Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Uyku, katillerin çeşmesi!

Uyku, katillerin çeşmesi!


Bir yönetmenden çok daha fazlası: Christopher Nolan (10)

YORUM | M. NEDİM HAZAR 

“Bir filme, yeni bir şey yapmaya çalıştığı için çok değer veririm.

Hatta film işe yaramasa bile,

çabasının takdir edilmesi gerektiğine inanıyorum.”

Christopher Nolan

“Gerçeği anlatırsan amacına ulaşamazsın, gerçek bunların ötesinde!”

Insomnia (2002)

Christopher Nolan’ın ilk profesyonel sinema filmi diyebileceğimiz Memento, 9 milyon dolara mal olmuş ve 40 milyon dolar hasılat elde etmişti.

Insomnia ise 46 milyonluk bütçesi ile yönetmenin o ana kadar en büyük bütçeli filmi olmuştu. Filmin gişesi yapımcıları mutlu edecek miktarda oldu: 115 milyon USD. Tabiri caizse Warner Bross bir koyup üç almıştı!

Bu arada Norveç yapımı Erik Skjoldbjærg’ın filmi her ne kadar Amerika’da gösterime girmediğinden dolayı bir önceki yazıda incelediğimiz derecelendirme sıralamasına girmese de, neredeyse tüm dünyada +16 (MPAA derecelendirmesine göre NC-17 diyebiliriz) uyarısıyla gösterilmişti.

Nolan’ın Insomnia’sı ise R ile gösterilecekti.

Bu ise filmin değiştirilen senaryosundan kaynaklanıyordu elbette.

Bu durum bizi doğal olarak 1997 vs 2002 karşılaştırmasına yönlendiriliyor.

Senaryo o kadar farklılaşmıştı ki, ünlü polisiye yazarı Robert Westbrok, senaryoyu roman formunda yazıp yayınladı.

Steven Soderberg olmasa Warner Bros, bu projeyi Nolan’a teslim etmezdi aslında. Ancak sonuçtan bazı iflah olmaz Nolan karşıtı yazar çizer takımı dışında herkes memnundu. Filmin gişesi yapımcı şirketi ve Emma’yı, ortaya çıkan eser soderbergh’i ve en önemlisi de kendi eserinin yeniden yorumlanması orijinal proje sahibi Erik Skjoldbjærg’i memnun etmişti. Skjoldbjærg, kendisine sorulduğunda, “iyi hazırlanmış, akıllı bir film … ve gerçekten iyi yönetmen tarafından ele alınmış” diyecekti.

Jonas Engström – Will Dormer karakterlerini karşılaştırmamız gerekiyor. İki baş kahramanın arasındaki farklar, 1997 yapımı film ile 2002 yapımı film arasındaki farkları oluşturuyor zira.

Yalnız oraya geçmeden önce iki kavramdan bahsetmek, anlamayı kolaylaştırıcı olacaktır.

Epik tür genellikle kahramanın ruh halinden ziyade olaylarla ilgilenen bir tercihtir. Trajik ise böyle değildir. Bir trajedi söz konusu ise baş karakter kaçınılmaz bir sona doğru ilerler, acı ve üzüntü veren olayların gelir başına ve hüzünlü bir şekilde biter.

Epik eserler, genellikle bir kahramanın maceralarını, savaşlarını, seyahatlerini ve onunla ilişkilendirilen olayları anlatırlar. Misal, Homeros’nun “İlyada” ve “Odysseia” adlı eserleri; epik şiirin klasik örneklerindendir.

Meseleye felsefi bakış açısını da eklersek (ki Nolan’ın bunu yaptığından yüzde yüz eminim) Epik, genellikle bireyin kendi içsel yolculuğunu, kendi değerleri ve idealleri doğrultusunda bir amaca ulaşma çabasını temsil ederken, epik düşünce, bireyin kendi kaderini belirleme ve kendi değerlerini oluşturma kapasitesine vurgu yapmayı ihmal etmez.

