade ediliyor. Bütün bu sebeplerden ötürüdür ki bazı araştırmacılar patolojik yalnızlığın bizzat kendisinin bir tür hastalık olarak ele alınması gerektiğini teklif ediyor.

Harvard Üniversitesi tarafından 724 kişi üzerinde 85 yıl sürecek bir araştırma (Grant and Glueck Study) sonucu şöyle özetleniyor: Sağlıklı ve kaliteli ilişkiler = Mutlu bir yaşam. Yapılan bu araştırma, hayatta güvenebileceğimiz, kendimizi teslim edebileceğimiz insanlara sahip olmanın sinir sistemini rahatlattığını, beynin daha uzun süre sağlıklı kalmasına yardımcı olduğunu, duygusal ve fiziksel acıları dindirdiğini, ömrü uzattığını gösteriyor. Araştırma ayrıca, kendini yalnız hissedenlerin fiziksel sağlığının bozulduğunu ve daha erken öldüklerini de açığa çıkarıyor. (https://www.uplifers.com/75-yil-suren-harvard-arastirmasi-mutlu-bir-hayatin-sirrini-buldu/amp/)

Yalnızlığa karşı ne yapmalıyız?

İnsan ilişkilerinin zor ve karmaşık olması, bazen başımızı sıkıntıya sokması bizi insanlardan uzak tutabiliyor. İncinmekten, kırılmaktan, çatışma yaşamaktan, reddedilmekten, aldatılmaktan veya hayal kırıklığı yaşamaktan korkabiliyoruz. Ya da kendimizden taviz vermek, başkaları için fedakârlık yapmak istemiyoruz. Ne var ki yağmurdan kaçarken doluya tutuluyoruz.

Öncelikle şu gerçeğin farkına varmak gerekiyor: Bireysel kariyer, başarı, statü, refah, konfor adına kendimize nasıl bir dünya inşa edersek edelim, bunların hiçbiri bağ kurma ihtiyacının yerine geçemez. Maddî-manevi bütün sorunlarımızla kendimiz yüzleşemez, bunları kendimiz çözemeyiz. Farkına varalım veya varmayalım, çevremizden izole bir hayat yaşamanın ileri vadede faturası çok ağır olacaktır. Bu yüzden zamanın büzüldüğü, çalışma koşullarının ağırlaştığı, meşgalelerin çoğaldığı bir çağda, zamanımız bunların hepsine yetmediğinde kolayca feda edilecek şey arkadaşlarla geçirilen zaman ve sosyal aktiviteler olmamalıdır.

Geleceğin dünyasında yalnızlığın getirdiği sorunlarla uğraşmak istemiyorsak, aile fertlerinin, akrabaların, tanıdıkların, dostların kıymetini bilmeliyiz. Bunların paha biçilmez birer sermaye olduğunu, yerlerinin parayla, maddeyle doldurulamayacağını unutmamalıyız. Aramayanı aramalı, gelmeyene gitmeli, alakasız kalana ilgi göstermeli ve bir şekilde çevremizdeki insanlarla güçlü bağlar kurmanın yollarını bulmalıyız. Sanal dünya ile aramıza mesafe koymalı, evleri otele döndürmemeliyiz. Şayet sağlıklı bir psikolojiye sahip olmak ve mutlu bir şekilde yaşamak istiyorsak, birilerinin yalnızlığa övgüler dizmesine aldırmadan, aşırı bireycilik tuzağına düşmeden, sosyal ağlarımızı güçlendirmeye çalışmalıyız.

Son olarak şunu da vurgulamak gerekir ki insan için normal ve fıtri olan yol sosyalleşmek olduğu gibi, dinlerin önemli hedeflerinden biri de toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaktır. Kur’ân-ı Kerim, bütün mü’minleri kardeş ilân ederken, Peygamber Efendimiz de (s.a.s) mü’min toplumu, tuğlaları birbirine kenetlenmiş bir binaya benzetir. “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” buyurur. (Müslim, iman 93-94)

Dinin birçok emri, insanlar arasında sağlıklı, kaliteli ilişkiler kurmaya yöneliktir. Mesela namaz günde beş defa insanları bir araya toplar. Oruç, fakir ve muhtaçlar hakkında empati duygusunu geliştirir. Zekât, zenginle fakir arasında köprüler kurar. Hac, milyonlarca insanın bir araya toplandığı ve birlikte hac menasikini eda ettiği bir ibadettir. Kurban aynı zamanda paylaşma demektir. Misafire ihsan ve ikramda bulunma övülür. Komşuluk ve akrabalık ilişkilerini gözetme dinin en temel emirleri arasında yer alır.

Öte yandan kumar, içki, suizan, gıybet, laf taşıma, alay etme, lakap takma, tepeden bakma, iftira atma, tefecilik yapma gibi insanlar arası ilişkilere zarar verebilecek bütün davranışlar yasaklanır. Dolayısıyla inananlar açsından yalnızlıkla baş etmenin önemli yollarından biri, dinin emir ve yasaklarını ciddiye almak ve hayata taşımaktır. İslâmî hükümlerin yaşandığı bir toplumda yalnızlık probleminden bahsedilmesi çok zordur.

 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version