YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN
Adil olmayan siyasi yönetimler nedeniyle hayatlarını ya da ailelerini/sevdiklerini kaybeden, yerlerinden yurtlarından olan, başka yerlere kaçmak/göçmek zorunda kalan, hatta atalarının memleketini yaşadıkları sürece bir daha asla göremeyecek olan insanlar, belki de gezegenimizdeki insan topluluklarının çok önemli bir oranına tekabül ediyordur.
Savaş olgusu her ne kadar korkunç da olsa, insanın territorial bir varlık oluşuyla ilintili. Territoriallık, bir toprak parçasına bağlı olmak, o bölgeyi güvenliksel ve varoluşsal bir önkoşul olarak görmek anlamına geliyor. Tarih öncesi dönemlerden bugüne, belki de insan ve insanlıkla ilgili en az değişen özelliklerden biri bu. Bu nedenle, territorialık üzerine inşa edildiğine dair şüphe olmayan savaş olgusu söz konusu olduğunda, “insani değil” yargısında bulunurken çok dikkatli olunmalı. Elbette insanı kavramının anlamını biliyorum. Fakat insan özgü bağlamında kullanılıyorsa eğer, kolektif ve kurumsallaşmış yok etme eylemi anlamına gelen savaş, ne yazık ki hala meşru bir olgu olarak değerlendiriliyor. Yirminci Birinci Yüzyıl’da yaşamamıza karşın insan türü hala yukarıda işaret ettiğim territorialik özelliği üzerinden kimliğini tanımlama ilkelliğini geride bırakamadı.
Diğer insan topluluklarının yaşadığı bölgeleri ele geçirmek, tarihte en sık karşılaşılan düzenliliklerden birisi. Buna – eğer böyle bir şeyden söz etmek mümkünse – ampirik manada insan doğası dememek kolay değil.
Kolektif ve kitlesel organize öldürme eylemi, yani savaş, bu nedenle hala politik anlaşmazlıkların son çözüm yöntemi oluyor. Ölümler üzerinden yok ediş ve yok oluşlar, habisleşmiş siyasal husumetlerin yol açtığı etik olarak kabul edilemez, ama pratikte tüm toplumlarca yapılagelen bir pratiği beraberinde getiriyor.
Yirminci Birinci Yüzyıl dünyası, sekiz milyara yaklaşan nüfus ve onun getirdiği demografik, ekonomik, kültürel, sosyal ve politik komplikasyonlar nedeniyle gruplar arası anlaşmazlıkların sıkça yaşandığı bir dünya. Bu ortamda savaşlar, iç savaşlar, terörizm, düşük yoğunluklu savaşlar, etnik sürtüşmeler, soykırımlar, tehcirler gibi birçok form ve biçimde kitlesel/kolektif şiddet eylemi veya davranışı gözlemliyoruz. Dahası, okullarda çocuklara “tarih” olarak okutulan derslerde çoğunlukla bu kitlesel/kolektif şiddet eylemlerinin kronolojisi ve rekonstrüksiyonu öğretiliyor. Bu derslerin temelini territorialik oluşturuyor.
Toprak el değiştirmesi olarak görülebilecek sonuç bakımından yaklaşıldığında, savaşların bir tür mikser olduğu açık. Bir topluluğun bir başka topluluğa ait olan toprağı savaş yoluyla ele geçirmesi, birçok sorun yanında kültürel, dini, linguistic ve kimliklere ilişkin bir dönüşümü ve değişimi de beraberinde getiriyor. Fakat uzun süreli bu “el değiştirme” ve “sosyal/kimliksel dönüşüm” çok uzun yıllar alıyor ve sancılı oluyor. Çoğunlukla bu sürecin sonunda paralel toplumlar – genellikle de çoğunluk/azınlık ilişkisi – ortaya çıkıyor ve bu dinamik, o toprak parçasında çok uzun süre devam edecek düşük yoğunluklu ama toksik çatışma ve çatışma potansiyellerine neden oluyor.