Trajik eserlerde, kahraman genellikle kaçınılmaz bir kaderle karşı karşıyadır ve bu kaderle mücadele ederken genellikle başarısız olur. Yine misalen Örnek olarak Sofokles’in “Kral Oidipus” adlı eseri… Bu kavrama da felsefi açıdan baktığımızda şunu görürüz: Trajik düşünce, insanın kaçınılmaz kaderi karşısındaki çaresizliğini ve bu kaderle nasıl başa çıkabileceğini temsil eder ve bireyin kendi kaderini aşma veya onunla yüzleşme kapasitesine vurgu yapar.

Bu iki kavramın temel farklılığı odaklanma farklılıklarıdır.

Epik olan, kahramanın maceralarına odaklanırken, trajik kahramanın kaçınılmaz düşüşüne odaklanmıştır.

Epikte kahraman, genellikle kendi değerleri ve idealleri doğrultusunda bir amaca ulaşma çabasını temsil ederken, trajikte kahraman kaçınılmaz bir kaderle yüzleşir.

Felsefi olarak, epik bireyin kendi kaderini belirleme kapasitesine vurgu yaparken, trajik bireyin kendi kaderiyle nasıl başa çıkabileceğine odaklanır.

Norveç filmindeki baş kahramanımız bu anlamda baktığımızda bir arketip değil stereotiptir. Nolan bu eşleşmeden memnun değildir ki, baş kahramanı alıp arketipleşir.

Engstörm ile Dormer arasındaki en önemli fark budur.

Bu sebeple Norveç filminde kahramanımız sebepsiz şiddet, cinsel saldırı ve haset içinde kıvranırken, finalde şeytani bir muvaffakiyet bakışı atar.

Oysa Will Dormer yaralı ve defolu bir arketiptir.

Geçmişte büyük bir hata yapmıştır ve bu hata onun vicdanında kapanmaz bir yaraya dönüşmüştür. Bunun üzerine bir de 6 gün uyku uyuyamayınca hatalar ve yüzleşmeler peş peşe gelir.

Ortağını kazara vurduğundan emin olduğumuz anda bile şöyle der, “Kendisini Bilinçli vurduğumu düşünüyordu, belki de öyleydi, bilmiyorum…”

Olabilir çünkü Nolan her zaman yaptığı gibi bu bilgiyi sadece diğer kahramanlardan değil, seyircilerden de uzun süre saklamıştır. Ortağın Dormer’in yaptığı bu kanunsuz etik dışı hareketi öğrenmiş ve açıklaması an meselesidir aslında!

Nolan Insomnia’sı ders verirken, Skjoldbjærg’in Insomnia’sı kötülüğün kontrolsüz savrulması ve en az kendisi kadar kötü bir arketipe denk geldiğinde kötülüğün nasıl yükseldiğini olaylarla anlatır.

Ve en önemli ayrım…

Skjoldbjærg’in kahramanı sahte delil üretmek için gözünü kırpmadan bir köpeği öldürürken, Nolan’ın kahramanı bunu ölü bir köpek üzerinde yapar. Ve anlarız ki gerçekten bile isteye, bilinçli bir cinayet işlememiştir. Ki zaten finalin trajik bitmesi bize bunun kesinliğini ispatlar.

Nolan, Insomnia’da vicdanın en büyük yönlendirici ve finalde yargılayıcı olduğunun altını kalın bir şekilde çizerken, Skjoldbjærg’in böyle bir derdi yok gibi görünmektedir. Ve 2002 yapımı Insomnia’yı biricik kılan en önemli özellik; kadim etik değerleri (erdem, vicdan azabı vs) ve ahlaki duruşu vurgulamasıdır.

Hadi biraz daha derine inelim…

Aslında Christopher Nolan’ın filmlerinden yola çıkarak onu etkileyen yazar ve fikir insanlarını listelediklerimizde sıranın en tepesine Jorge Luis Borges’i koymak gerekir. Borges, fikirleri ve buluşlarıyla İngiliz yönetmeni tahmin edeceğinizden çok daha fazla etkilemiştir. Bilmiyorum imkânımız olur mu ama eğer yapabilirsem ilerleyen bölümlerden bir yazıyı sadece bu konuya ayırmak isterim açıkçası.

