Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Bir estetik değer olarak; kötülük!

Bir estetik değer olarak; kötülük!


YORUM | M. NEDİM HAZAR 

Christopher Nolan yazı serimize verdiğimiz kısa aranın ardından devam ediyoruz ancak iki, belki de üç yazı ile kötülük kavramına tüm disiplinler açısından baktıktan sonra, Nolan’ın özelikle Batman serisindeki kötülüğü algılayışı, işleyişi ve filmlere katkısını ele alacağız. Bu ilk bölüm daha ziyade tarihsel bir çerçeve çizecek ve örnekleme sunacak. Hadi başlayalım. 

Özellikle edebiyat, sinema ve şiirde kötülük, estetize edilmenin ötesinde anlam ifade etmektedir.

Şunu demek istiyorum: Orta çağ Hristiyan düşünürlerinden Augustinus’a göre kötülük, iyiliğin yokluğudur. Bu bakış açısına göre kötülük, var olan bir şey değil, iyinin eksikliğidir. Yani, kötülük bir boşluk, bir çeşit “var olmayan” olarak görülür.

Bu perspektifle incelediğimizde bir sanat eserinde kötülük ne kadar mükemmel ifade edilebilirse, aslında iyilik o kadar güzel ifade edilmiş olacaktır.

Özellikle sinemada kötü karakterlerin başarıyla inşa edildiği filmler son derece başarılı ve akılda kalıcı eserler olmuştur. Yazı serimiz perspektifinden ele alacak olursak, Nolan’ın Batman üçlemesindeki kötü karakter, sadece filmin iyi karakterlerini yüceltmeye yaramazlar, aynı zamanda hikâyeyi etkin ve unutulmaz kılan birer unsura dönüşürler.

İsterseniz meseleyi biraz daha derli toplu ve basitleştirerek ifade edelim.

Esas itibarıyla “Kötülük”, hem felsefi hem de günlük hayatta sürekli karşımıza çıkan ancak tanımı üzerinde herkesin hemfikir olmadığı soyut bir kavram. İster sanatsal olsun ister bilimsel, her disiplin bu kavramı kendine göre tanımlar ve el hâk bu tanımların hemen hepsi doğrudur. Bu sebeple kötülüğün tüm disiplinler açısından üzerinde mutabık kalınmış bir tanımı yoktur!

Eski Yunan’dan bu yana filozoflar, teologlar ve yazarlar, kötülüğün mahiyeti ve doğası üzerine düşünmüş, tartışmış ve yazmışlardır. Kötülük, insanın iç dünyasının karanlık yüzü olarak da görülebilirken, toplumsal bir olgu olarak da ele alınabilir.

Tamamen kendi subjektif ifademdir bu: Kötülük, genel olarak, ahlaki norm ve değerlere aykırı davranışlar sergileyen, başkalarına zarar veren veya acı çektiren, bencillik ve vicdansızlıkla hareket eden olgular, eylemler veya kişiler olarak tanımlanabilir.

Ancak bu tanım, farklı kültür ve dönemlere göre değişkenlik gösterir. Antik Yunan’da kötülük, “akıl yoksunluğu” (Akrasia) veya “bilgisizlik” (Agnoia) olarak görülürken, Hristiyanlıkta “günah” ve “şeytani” bir eğilim olarak yorumlanmıştır mesela.

Ünlü düşünür Eflatun-Platon’a göre kötülük, gerçek bilgiden uzaklaşmanın bir neticesidir. Onun “Devlet” adlı eserinde anlattığı ideal devlette kötülüğün var olmasının nedeni, insanların gerçek erdemi ve iyiyi bilmiyor oluşlarıdır. Aristoteles ise, şaşırtıcı bir şekilde, etik anlamda kötülüğü, doğru eylem ve karakterin bir sapması olarak görür ve bu sapmayı “haksızlık” olarak adlandırır.

Orta çağ Hristiyan düşünürlerinden Augustinus’a göre ise kötülük, iyiliğin yokluğudur. Bu bakış açısına göre kötülük, var olan bir şey değil, iyinin eksikliğidir. Yani, kötülük bir boşluk, bir çeşit “var olmayan” olarak görülür. Thomas Aquinas gibi skolastik düşünürler bu görüşü genişletmiş ve kötülüğün “Tanrı’nın yarattığı düzenden sapma” olarak anlamlandırılmıştır.

