Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Gözünü Zeytindağı’na dikmek…

Gözünü Zeytindağı’na dikmek…


YORUM | YÜKSEL DURGUT 

Ortadoğu’da patlak veren savaşı ilk defa televizyonları başında gören gençler, Filistin-İsrail tarihinin 7 Ekim 2023’te Gazze Şeridi’nde akıl almaz şiddet eylemlerine yol açan Hamas’ın saldırılıyla başladığını düşünebilir. Ancak yaşanan olayların ardında yatan başka gerçekler de var ve sadece bu saldırıyla sınırlı değil.

Hamas’ın bu ayın başında gerçekleştirdiği insanlık dışı saldırıda öldürülen ve kaçırılan birçok kurban Batı Şeria’da devam eden kavgadan uzak barış aktivistleriydi. Bu insanlar hiç kimsenin hak etmediği türden bir şiddete maruz kaldılar. Aynı toprağın ilk sahipleri Filistinliler ise 1948’den bu yana insanlık dışı benzer saldırılara maruz bırakıldılar. Hatta 1967 yılından itibaren bu şiddet olayları iki katına çıkarak arttı.

Filistin halkının başına gelenleri iyi anlayabilmek için 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden Lord Rothschild’e gönderilen yukarıdaki mektup, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirildiği Balfour Deklarasyonu’dur. Bu deklarasyonda bir sömürge devleti olan İngiltere, Siyonistlere, Naziler ortaya çıkmadan çok önce, antisemitizm altında acı çeken Avrupalı Yahudiler için bir anavatan önerisidir. Bu mektubu yazan ve deklarasyona ismini veren kişi ise İngiltere’nin dışişleri bakanı olan Arthur Balfour’dur. Balfour’un girişimiyle başlatılan Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulması planıdır.

Bu deklarasyon sonrası yeni bir vatana sahip olan Yahudiler, Balfour’un anısını, kullandığı çalışma masasını Tel Aviv’deki Diaspora Müzesi’nde sergileyerek minnet borçlarını ödüyorlar.

1917-1922 yılları arasında Hindistan Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan radikal bir liberal ve İngiliz kabinesinde görev alan üç Yahudi’den birisi olan Edwin Samuel Montagu, Balfour’un bildirisini “yaramaz bir siyasi inanç” olarak nitelendirmişti. Siyonizme şiddetle karşı çıkmış ve antisemitik bulduğu ve şartlarını değiştirmeyi başardığı 1917 Balfour Deklarasyonuna karşı durmuştu. Montagu, kabineye gönderdiği bir notta Siyonizm hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetlemişti:

“…Bunun, Muhammedanların (Müslümanların) ve Hıristiyanların, Yahudilere yol açması ve Yahudilerin her türlü ayrıcalıklı konuma getirilmesi ve İngiltere’nin İngilizlerle ya da Fransa’nın Fransızlarla olduğu gibi Filistin’le özel olarak ilişkilendirilmesi, Filistin’deki Türklerin ve diğer Müslümanların yabancı olarak görülmesi anlamına geldiğini varsayıyorum, tıpkı Yahudilerin bundan sonra Filistin dışında her ülkede yabancı muamelesi göreceği gibi. Belki de vatandaşlık sadece dini bir test sonucunda verilmelidir.

Hatta E.S.Montagu ağır ifadeler kullandığı 23 Ağustos 1917’de kaleme aldığı mektubunda şu ifadeler de yer aldı: “Siyonizm bana her zaman, Birleşik Krallığın herhangi bir yurtsever vatandaşının savunamayacağı, zararlı bir siyasi inanç olarak göründü. Eğer bir Yahudi İngiliz gözlerini Zeytindağı’na (Zeytindağı, Kudüs’ün doğusunda yer alan bir tepedir. 809m. rakıma sahip olan Zeytindağı, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerinde önemli bir yerdir.) dikmişse ve İngiliz toprağını ayakkabılarından çıkaracağı ve Filistin’deki tarımsal faaliyetlere geri döneceği günü sabırsızlıkla bekliyorsa, bana her zaman İngiliz vatandaşlığıyla bağdaşmayan amaçları kabul etmiş gibi görünmüştür.

SUÇLUYORUM 

Filistinli Arapların en popüler gazetesi La Palestine, Mart 1925’te Balfour Deklarasyonu’nu protesto eden ve “J’Accuse!” (Suçluyorum!) diye başlayan dört sayfalık bir başyazı yayınladı.

Araplar için İngiliz ordularının 1918’de ülkelerine girdiğinde besledikleri tüm umutların ölüm çanı anlamına geldiği deklarasyonun adıyla anılan devlet adamı Lord BALFOUR’un Filistin ziyareti vesilesiyle İngilizce olarak yayınlanan özel bir baskı yapıldı. Suçluyorum denilerek 3 başlık altında toplanan yazıda aşağıdaki konularda şikâyet edildi.