Uzatmıyor ve hemen Insomnia analizimize dönüyoruz.

Nolan’ı gömme girişimleri!

Hayatın hangi alanında olursa olsun, hiçbir deha yoktur ki, isminin duyulmasıyla beraber başta kendi meslektaşları, sektörü ve piyasayı elde tutanlar tarafından gömülmeye çalışılmasın.

Christopher Nolan da bu çabalardan istisna değildi!

Nolan’ın temel film yapımı konusundaki yeteneği başlarda epey sorgulanmıştı. Nolan özellikle Hollywood’un köşe başı yazar çizer takımına adeta diz çöktürterek kendini kanıtlamak zorunda kaldı.

Ki modern filmlerdeki agresif, mekansal olarak karmaşık aksiyon sahnelerini eleştirmek pek yaygındır ve Nolan doğal olarak bu konuda eleştirilmiştir. (Başta Roger Ebert gibi yazarlar tarafından) Daha da ileri gidip, diyalog sahnelerinde ve temel açıklamalarda beceriksizlikle suçlanmıştır da Insomnia’da.

Son yılların popüler yönetmenlerinden hiçbiri, bazı keskin gözlü eleştirmenlerin Nolan’ın çalışmalarına uyguladığı sert ve acımasız analizi pek önemsememişlerdi. Hollywood araya onaylamadığı hiç kimseyi sızdırmak istemiyordu.

İlerleyen bölümlerde ele alacağız, bir video denemesinde Jim Emerson, The Dark Knight filminden bir sekansın, filmin “en acı verici eksikliklerinden birini” örneklendirdiğini, görsel dilinin karmaşık olduğunu ve bazen anlaşılmaz sahnelerin ortaya çıktığını iddia edecek kadar cüretkardı!

Sözgelimi A. D. Jameson, Nolan’ı “sanatsal olmaktan uzak” bir yönetmen olarak kınıyor ve sonucun “resimli bir senaryo” olduğunu savunuyordu. Jameson, Inception’ın açılışının tipik olarak sakar buluyor: Ona göre, bu açılışın on üç sahnesi, avantajlı bir izleyici katılımı ile yedi veya hatta dört sahneye sıkıştırılabilirmiş! Bugünün yönetmenlerinin çoğu bu invaziv cerrahiye dayanamazdı, ancak yine de saygın Nolan’ın ameliyat masasında olduğunu görmek şaşırtıcıydı!

Soru şu, peki bu yargıların ne kadarı adil, ne kadarı doğru, ne kadarı linç, ne kadarı profesyonel rekabet tanımı içindeydi?

Bir kere çoğunluk olarak bir iyi niyet görmek pek mümkün değildi ne yazık ki!

Emerson, Jameson gibi isimler ihtimal ki Nolan ne üretirse üretsin bir şekilde gömeceklerdi!

Belki de bu köşede ellerinde kazma kürek bekleyenlerin çokluğu Nolan’ı yaptığı işin mükemmel olması gerektiği konusunda diri tutuyordu, kim bilir?

Gelelim bu eleştiri tuzaklarından nasibini alan Insomnia’ya…

Nolan’ı -henüz doğru dürüst film bile çekememişken- zayıf bir stilist olarak görenler, bunu ilk stüdyo filmi olan Insomnia (2002) ile kanıtlama çabasına giriştiler. Dormer, isminin İspanyolca’da “Dormir” yani “uyuyan” anlamına geldiğinden bile habersizce isim konusunda bile acımasızca eleştirenler vardı.

Nolan, o dönemde sükunetini koruyor ve senaryoya ilgisini çeken şeyin, karakterin öznel bakış açısını göstermek olduğunu söylüyordu. Ancak bu yumuşak defans muhataplarını etkilemediği gibi, umursayan filan da yoktu. Hatta kendi işveren şirketi Warner Bross’un yetkilileri bile!

Ve fakat para geliyorsa haklısınızdır Hollywood’da. Günün sonunda Nolan filmlerinin hiçbiri yapımcısını batırmadığı gibi, Nolan/Thomas ikilisi bir film şirketi kurarak hayatlarının en doğru kararını vermişlerdi: Syncopy…

Şirketin temelini Şubat 1998’de atmışlardı ama resmiyete 2001 sonunda geçirmişlerdi.

