Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Jeopolitik ve Demokrasi: “Merkez Siyaset” Yeniden Nasıl İnşa Edilir?


Merkez siyasete halk desteğini yeniden sağlamak için ulus-devletlerin, dış ve iç politika arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeleri gerekiyor. Bunu için de izledikleri dış politika programı ile ülke içinde vatandaşların gündelik refahları arasındaki dengeyi yeniden kurmaları gerekir.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NI takip eden yıllarda, Batı ülkelerindeki sağ ve sol seçmenler liberal enternasyonalizmi desteklediler. Zira uluslararası ticareti ve işbirliğini genişletmeye, komünizmin yayılmasını engellemeye yönelik politikalara destek vermenin kendilerine ortak bir fayda sağlayacağına inandılar. [Bu eğilim, ülke siyasetlerinin ana merkezini oluşturdu.] Söz konusu “siyasi merkez”, Harvardlı tarihçi Arthur Schlesinger, Jr.’ın tabiriyle onlarca yıl korundu. Ama zaman değişti. 1990’ların başından bu yana, küreselleşme karşıtı bir dalga, Batılı seçmenlerin serbest ticaret ve çok taraflı işbirliğini savunan partilere verdiği desteğin yaklaşık yüzde 50 oranında düşmesine neden oldu. 2016’da İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı ve Donald Trump’ın ABD Başkanı olarak seçilmesi, açık bir şekilde bu dönüşümü sembolize ediyor.

Batı’daki küreselleşme karşıtı dalga, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve serbest piyasa kapitalizmi ile sosyal demokrasi arasındaki savaş sonrası uzlaşının çöküşüyle birlikte başladı. Soğuk Savaş sırasında, Batı’daki siyasi partiler (sol ve sağ), komünizm tehdidiyle mücadele etme konusunda birleştiler. İçeride, refah devleti programının korunması lehine geniş bir fikir birliğini sürdürdüler. Ancak Sovyetler Birliği çöktüğünde, Batı’nın siyaseti değişti. Dış politika artık doğudan gelen tehdide odaklanmıyordu. Siyasi söylem devam etti ve büyük güç çatışmasının olmadığı bir dünyada yeni büyüme stratejileri şekillendi. Liberalleşen piyasalar ve küreselleşmeyi teşvik etmek için sosyal korumaların geri alınması, üretimi aşındırdı ve bir ekonomik güvensizlik ortamı yarattı. Seçmenler ekonomik güvenliklerini ve ulusal özerklik duygularını kaybettikçe, aşırı uçtaki partilerin çağrılarına giderek daha açık hale geldiler. 

Batı için küreselleşme karşıtlarının başarısının hem ülke içinde hem de uluslararası alanda maliyetli olduğu kanıtlanmış durumda. Avusturya, Danimarka, Hollanda, İspanya ve Birleşik Krallık da dahil olmak üzere birçok ülkede, parçalanmış seçmen kitlesi, hükümetlerin yönetim için gereken gücü ve otoriteyi toparlamasını zorlaştırıyor. Bu başarısızlık seçmen memnuniyetsizliğini körüklüyor. Bu da daha fazla siyasi oynaklığa ve işlev bozukluğuna yol açıyor. Bu parçalanma, uluslararası kurumlarda Batı önceliklerine verilen desteği zayıflattı ve ayrıca liberal demokrasinin yararları hakkında şüpheleri körükledi. Batı demokrasilerinin Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’daki savaşına karşı ortak tepkisinin küreselleşme karşıtı ateşi kırmaya yardımcı olacağına dair ilk umutlar gerçekleşmedi. Bunun yerine, işgalden bu yana, küreselleşme karşıtları Fransa, İtalya, İsveç ve başka yerlerde daha geniş bir şekilde yayıldılar. Bu arada, Trump’ın 2025’te Beyaz Saray’a dönme olasılığı devam ediyor.