1. İNGİLİZ HÜKÜMETİ, Filistin’deki Milliyetçi amaçlarını ilerletmek amacıyla Yahudilerin elinde bir araç haline gelmesine izin verdiği için.

2. ULUSLAR BİRLİĞİ, Manda sistemini kuran Cemiyet Sözleşmesinin 22. Maddesi ile bağdaşmayan bir Mandayı Filistin’de yönetmeye çalıştığı için.

  1. FİLİSTİN HÜKÜMETİ, Yahudi azınlığa ayrıcalıklı bir konum tanıyarak Filistin’deki Arap çoğunluğa haksızlık eden bir politikayı izlediği için.

Naziler, Yahudiler adına nihai bir çözümü bulmadan önce, kitlesel sürgün fikriyle başka ülkelerinin de yer aldığı başka bölgelere bakmışlardır. Madagaskar bir zamanlar olası bir hedef olarak masada duran bir çözüm olarak durmuştu. Alternatif olarak sunulan Filistin fikrine de tamamen karşı değillerdi. Alman ve diğer Avrupalı Yahudilerin çoğu ABD ve İngiltere de dahil olmak üzere başka yerlere göç etme fikrini tercih etti. 20. yüzyılın başlarında hem Yahudi hem de Arap kapitalistlerin yağmalarına direnecekleri bir ülke kurmayı hayal eden Siyonistlere diğer Yahudi gruplar karşı çıkmıştı. İsrail’in kuruluş fikrinin altında aslında Yahudilerin gitmesi isteniyordu.

Sözde Hamas’ı yok etmek amacıyla Gazze’ye ve Filistin halkına uygulanan toplu cezalandırmanın geçmişte de pek çok örneği var. Naziler bu konuda kötü nam salmış durumda. Hitler’in emriyle Haziran 1942’de şimdiki Çek Cumhuriyeti topraklarında yer alan Lidice köyünün tamamen yok edilmesi ve 10 Haziran 1944’te Alman işgali altındaki Fransa’daki Oradour-sur-Glane köyünde, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere 642 kişinin Naziler tarafından katledilmesi yaşanan iki acı olaydır.

İsrail, 1980’lerde Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) karşı bir denge unsuru olarak Müslüman Kardeşler’e destek vermişti. Bu stratejinin başarısı, İhvan’ın bir kolu olan Hamas’ın 2006 Filistin seçimlerini kazanmasına ve ardından Filistin Yönetimi aracılığıyla yönetim hakkından mahrum bırakılmasına yol açtı.

İsrail’in 2005 yılında sınırlarının kontrolünü devretmeden bu küçük bölgeyi boşaltmasının ardından Gazze’yi Yaser Arafat’ın önderliğinde 1959’da kurulan Filistin kökenli direniş örgütü ve Filistin Ulusal Yönetimindeki iktidar partisi El Fetih’ten devraldı. Gazze’nin tam da Ariel Şaron’un Batı Şeria ile ilgili müzakerelerden vazgeçmek istemesi nedeniyle terk edildiği düşünüldüğünde, her şeyin plana uygun olduğu görülüyor.

Dört yıl kadar önce Benjamin Netanyahu iktidar partisi Likud’daki vekillere şöyle seslenmişti; “Bir Filistin devleti olasılığını engellemek isteyenler Hamas’ın güçlenmesini ve Hamas’a para aktarılmasını desteklemelidir. Bu bizim stratejimizin bir parçasıdır.”

Bu strateji 7 Ekim’de çöktü ve Netanyahu, diğer sorumlu yetkililerin aksine, henüz halkından özür dilemedi. Ancak zamanı gelip de yaşananların hesabı sorulmaya başladığında, kesinlikle koltuğunu terk edecektir.

Dünyada dördüncü ve İsrail’in ilk-tek kadın başbakanı olarak görev yapan ve ülkenin siyasetinde “Demir Lady” lakabıyla anılan Golda Meir’ın yıllar önce söylediği bir söz son zamanlarda sık sık gündeme getiriliyor; “Arapları çocuklarımızı öldürdükleri için affedebiliriz. Bizi kendi çocuklarını öldürmeye zorladıkları için onları affedemeyiz. Araplarla ancak çocuklarını bizden nefret ettiklerinden daha çok sevdikleri zaman barış yapabiliriz.”

Barışa hasret toprakların hikayesi maalesef 20 gün önce yazılmaya başlamadı. Kıyamet gününde, Musevi metinlerinde müjdelenen Mesih’in Zeytindağı üzerinden Kudüs’e geleceği aktarılır. Bu nedenle de tepenin yamaçları sayıları 150 bini bulan mezarlarla doludur. Bırakın şu savaş çığırtkanlıklarını da, bu mezarların yanlarına daha fazla masum çocukların bedenleri defnedilmesin.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version