Syncopy, bayılma veya bilinç kaybı anlamına gelen tıbbi terim olan “senkop”tan türetilmişti. Şaşırtıcı olan bu teklifin müziksever babasından gelmesiydi! Bu tercih bile Christopher Nolan’ın bu dünyadaki amacının ne kadar farkında olduğunun bir göstergesiydi. Çünkü Emma ve Nolan dışında bu şirketteki çalışan sayısı sadece 2 (yazıyla iki) idi. Şirket Nolan filmlerinin dışında bir tek Zack Snyder’in (Ki o da bir Nolan projesidir) Man Of Steel’i çekmiştir. Şirket meşhur Zeitgeist belgeselini pazarlamak için Zetgeist Film ile ortak bir şirket daha kurmuş ve bana göre Andrei tarkovsky’nin devamı olan Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev’in ünlü Elena filminin dünya dağıtımını üstlenmiştir. (Fırsat olursa bu yaşayan sinema dâhisini ayrıntılı olarak size anlatmak isterim)

Meseleden çok uzaklaşmayalım.

Nolan’ın filmini selefinden ayıran en önemli karakterlerden biri de yan roldeki yerel polis memurlarıydı.

Ellie Burr (Hilary Swank) ve Hilde Hagen (Gisken Armand).

1997 Norveç yapımında bu karakter öylesine ortalıkta dolanan ve hikâyeye zerre katkısı olmayan bir kalabalıktan ibaret. Nolan, bu karakteri alıp filmin önemli unsurlarından biri yapmakla kalmıyor, bir genç kahraman adayı olarak yaşananlardan ders çıkaran bir karaktere dönüştürüyor.

Filmdeki yan karakterlerin fonksiyonalitesi ve hikâyeye etkileri de epey farklı.

Nolan, daha önce de belirttiğimiz gibi, kimlik hakkında önemli sorunları ve bunun birinin nasıl hareket etmesi ve tepki vermesi gerektiği için ne anlama geldiğini de nispeten kurcalıyor. Bunu, karakterlerin kim oldukları hakkında konuşturarak doğrudan yapıyor ama aynı zamanda başroldeki Will Dormer’ı onunla farklı şekillerde özdeşleşen iki karakterle- katil Walter Finch ve acemi polis Ellie Burr- karşı karşıya getirerek dolaylı olarak da yapıyor. Birlikte, Dormer’ın geçmişinin iki yönünü, ayrıca seçmesi gereken iki gelecek yolu temsil ediyorlar sanki. Geçmişte yaptığı tercih belli, ancak gelecek için de aynı şeyi yapacak mı sorusu gizli bir merak olarak gittikçe büyüyor.

Uykusuzluk aslında oldukça yaygın bir uyku bozukluğudur; dalmayı ve uykuda kalmayı zorlaştırır. Araştırmalar yetişkinlerin yüzde 10 ila 30’unun kronik uykusuzluktan mustarip olduğunu gösteriyor.

Gecenin ne kadar büyülü olabileceğini hepimiz biliyoruz; konuşmak için uyanık kalmak, yıldızları izlemek ya da sabahın güzelliğini içeri almak için gecenin nasıl kaybolup gittiğini. Ama uykusuzlukla, birbiri ardına uykusuz gecelerle… Gece ve tüm şeytanlar güzelliği takdir etmeyi zorlaştırıyor. Nolan’ın filmi de bunu böyle gösteriyor: zihinsel bir sorunun yavaş yavaş yanması, iblislerin yaşlı dedektife musallat olması. Bunu gizemli bir geçmişle birleştirdiğinizde harika bir film ortaya çıkıyor.

Bu perspektiften bakıldığında Nolan’ın en sevdiği temalardan bazılarını takip ederek hikâyeyi bir miktar kişiselleştirdiğini de söylemek mümkün aslında. Gerçeğin ve yalanın öznelliği, travmatik bir şey olana kadar kontrol veya bunun eksikliği. Orijinal olay örgüsüne sadık kalıyor kalmasına; dolayısıyla küçük bir kasaba cinayetiyle ilgili bir cinayet soruşturmasının tanıklarıyız elbette, ancak işleri renklendirmek için değil, mantık ve ruh alemine yakınlaştırmak için bazı eklemeler yapıyor remake filminde.