Vaftizci Yahya’nın yüzündeki ifadeye dikkat! (L. Da Vinci, The Baptism of Christ (Verrocchio and Leonardo), 1472–1475, Uffizi Gallery, Florence)

Erken modern dönemdeki kötülüğün tarihine daha derinlemesine inerken, o dönemin dini ve felsefi manzarasını keşfetmek önemlidir. 16. yüzyılda başlayan Reformasyon, önemli dini ve teolojik değişikliklere yol açtı. Hristiyanlığın farklı Protestan mezheplere bölünmesi ve ardından Katolikler ile Protestanlar arasındaki çatışmalar, kötülüğün anlayışını ve algısını şekillendirdi.

Dönemin teolojik tartışmaları günahın doğası, orijinal günah ve insanın iyi ve kötü yapabilme yeteneği etrafında döndü. Martin Luther ve John Calvin gibi kişiler, dini düşünceyi şekillendirmede etkili roller oynadı ve Hristiyan doktrini çerçevesinde kötülüğün anlaşılmasına katkıda bulundu.

Ayrıca Rönesans dönemindeki humanizmin, kötülüğün yorumlanmasında derin bir etkisi oldu. Humanistler, insanların potansiyelini ve etkinliğini vurgulayarak dünyasal bilgiye, sanata ve edebiyata odaklandılar. İnsan Doğası’nın keşfi ve humanistik bilgi arayışı, geleneksel dini öğretileri ahlak ve kötülük konusunda tekrar değerlendirmeye yönlendirdi.

Dinî ve felsefî gelişmelerin yanı sıra, erken modern dönem çeşitli tarihsel olayları ve olguları da içeren kötülük kavramıyla içsel bir bağlantıya sahip. Örneğin, Avrupa cadı avları, büyücülük uyguladıkları suçlamasıyla özellikle kadınların geniş çaplı olarak suçlanması, yargılanması ve idam edilmesiyle karakterize karanlık bir dönemi temsil eder. Cadı davaları, o dönemde toplumda yaygın olan güç dinamikleri, sosyal kaygılar ve ahlaki paniklerin bir göstergesidir. Bunu birazdan açmaya çalışacağız.

Ayrıca, dönem Yeni Dünya’da sömürgeleşme, kölelik ve yerli halkların sömürülmesine tanıklık etti. Bu eylemler, güç, zenginlik ve kontrol arayışında olan bireylerin ve toplumların eylemlerinin haklı çıkarma ve sonuçlarıyla ilgili derin ahlaki sorular ortaya çıkarır.

Erken modern dönem edebiyatı ve sanatı da kötülük temalarını yansıtır ve keşfeder. William Shakespeare’in oyunları, özellikle trajedileri, insan doğasının karmaşıklıklarına, ahlaki eylemlerin sonuçlarına ve dünyadaki kötülüğün varlığına dair derinlemesine iner.

Genel olarak, erken modern dönemdeki kötülüğün tarihi çok yönlü ve karmaşık bir konu aslında. Zira kavrama yaklaşım dini, felsefi, sosyal ve tarihsel boyutları içerir. Dönemin dini reformları, felsefi tartışmaları, tarihsel olayları ve kültürel ifadeleri inceleyerek, erken modern dönemdeki insanların kötülük kavramıyla nasıl mücadele ettiklerini ve onun yaşamlarında ve toplumlarında nasıl tezahür ettiğini (belki) daha iyi anlayabiliriz.

Gelelim günümüze…

Modern zamanları incelediğimizde tanımın daha netleşmesi yerine daha da belirsizleşip, bulanıklığını görmekteyiz. Bunun neticesi olarak da kötülüğün anlamı daha da karmaşık bir hale gelmiştir. 20. yüzyılın iki büyük savaşı, insanlık tarihindeki kötülüğün en derin ve en dehşet verici örneklerini sunmuştur misalen. Bu yüzyıl aynı zamanda psikolojinin kötülüğü insan psikolojisinin bir ürünü olarak açıklamaya çalıştığı bir dönemi de başlatmıştır. Freud’un psikoanalitik teorisi, kötülüğün insanın içgüdülerinden kaynaklandığını savunurken, Hannah Arendt’in “Eichmann in Jerusalem” adlı eserinde ele aldığı “kötülüğün sıradanlığı” tezi, kötülüğün olağan insanlar tarafından nasıl işlenebileceğini göstermiştir.