Ortadoğu, yukarıda kısaca teorik olarak özetlemeye çalıştığım olumsuzluktan arınmış bir bölge değil ne yazık ki. Bilakis, tarihin en eski yerleşim bölgelerinden biri olan bu bölgede, belki de yukarıdaki tablonun en yoğun versiyonu söz konusu. Tarihsel pratik, sanırım bu varsayıma dayanak teşkil edecek birçok olay içeriyor. El değiştirmiş topraklar, sayılamayacak kadar çok ve sıkça yeniden çizilmiş sınırlar, yerinden yurdundan edilmiş insanlar, dinsel, kültürel ve linguistic asimilasyon süreçleri ve altüst oluşlar, soykırımlar ve toplu göçler – aklınıza gelen her türlü negatif sonuç, Ortadoğu özelinde mebzul miktarda örnek sunuyor.
Max Weber’in de işaret ettiği üzere, güç/ kuvvet/ iktidar (İngilizcesi power, Almancası Macht) siyasetin temeli ve bu iç politika için olduğu kadar uluslararası siyaset için de geçerli, hatta belki de en çok ikincisinde daha aleni biçimde ortada. Toprak-güç/kuvvet/iktidar ilişkisi, devlet olmakla alakalı bir denklem. Devlet olabilmek için öncelikle üzerinde tek güç olmanız gereken bir toprak parçasına ihtiyacınız var. Çoğunlukla bu toprak parçasını diğer bir topluluktan veya devletten “almanız” (fethetmeniz) gerekiyor. Ya da kendi toprağınızı diğer toplumların fethinden (işgalinden/yağmasından) korumanız lazım. Bugün uluslararası politika ilkesen olarak 15. ya da 18. yüzyıldan çok da farklı değil bu anlamda. Kenneth Waltz’in dediği gibi, kendi güvenliğinizden kendinizin sorumlu olduğu, yani başkalarına güvenliksel mevzularda güvenemeyecekleri bir uluslararası ortamda bulunuyor devletler ve bu nedenle güvenlikleri söz konusu olduğunda – belki de haklı olarak – çok paranoikler. Güvenlik endişelerinin en üst noktasını var oluşlarını devam ettirmek oluşturuyor. Tipki bir canlı organizma gibi, “hayatta kalmak” sahip oldukları amaçların (gayelerin) en önemlisi.
Ortadoğu bugün birçok kronik ve akut sorunla cebelleşiyor. Burası dünyanın en istikrarsız, çatışmalara en açık, en fazla husumet ve anlaşmazlık bulunan bölgesi. Tarihin sadece en eski uygarlıklarının bulunduğu değil, hatta uygarlığın ilk kez ortaya çıktığı Ortadoğu, günümüzde modern uygarlığa uyum konusunda en çok zorlanan birçok toplumu da bünyesinde barındırıyor. Değişime direniş, dönüşmemeye yönelik geleneksel yapıları korumak, siyaseti siyah-beyaz veya sıfır toplamlı bir oyun olarak algılamak, kendileri gibi olmayanlara yaşam şansı tanımamak, farklı olanları kendilerinden daha altta bir kategoriye tasnif etmek gibi, savaşları besleyen, çatışmaları canlandıran ve büyüten, yangına körükle giden toksik bir ortam, maalesef Ortadoğu gerçekleri!
Oysa çatışmaların engellenmesi olası.
Maksimalizmin yerini uzlaşma, siyah-beyaz rijit ayrımının yerini gri tonlar alabilir pekala. Fakat bunun için Ortadoğulular, çocuklarını siyasi amaçlarından daha çok sevmeyi öğrenmeli. Bu dünyayı cennetleştirmeyi (yani barışı ve huzuru), öbür dünyadaki cennetten daha fazla, ya da en az onun kadar önemsemeli.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***