En önemlisi ise kahramanımızın kusurlarını vurgulamak için yaptığı dokunuşlar. Ortağının ifadesi, geçmişte yaptıklarından dolayı onu çökertebilir, ancak entrikadaki bir gelişme durumu kendi lehine çevirebilecek bir elastikiyete sahiptir Dormer’in zekâsı. Gelin görün ki, her galibiyetinde uykusuzluğu ondan bir şeyler alıyor. Evet, Al Pacino bu filmde harika; hatta sinir bozucu derecede mükemmel ama kafasının neredeyse her milimini kullanan biri için kendi adına seçtiği son, kocaman bir soru işareti olarak duruyor. Sırf yönetmen istedi diye böyle bir final olur mu emin değilim.

Sizi bilmem ama bana filmin kötüsü epeyce geç ortaya çıkıyor gibi geldi. Bu kadar beklemeli miydi emin değilim.

Ve hatta Katilin yüzü ilk gördüğümüzde şok bile oluyoruz, zira filmde Robin Williams’ın oynadığını unutmuşuz bile!

Williams, filmde öldürülmesi acımasız ve acımasız olmasına rağmen kendisini aslında bir katil olarak görmeyen Walter Finch’i canlandırıyor.

Bir de klişeden ayrılmama gerçeği var tabi.

Ahlak ve suçluluk konularına dayanan bir gerilim filmi için alışılmadık bu durum ve Nolan’ın yeniden yapımı, Hollywood’un tüm gerilim filmlerinin silahlı çatışmayla bitmesi yönündeki zorunlu zorunluluğunu ortadan kaldırmıyor nedense! Psikolojik gerilimin bu kadar yüksek olduğu bir filmde sırf aksiyon olsun diye neden baştan savma aksiyona sanırım en çok yapım şirketinin ihtiyacı vardı ve konmuştu!

Şimdi sıkı tutunun, hızlanıyoruz.

Nolan, filminin DVD kopyasına koyduğu röportajında seyirciyi Dormer’ın kafasında tutmak istediğini, bunu ise daha önce Memento’da kısmen yaptığını söyleyip ekliyordu: “Öznelliği Dormer’ın yavaş çöküşünü sunmanın mantıklı bir yolu olarak gördüm.”

Öznel olmaya devam etmek de neyin nesiydi?

Otopsi sahneleri 1997/2002

 

 

 

 

 

 

Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmini hatırlıyor musunuz? Finalindeki otopsi sahnesini? Neredeyse seyirciyi “yeter artık” noktasına kadar getiren uzun ve ayrıntılı otopsiyi…

Nolan ise Insomnia’da, sahneleri suç parçacıklarıyla ve bir kolye gibi ipuçlarının kesik flash back parlamalarıyla izleyiciye hatırlatmayı tercih ediyor. Ana film olan Norveç filminde cinayet anı parlamalarla, otopsi ise detaylıca anlatılmıştı ama Nolan bunun yerine alabildiğince cimri davranarak Dormer’in Kay Connell’ın cesedini öylesine inceliyor gibi görünüyordu. Oysa sonraki bölümlerde gösterdiği parlamalar ile, en minik ayrıntıyı bile incelediğini anlıyorduk. Seyircinin, kahramanın tüm zihnine bir kerede sahip olmasını istemiyordu Christopher Nolan.

Otopsi sahnesinin detaylarını sonraki bölümlerde parçacıklar halinde veriyor Nolan!

Bunun işaretlerini filmin jeneriğinde bile verdiğini sonradan fark ediyoruz. Esasen bu görüntüleri böyle kullanmasının bir sebebi de, izleyicide bu ara kesit görüntülerinin, Dormer’ın hayal gücünden mi yoksa katilin vizyonunun hatırlatmaları mı olduğu konusunda bir kararsızlık oluşmasını istemesi. Esasen bu belirsizlik, suç filmi türünün temelini oluşturan polis ve suçlu ilişkisini kuruyor. Ve öznel olmak tam da böyle bir şeydi.