Öte yandan kötülük, tarih boyunca çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar. Örneğin, Machiavelli’nin “Prens” adlı eserinde kötülük, iktidar uğruna yapılacak her türlü eylemi meşru gören bir araçsallık kazanır. Bu düşünce, tarihsel olarak birçok liderin despotizmini ve baskıcı rejimlerin ortaya çıkışını meşrulaştırma aracı olmuştur. Machiavelli’nin düşünceleri, iyi yönetim ve kötülük arasındaki ilişkiyi yeniden tartışmaya açmıştır.

Bir diğer örnek ise, tarihte “Cadı Avları” olarak bilinen dönemdir. 15. ve 17. yüzyıllar arasında Avrupa ve Kuzey Amerika’da binlerce kadın, şeytani güçlerle iş birliği yapmak ve kötülük yaymakla suçlanarak işkence görmüş ve çoğu kez öldürülmüştür. Bu, kötülüğün nasıl bir histeri ve korkuya dönüşebileceğinin bir göstergesidir.

Son tahlilde ise kötülük, insanlık tarihi boyunca var olmuş, evrensel bir olgu olsa da onun tanımı ve anlamı sürekli değişim ve evrim geçirmiş. Her dönemde farklı şekillerde tezahür eden kötülük, toplumsal yapının, inanç sistemlerinin ve bireysel psikolojinin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzde kötülüğün anlamı üzerine düşünmek, insan doğasının ve toplumsal düzenin daha derin bir anlayışa ulaşmak için zorunlu bir çabadır esasen. Tarihsel örnekleri incelemek, bize kötülüğün nasıl değişip dönüşebileceğini ve nasıl önüne geçilebileceğini anlamada kritik bir bakış açısı sunar sunmasına ama elbette bu yeterli değildir.  Kötülüğün kökenleri üzerine düşünmek, daha adil ve merhametli bir toplum inşa etmek kadar sanatı çözümleme adına da kıymetli bir çabadır.

René Magritte, Jeune fille mangeant un oiseau – Le Plaisir , 1927.

Estetikteki Karanlık Çiçekler

Bu kavramı sanat düzleminde ele alacak olursak.

Sanat, insanlık tarihi boyunca var olmuş ve insan deneyiminin her yönünü kapsayan bir ifade biçimi olmuş. Sanatın bu kapsamlı doğası, güzellik ve iyi gibi olumlu kavramların yanı sıra kötülük gibi olumsuz kavramları da içermekte. Kötülüğün sanat eserlerinde kullanımı, izleyicilerde hem rahatsızlık hem de derin bir çekim hissi uyandırabilme riski barındırır barındırmasına ama, dozunda ve başarılı bir kullanım sanat eserini şaşırtıcı bir şekilde çok daha değerli kılabilmektedir.

Sanatın kötülüğü temsil etme biçimi zaman içinde tıpkı tanımı gibi değişiklikler gösteriyor. Orta Çağ Avrupa’sında, kötülük genellikle dini bir bağlamda, iblisler ve cehennem tasvirleriyle ele alınır. Bu dönemdeki sanat eserleri, genellikle ahlaki bir ders verme amacı gütmüş ve kötülüğü caydırıcı bir örnek olarak kullanmıştır. Rönesans döneminde ise sanatçılar, insan doğasının karanlık yönlerini daha detaylı bir şekilde keşfetmeye başlaması bu şekilde netice vermiştir. Leonardo da Vinci’nin “Aziz Yuhanna’nın Vaftizi” eserindeki gizemli gülümseme veya Michelangelo’nun “Son Yargı” freskindeki dramatik figürler, kötülüğün daha karmaşık ve çoğulcu bir anlayışını sunar.

Sistine Şapeli’ndeki fresk. “Kıyamet Günü ortaya çıktığında Michelangelo, bu kadar meşhur ettiği mahzende kendisine karşı zafer kazanmak istediğini kanıtladı ve Kıyamet Günü bundan çok daha üstün olduğundan, Michelangelo o günlerin dehşetini hayal ederek kendisini bile aştı. Burada, iyi bir hayat yaşamamış olanların daha büyük bir şekilde cezalandırılması için, İsa’nın Çilesinin tamamını tasvir ediyordu.” ( Giorgio Vasari, Michelangelo’nun Hayatı , 1568)

Güzelliğin melankolisi ya da yıkımın estetiği veya Dekadans!

Bu noktada enteresan bir kavramdan; Dekedans’tan bahsetmemek olmaz.