Batılı hükümetler, toplumlarını sarsan küreselleşme karşıtı tutkuları dizginlemeyi umuyorlarsa, dünyaya açık kalmakla yurt içinde ekonomik güvenliği korumak arasındaki dengeyi yeniden tesis etmek zorundalar. Tarih, birçok kişinin düşündüğü gibi bir rehber değildir. İçe dönmek ya da Soğuk Savaş’ı yeniden oynamak bu sorunu çözmeyecek. Siyasi merkezi canlandırmak için yeni bir yaklaşıma ihtiyaç var.

Liberal enternasyonalizme yönelik ana akım parti desteği, ara sıra yaşanan zorluklara rağmen, sürekli olarak güçlü ve dirençli kaldı. En ciddisi 1970’lerde, durgun büyüme ve kontrolden çıkmış enflasyonun birleşimi, artan hükümet harcamaları ve piyasa düzenlemesi çağrısında bulunan merkez sol ile özelleştirme, kuralsızlaştırma ve refah reformu. Merkez sağ kazandı. 1980’lerin başında, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, Almanya Şansölyesi Helmut Kohl ve ABD Başkanı Ronald Reagan, her biri farklı merkez sağ ekonomi politikaları denemeye başladı. Programlarının başarısı, diğer Batılı hükümetler üzerinde, aynı şeyi yapmaları konusunda baskı oluşturdu. Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın sosyalist hükümeti bile daha fazla piyasa liberalleşmesine doğru dönmeyi gerekli gördü.

Siyasi merkezin dağılması

Ancak 1990’larda her şey değişti. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Batılı liderler ticareti serbestleştirmede ve uluslararası teknokratlara daha fazla yetki vermede siyasi avantaj görmeye başladılar. Merkez sağın yanı sıra merkez soldaki partiler, ortaya çıkan piyasa güdümlü küreselleşme biçimini, uluslararası alanda en rekabetçi iş sektörlerinin desteğini kazanmanın ve bundan yararlanan genç, eğitimli ve orta sınıf seçmenleri çekmenin bir yolu olarak gördüler. Piyasa liberalizasyonu konusunda Fransa, Almanya, Birleşik Krallık ve ABD’deki liderlerin gündemleri aynı neoliberal kumaştan kesilmişti.

Demir Perde’nin kaldırılmasıyla birlikte, Doğu Avrupa’dan gelen işçiler daha iyi işler aramak için batıya taşınırken, Batı Avrupa’daki birçok endüstri doğuya taşındı. ABD ve Batı’nın Çin’deki yatırımları hızlandı. Aynı zamanda, Soğuk Savaş’ın dondurduğu ideolojiler ve ittifaklar çözülmeye başladı. Komünist genişleme ve nükleer Kıyamet korkuları azalırken, başına buyruk bir partiye oy vermek artık potansiyel olarak ölümcül değildi. Buna bağlı olarak Batılı seçmenler, bir zamanlar kabul edilemez görülen partilere, adaylara ve platformlara şans vermeye daha istekli hale geldi.

Bu yeni gerçeğin farkına varan aşırı sol ve aşırı sağdaki partiler kendilerini yeniden icat etmeye ve yeniden konumlandırmaya başladılar. Danimarka’nın Kızıl-Yeşil İttifakı, Fransa’nın Komünist Partisi ve İsveç’in Sol Partisi gibi sol partiler, ticari korumacılığa dayalı geleneksel küreselleşme karşıtı siyaseti, küresel adalet, iklim değişikliği ve nükleer silahların yayılması gibi ulusötesi meselelerdeki konumlarıyla birleştirerek çekiciliklerini geniş kitlelere yaydılar. Sağda, Avusturya’nın Özgürlük Partisi ve Fransa’nın Ulusal Cephesi gibi partiler, hayal kırıklığına uğramış işçi sınıfı seçmenlerini cezbetmeyi umarak, küreselleşme karşıtlığına yöneldiler. Bu kapsamda sosyal korumacılığa dayalı bir retoriğe dönerek “bırakınız yapsınlar kapitalizmine” yönelik uzun süredir devam eden retorik taahhütleri çöpe attılar.