Aslında bu hızlı ve adeta sağanak görüntülü kurgu Nolan’ın gelmekte olan tarzının ayak sesleridir. Insomnia, 111 dakika boyunca 3400’den fazla plan içeriyor ki, bu da ortalama her planın yaklaşık iki saniye sürdüğü anlamına geliyor. Bu tür hızlı kurgu, zihinsel imgelerin patlamalarına uygun olabilir ve itiraf etmek gerekirse bir Hollywood filmi için bunlar çok yeni ve kolay kabul edilir şeyler değildir!

Yine teknik bir analiz yapalım. İki polisin Nightmute Polis Karakoluna geldiği sahne… Neredeyse hiçbir atraksiyon ve aksiyon yok sahnede. Ve hepi topu yetmiş saniyelik bu sahne tamı tamına 39 planla çekilmiştir. Şu demek, bir dakika bile sürmeyen bu sahnede kamera neredeyse 40 defa yer değiştirmiştir. Hadi bazı planların aynı açıyla olduğunu kabul edelim, en azından 25 ayrı “cut to” demektir bu.

İlk karakol sahnesi…

Bir de bunun tam tersi planlar vardır. Neredeyse plan sekans sınıfına girecek uzunluktaki planlar.

Polis istasyonunun dışarıdan uzun çekimleri ve karakterlerin etkileşimi neredeyse tamamen tek seferlik planlarla aktarılır. Oyuncuların yüzlerinin ve bel planlarının olduğu sekanslarda 34 sahneden 24’ü tek plandır. Bunların çoğu, bireysel diyalog satırlarını veya karakterlerin diğer satırlara tepkilerini yakalamak için kullanılır. Nolan bir diğer özelliği ise, insan gözündü olmayan bir teknolojik üstünlüğü sinemada kullanmasıdır. Yakın plan çekim için kamerayı kahramanın yakınına yerleştirmez Nolan. Bu planları telefoto lenslerle çeker ve bu yöntem de seyircide daha sarsıcı bir etki bırakır.

Fakat dikkat ediniz, bu tür hızlı kurgular, klasik mekansal yönlendirmeyi bozmamalıdır. Nolan, DVD söyleşisinde eylem ekseni veya 180 derece çizgisini Dormer/Pacino etrafında sabitlemeye çalıştığını, bu nedenle göz hizalarının genellikle onun pozisyonuyla uyumlu olduğunu ve bu durumun kendisini memnun ettiğini söyler.

Bir diğer teknik detay ise, replikler ve kurgu arasındaki asimetrik ilişkidir. Bir sahnenin ilerlemesini bazen diyalog ile alakasız görsel akıntıları araya yedirerek yapar. Bu aslında çok riskli bir tercihtir, çünkü klasik izleyicinin bu yoğun trafikten yorulma ihtimali çok yüksektir.

Buna yani daha az veya daha fazla mantıklı sürekliliğe rağmen, sahne kopuk, ekonomik değil ve stilistik işlemede oldukça sıradan gibi görünür. Nolan, dramatik gelişimi vurgulayacak şekilde oyuncuları sette dolaştırmak için hiçbir çaba sarf etmez. Buna gerek filan duymaz. Rahmetli Osman Fahir Seden, “eğer kapalı bir mekandaysanız, kamera hareket etmiyorsa oyuncu hareket etmek zorundadır” derdi.

Nolan sinematografisinde yakın planların aktörün tepkisi veya replik teslimine uyacak şekilde tasarlanma çabası yoktur. Muhtemelen Nolan, bu tarzı korku ustası Alfred Hitchcock’tan öğrenmiştir, diye düşünmekteyim.

İki Insomnia arasında da minik bir teknik karşılaştırma yaparak, filmin filozofik ve ahlaki yönüne girebiliriz.