Dekadans, Latince “decadere” yani “çökme” kelimesinden türeyen ve genellikle bir toplumun veya kültürün ahlaki, kültürel, politik ve ekonomik düşüşünü ifade eden bir terim. Bu kavram, özellikle 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’da hem bir yaşam biçimi hem de sanatsal bir akım olarak popülerlik kazanmıştı. Sanat dünyasında Dekadans, zevk ve estetik duyarlılığın sınırlarını zorlayan, geleneksel değerleri ve idealleri sorgulayan bir akım olarak ortaya çıktı.

Sanat/Dekadans ilişkisi, ahlaki çöküşün veya kültürel yozlaşmanın estetize edilmesi ile karakterize edilir. Dekadans akımının sanatçıları, alışılagelmiş estetik formları ve konuları geride bırakarak, tabu sayılan, marjinal ve hatta şoke edici temaları işlerler. Böylece, Dekadans, bir anlamda sanatın sınırlarını genişleten ve izleyicileri alışılmadık duygusal ve entelektüel deneyimlere davet eden bir meydan okumadır.

Bu dönemde eser veren sanatçılar, güzellik ve çirkinlik, kötülük ve yıkım, yaşam ve ölüm arasındaki ayrımları bulanıklaştırarak, çoğu zaman toplumun yücelttiği “yüksek sanat” anlayışına meydan okur. Örneğin, Gustave Moreau ve Aubrey Beardsley gibi ressamların eserleri, klasik form ve kompozisyon anlayışından uzaklaşarak, simgesel ve fantastik öğelerle doludur. Edebiyatta ise, Joris-Karl Huysmans’ın “A Rebours” (Tersine) adlı eseri, dekadansın edebiyattaki yankısını güçlü bir şekilde ortaya koyar.

Aubrey Beardsley, Siegfried, Act II, 1892, kağıt üzerine mürekkep ve yıkama, Victoria ve Albert Müzesi, Londra

Sanatta Dekadans, bireyin iç dünyasına yönelik bir keşif yolculuğu olarak da değerlendirilebilir. Bu yolculukta sanatçılar, dış dünyanın baskılarından ve kısıtlamalarından uzaklaşarak, kendi zihinsel ve duygusal derinliklerini, özgün ve sıra dışı bir üslupla ifade etme arzusu içerisindedirler. Estetik ve etik sınırları aşan bu keşif, sanatı yalnızca bir güzellik arayışı olmaktan çıkarıp, insan varoluşunun karmaşık ve çelişkili yanlarını da gözler önüne serer.

Dekadans, böylece, sanatın dönüştürücü gücüne ve toplumsal normlara karşı duran özgün bir ses olma özelliğine vurgu yapar. Bu süreçte, sanat, sadece estetik bir zevk kaynağı olmaktan öte, toplumun ruhunu yansıtan, sorgulayan ve zaman zaman rahatsız eden bir güce dönüşür. Sanatın ve sanatçının toplumdaki yerini yeniden tanımlayan Dekadans akımı, bugün bile sanatın sınırlarını zorlamaya ve düşünceyi özgürleştirmeye devam eden bir ilham kaynağı olarak kalmıştır.

Mevzudan çok uzaklaşma niyetinde değilim, zira bu yol bizi “Kötülük çiçekleri” meselesine götürecek gibi ki, o konuya girmek gibi bir niyetim en azından şimdilik yoktur!

İnsanlığın kirli/karanlık yüzü

Toparlayarak devam edelim…

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, sanat, tarih boyunca insan deneyimini ifade etmenin ve anlamlandırmanın bir aracı olmuş. Sanatçılar, dünyanın güzelliklerini ve sevinçlerini yanı sıra karanlık ve karmaşık yönlerini de yansıtmışlar. Bu sebeple kötülük kavramı da sanatta önemli bir rol oynarmış. İnsan varoluşunun bir parçası olan kötülük, sanatçılar için keşfedilmeye değer bir tema olmuş.

Biraz yakından incelediğimizde, sanatta kötülüğün kullanımının, insan psikolojisini anlama, toplumsal adaletsizliklere dikkat çekme ve ahlaki soruları sorgulama gibi amaçlarla gerçekleştirildiğini görüyoruz. Sanat eserlerinde kötülük, bazen gerçek tarihsel olaylara dayanırken, bazen de hayal gücünün bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Örneğin, 20. yüzyılda yaşanan Holokost gibi travmatik olaylar, sanatçıların bu korkunç gerçekliği ifade etmek için kötülük temalarını kullanmalarına ilham vermiş. Picasso’nun “Guernica” tablosu, savaşın acımasızlığını ve insanlığın karanlık yüzünü yansıtırken, Elie Wiesel’in “Gece” adlı kitabı, Holokost’un dehşetini anlatarak okuyuculara derin bir etki bırakmıştır.