Sonraki yıllarda, sol ve sağcı partiler de küreselleşme karşıtlığını zor zamanlar yaşayan seçmenleri harekete geçirmek için kullanmakta ustalaştılar. 2008 mali çöküşünün ve ardından gelen avro bölgesi krizinin ardından, Yunanistan’da sol görüşlü bir parti olan Syriza ve İspanya’da anti-neoliberal bir parti olan Podemos, artan Avrupa şüpheciliğini ve AB’nin kemer sıkma talebine yönelik muhalefeti, seçmenleri kendilerine çekmek için kullandı. 2016’daki Brexit referandumu öncesinde Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin lideri Nigel Farage, göçmenlik karşıtı bir söylemi AB karşıtlığıyla birleştirerek kuzey ve doğu İngiltere’de önemli bir destek toparladı. 2017’de Fransa’da Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen, cumhurbaşkanlığına aday oldu. O süreçte, partinin kitlesel göçe karşı uzun süredir devam eden muhalefetini, küreselleşmenin sert bir şekilde vurduğu Fransız bölgelerini hedefleyen yeni bir “yeniden sanayileşme için stratejik plan” vaadiyle birleştirdi.

Bu çabalar, küreselleşme karşıtı, popülist partilere, ulusal oylardan daha büyük paylar alarak ana akım partileri köşeye sıkıştırma fırsatı verse de iktidara yükselme imkanı sunmadı. Özellikle aşırı sağdaki partiler, bu yıllarda benzeri görülmemiş bir başarı elde ettiler. Seçmen oylarındaki payları 1990 ile 2017 arasında üçe katlandı. Bu başarı, büyük ölçüde, bu partilerin, patlamaya hazır göç meselesini ticari serbestleşme ve AB gibi uluslarüstü kurumlara muhalefetle birleştirme yeteneklerinden kaynaklandı. Bu şekilde özellikle yoksul bölgelerde oy oranlarını artırmayı başardılar..

Küreselleşme karşıtlığı, ana akım partiler içinde de değişimin itici gücü haline geldi. Ticaret, göç ve uluslararası işbirliği konusunda küreselleşme karşıtlarının baskısını hisseden merkez sağ partiler, daha milliyetçi, yerelci ve birçok durumda daha korumacı hale geldiler. Merkez solda, kuzey Avrupa’daki sosyal demokrat partiler, söylemleri ve vaatleriyle sollarındaki radikal partileri geride bırakmaya çalıştılar. Bu radikal partiler, esas olarak güneydeki düşük ücretli ülkelerin ticari “avantajlarını” frenlemek için refah standartlarının uyumlu hale getirilmesini talep eden ve küreselleşmeyi “dibe doğru bir yarış” olarak eleştiren partilerdi. Soğuk Savaş döneminde merkez soldaki ve merkez sağdaki partilerin birbirleriyle, aşırılık yanlısı parti ve hiziplerden daha fazla ortak noktaları vardı. Bugün, birçok durumda, bu artık doğru değil.

1950’lere dönüş

Bugün sürekli olarak saldırıya uğramasına rağmen, liberal enternasyonalizme her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Çin’in yükselişi ve artan Rus saldırganlığı, yeni bir büyük güç rekabeti çağını başlattı. Michael Beckley, Hal Brands ve Dominic Tierney gibi birçok dış politika analisti, siyasi merkezin tekrar nasıl canlandırılacağına dair ipuçları için Soğuk Savaş’ı incelemeye başladı. Bazıları, tıpkı seleflerinin Soğuk Savaş sırasında kamuoyunu yönlendirmek için Sovyet gücünün hayaletini kullanmaları gibi, bugün Çin’in artan gücü ve atılganlığıyla ilgili seçmenlerin endişelerinden yararlanılabileceğini öne sürüyor. Bazıları daha da ileri giderek, Çin liderliğindeki “yeni bir otokrasi ekseni” ile 1950’lerde eski Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin oluşturduğu tehdit arasında açık paralellikler kuruyor.