Önce karşılaştırma…

Insomnia’nın kaynağı olan 1997 Norveç yapımı aynı adı taşıyan Erik Skjoldbjærg tarafından yazılan ve yönetilen filmi hatırlayalım; görev ihlali (hafif) şüphesi altında bulunan İsveçli bir dedektif, bir cinayet soruşturması için Arktik Dairesi’ndeki bir kasabaya gelir. Hikayenin öncülüğü yeniden çevrimle aynıdır, ancak stilistik çalışma oldukça farklıdır.

İlk olarak, Norveç filminde kesme daha düzensizdir. Skjoldbjærg’in filmi 97 dakika sürer, yaklaşık olarak Nolan’ın filminden on beş dakika daha kısadır ve kurgu hızı çok daha yavaştır, ortalama olarak plan başına 5.4 saniye sürer. Bu, birçok geçişin devamlı çekimlerden oluştuğu anlamına gelir, özellikle de dedektif Jonas Engström’ün yürürken veya otururken içine kapanık sessizliğini gösteren çekimler. Ayrıca, bu versiyonda yönetmen, birkaç bilgiyi dikkatle tasarlayıp bunu görsel yolla izleyiciye aktaracak yöntemleri de kullanmıştır. Örneğin, Engström uyuyamazken gözlerinin açıldığını ve başını kaldırdığını görüyoruz. Arkadaki saate odaklanmak için (kesmeden) mezopan kullanır. Oysa Nolan, benzer bir noktayı geçirmek için üç plan kullanır.

Öznellik konusunda, Skjoldbjærg, bizleri Nolan’ın yaptığı gibi dedektifinin içine çekmek için heveslidir. Ancak bunu tama olarak başarıp başarmadığı konusu tartışmaya açıktır. O da aman zaman Nolan’ın kullandığı gibi flaş-cutlar kullanır, bu nedenle sisli çekimlere dair parçacık hatırlatmalarını hemen alırız. Ancak Skjoldbjærg, tanımlanamayan eklemelerle bizi aldatmaz (Nolan’ın bir şüphelinin çerçevesini Dormer’ın gerçekleştirdiği çekimlere yapılan geri dönüşler gibi) ve cinayeti ve temizliğini hatırlatan görüntüler aracılığıyla, dedektifinin suçu somut bir şekilde hayal edebileceğini asla ima etmez. Bunun yerine, Skjoldbjærg, karakterinin mekansal konumuna dair hissimizi bozan kamera hareketleri aracılığıyla karakterinin rahatsızlığını sık sık anlatır.

Başka bir örnek sahne… Kamera, Engström’ün bir odaya adım attığını gösterir… ve ardından arkamızı dönerek orijinal yerinde gösterir, sanki arkamızı dönmüş gibi… (1. Küme) Ardından Engström döner ve bir adım sesi duyarız. Sesin ondan kaynaklandığını gösteren bir çekime kesilir (2. Küme). Bu, bir ses köprüsüdür, offscreen bir ses değil.

Skjoldbjærg’ın Nolan’dan daha radikal yenilikler yaptığını kimse iddia edemez şüphesiz, ancak bahsini ettiğim bu ayrıntıların farkında olan her izleyici epeyce şaşıracaktır şüphesiz.

Bir önemli hatırlatma ile bugünlük bitirelim.

Nolan’ın çalışma şeklini bilenler bir. O diğer teknik yönetmenler gibi çok fazla teknik ve disiplinli çizimler ile filme hazırlanmaz. Elbette bazı önemli sahnelerin storyboardlarını filan çizdirir ama genelde kendi yazması notlar ile çekimi tasarlar.

Nolan’ın Inception karalamalarından biri…

Bununla beraber Nolan genellikle saha çalışmaları yapar veya büyük pratik setler inşa eder, ardından el kameralı ön çekimler; sabit ve omuzdan çekimlerle sahneyi önceden deneyimler. Kameramanı Wally Pfister bu durumu şöyle açıklar: “Yaptığı şey karmaşık değil. Üretim yöntemlerini belgesel çekimine benzetir. Her zaman şunu sorar; “Çekimi ne kadar hızlı yapabiliriz?”

Yarın Insomnia’nın felsefi ve ahlaki yönünü inceleyip ilerleyelim ne dersiniz?

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version