Nazi Subayı, Guernica’ya baktı ve Picasso’ya, “Bunu siz mi yaptınız?” diye sordu. Picasso ise; “Hayır bayım, siz yaptınız.” diye cevap verdi.

Kötülüğün sanatta kullanımı aynı zamanda toplumsal adaletsizlikleri ve insanların acılarını gözler önüne serme amacını da taşıyor. Örneğin, kölelik döneminde, edebiyat ve müzik kölelik karşıtı mesajları iletmek için güçlü araçlar haline gelmiştir. Harriet Beecher Stowe’un “Tom Amca’nın Kulübesi” romanı, kölelik sistemini eleştirerek toplumu etkilemiş ve kölelik karşıtı harekete ilham vermiştir. Aynı dönemde, köle şarkıları, kölelerin acısını ve umutsuzluğunu ifade etmek için kullanılmış ve toplumsal değişimin bir parçası olmuştur.

Sanattaki kötülük temalarının ayrıca ahlaki soruları sorgulamak ve insan doğasının karmaşıklığını anlamak amacıyla da kullanıldığını görüyoruz. Örneğin, Shakespeare’in trajedileri, insanın içsel çatışmalarını, kötülüğe olan eğilimlerini ve etkilerini derinlemesine keşfeder. “Macbeth”, güç hırsının insanı nasıl karanlığa sürükleyebileceğini gösterirken, “Othello”, kıskançlık ve manipülasyonun bir araya gelerek nasıl yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini anlatır.

Ancak sanatta kötülüğün kullanımı, doğal olarak bazı tartışmalara da yol açıyor. Bazı eleştirmenler, kötülük temalarının sanatta aşırı bir şekilde kullanıldığını ve izleyiciyi rahatsız edebileceğini iddia ederler. Ayrıca, kötülüğün sürekli olarak vurgulandığı eserlerin insanlarda umutsuzluk ve çaresizlik duyguları uyandırabileceği endişesi de dile getirilir ki, bu haksız bir kaygı değildir.

Sonuç olarak, sanatta kötülüğün kullanımı, insanlığın karmaşık ve karanlık yönlerini keşfetmek için önemli bir araç. Kötülük temaları, insanların acılarını ifade etmek, toplumsal adaletsizliklere dikkat çekmek ve ahlaki soruları sorgulamak için kullanılıyorsa ne ala!

Sanat eserleri, kötülüğün gerçekliğini yansıtırken aynı zamanda insanları etkilemeye ve düşündürmeye yönelik bir güce sahip. Ancak kötülüğün kullanımı, bazı tartışmalara ve endişelere neden olabiliyor. Sanatçılar, toplumu etkilemek ve insan doğasının karmaşıklığını anlamak için kötülüğü ustalıkla kullanmalı ve izleyicileri rahatsız etme riskini de göz önünde bulundurmalıdır, fakat tahmin edeceğiniz üzere sadece sayılı eser bunları başarabiliyor. Bununla birlikte sanat, insanlığın koyu yüzünü yansıtmak ve anlamak için güçlü bir araç olmaya devam elbette edecek.

Sinemada kötülük

Sinema, kötülüğün çeşitli yüzlerini gözler önüne seren zengin bir sanat formu. Kötülük, sadece karakterlerde değil; temalar, semboller ve hatta çekim tekniklerinde bile kendini gösterir. İlk sessiz filmlerden günümüzün karmaşık yapısına kadar sinema, kötülüğü farklı biçimlerde ele aldığını görüyoruz. Ancak sinemanın bir eğlencelik sanat olarak tevellüt ettiğini bildiğimizden ilk kötülerin çok daha masum olduğunu söyleyebiliriz.

Sinema tarihinin ilk dönemlerinde kötülük, melodramatik yapımlarda açıkça kötü ve iyi olarak ikiye ayrılan karakterlerle tasvir edilirdi. Örneğin, sessiz film döneminin ikonik karakterlerinden biri olan Charlie Chaplin’in “The Kid” (1921) filmindeki bulut gibi dolaşan, çocuğu almak isteyen polis figürü, erken dönem sinemadaki kötü karakter prototipini oluşturur.