Dış tehditler kesinlikle iç dayanışmayı artırabilir. Ancak Soğuk Savaş analojisi yanıltıcı olabilir. O zamanlar Batı dayanışması, Sovyet yayılma korkusundan daha fazla nedene dayanıyordu. Batılı demokrasiler ayrıca yerel sosyal korumalara ve liberal demokrasiye bağlılıklarında ortak bir fayda gördüler. Sosyal koruma, Soğuk Savaş sırasında komünizmle mücadelenin bir tamamlayıcı unsuru olarak görülüyordu. Zira çatışma, Batılı liderleri komünizm yerine demokratik kapitalizmin işçilere daha fazla ekonomik güvenlik, eşitlik ve fırsat sunabileceğini kanıtlamaya zorladı. Bu ekonomik güvenlik ve kapsayıcı büyüme kucaklamasını yenilemeden, Çin tehdidine başvurmak, küreselleşme karşıtlarını tekrar saflara çekmek için yeterli değil.

Çin hakkında korku tellallığı yapmanın Batı demokrasilerini birleştirmesi de olası değil. Bazı başkentler, Pekin’in jeopolitik emellerinden daha fazla endişe duyuyor. Batılı hükümetler, patlamaya hazır Tayvan meselesinde bile Çin’le en iyi nasıl başa çıkılacağı konusunda farklı görüşlere sahipler. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, Washington’un Pekin’le rekabetinde Avrupa’nın bir “vassal” haline gelmemesi gerektiğine dair açıklaması, uzlaşma eksikliğini dramatik bir şekilde gösteriyor. Batılı liderlerin çoğu, ABD askeri gücünün korumasından yararlanırken aynı zamanda Çin’in pazarlarına ve işgücüne erişimlerini sürdürmeyi umarak havuç ve sopa karışımını tercih ediyor. Çoğu Batı demokrasisi için Çin ile uğraşmak sıfır toplamlı bir oyun değildir. Bu noktada da Soğuk Savaş benzetmesi bozuluyor.

Merkezi yeniden inşa etmek

Bugün Batı demokrasileri iç ve dış politikalarını dengede tutma mücadelesi veriyor. Francis Fukuyama, Robert Kagan ve Kori Schake’nin de aralarında bulunduğu uzmanlar, Ukrayna’daki savaşı Batı’nın liberal düzene olan bağlılığını yeniden teyit etmek için bir dönüm noktası olarak görüyorlar. Ancak siyasi merkezin ve liberal düzenin yeniden canlanması, mevcut uluslararası krizde Batı ülkelerinin kararlılığından daha fazlasına bağlı. Siyasi merkeze ve liberal düzene halk desteğini yeniden sağlamak için ulus-devletlerin, dış ve iç politika arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeleri gerekiyor. Bunu için de izledikleri dış politika programı ile ülke içinde vatandaşların gündelik refahları arasındaki dengeyi yeniden kurmaları gerekecek.

Ticaretin serbestleştirilmesi gibi geleneksel dış politika programlarının gözden düştüğü ve bunlarla ilişkili yerel koalisyonların parçalandığı bir dönemde, liderler uluslararası işbirliğinin gerekliliği konusunda yeni argümanlar bulmak zorundalar. Ayrıca bu argümanları desteklemek için yeni iç pazarlıklar ve siyasi ittifaklar kurmaları gerekiyor. Batılı demokrasiler, savaş sonrası liberal düzene geri dönemezler. Bununla birlikte, eski düzenin getirdiği avantajları güvence altına almanın yeni yollarını arayabilirler.

Küreselleşme karşıtı tepkinin derinliği göz önüne alındığında, ulus devletler jeopolitik olarak rekabet ederken siyasi merkezi yeniden inşa etmeyi düşünüyorlarsa o zaman çok daha fazla eylem ve vizyona ihtiyaç var demektir. Kötü haber: Bu durum acil ve kaçınılmaz!

Peter Trubowitz ve Brian Burgoon tarafından kaleme alınan bu yazı, 03 Mayıs 2023 tarihinde Foreign Affairs’de “Make the Center Vital Again” başlığıyla yayınlandı. Kısaltılarak yayınlanan metnin çevirisinde editoryal düzenleme yapılmıştır.

Kaynak: Dünya Siyaseti
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version