Film Noir türü, kötülüğün daha karmaşık ve psikolojik boyutlarını keşfeden bir dönemi temsil eder. “Double Indemnity” (1944) ve “The Maltese Falcon” (1941) gibi filmlerdeki karakterler, kötülüğü hem kişisel çıkarlar hem de insan doğasının karanlık yönleri olarak sergiler. Bu türde kötülük, genellikle cinayet, hırs ve ihanet gibi temalarla iç içedir.

Sinema tarihinde kötülüğün temsili de zamanla evrimleştiğine şahit oluyoruz. Erken dönem filmlerde kötülük genellikle dış görünüşle ilişkilendirilirdi; örneğin, 1931 yapımı “Frankenstein” ya da “Dracula” filmlerindeki canavarlar, kötülüğün somut bir yüzü olarak sunulurdu. Ancak zamanla, kötülüğün daha karmaşık ve sinsi formları öne çıktı. “Se7en” (1995) veya “No Country for old men gibi filmlerde kvtülük kavramsallaştırılır ve daha felsefi bir arka plan eklenir.

Sinema tarihinde kötülük sıklıkla unutulmaz karakterler aracılığıyla temsil edilir. Örneğin, Alfred Hitchcock’un “Psycho” (1960) filminde Norman Bates veya “The Silence of the Lambs” (1991) filminde Hannibal Lecter, kötülüğün insan psikolojisinin karanlık dehlizlerinden nasıl beslendiğini gözler önüne serer. Hannibal Lecter karakteri, seyirciyi hem dehşete düşüren hem de etkileyen bir kötülük örneğidir. Lecter, yüksek zekası ve karmaşık kişiliği ile kötü karakterlerin sadece tek boyutlu olmadığını gösterir. Bu karakterler, kötülüğü kişiliklerinin bir parçası olarak yansıtır ve izleyiciye hem dehşet verici hem de bir o kadar da çekici gelirler.

Kötülük, bazen bir olgu olarak sinema perdesinde boy gösterir. Örneğin, Fritz Lang’ın “M” (1931) filmi, toplumun çocuk katili gibi kötü bir varlık etrafında nasıl şekillendiğini ve kötülüğün toplumsal boyutlarını inceler. Ya da Francis Ford Coppola’nın “The Godfather” serisi, suç ve ahlaki çöküşün aile bağları içinde nasıl kökleştiğini anlatır.

Bazı filmler, kötülüğü bir karakterden ziyade bir sistemin parçası olarak gösterir. “Schindler’s List” (1993) ve “Hotel Rwanda” (2004) gibi filmler, toplumsal kötülüğün ve tarihsel olayların sebep olduğu travmaları inceler. Bu tür filmler, bireysel kötülük kavramının ötesine geçerek, izleyiciyi kolektif tarih ve toplumsal sorunlar hakkında düşünmeye zorlar.

Sinemada kötülüğün tablosu: Rocky 4…

Korku filmleri, kötülüğü soyut bir güç olarak ele alır. “The Exorcist” (1973) ya da “Paranormal Activity” (2007) gibi filmlerde, kötülük doğaüstü bir varlık veya varlıklar tarafından temsil edilir. Bu türde kötülük, insanların kontrol edemediği ve anlamlandıramadığı bir olgu olarak karşımıza çıkar.

Kötülüğün estetiği, bazı yönetmenler için özel bir ilgi alanıdır. Stanley Kubrick’in “A Clockwork Orange” (1971) filmi, şiddet eğilimli bir genç üzerinden toplumsal kötülüğün sorgulandığı bir başyapıttır. Kubrick, kötülüğün kökenleri ve rehabilite edilmesi konusunu tartışırken estetik bir dille anlatır.

Son yıllarda, anti-kahramanların yükselişiyle kötülük ve ahlaki ikilemler daha da ön plana çıkmıştır. “Breaking Bad” (2008-2013) gibi televizyon dizileri ve “Joker” (2019) gibi filmler, kötü karakterlerin derinlemesine analizini ve izleyici ile empati kurmasını sağlayan bir karakter gelişimini içerir.

Kötülük sinemada her daim bir çekim noktası olmuş ve izleyicilerin ahlaki pusulasını sınayan bir araç olarak kullanılmıştır. Seyirciler kötü karakterlere çoğu zaman nefretle yaklaşsa da, bu karakterlerin karizması ve hikayeleri onları cazip kılar. Bu karakterler üzerinden yapılan filmler, toplumsal değer yargılarına meydan okur ve ahlaki relativizmi sorgulamamıza neden olur.

Bir sonraki yazıda özellikle bu kavram üzerinden Christopher Nolan’ın Batman serisine yakından bakacağız.

 

 

 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version