Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Egemenlere mahsus kibrin adı: Hubris


Melike Sargın


Güç herkes için aynı şeyi ifade etmiyor. Şöyle bir çevremizi gözlemleyelim; bulunduğumuz işyerinde, çalıştığımız her ortamda, yerel yönetimlerde, ülke yönetiminde ve sosyal hayatın her alanında gücü elinde tutmak isteyen, sizin üzerinizde tahakküm kurmayı arzulayan kişilerle karşılaşıyorsunuzdur.

Kime bir fırsat verilse, elinde küçücük bir güç bile olsa anında karakteri ya da özü ortaya çıkıyor. Sanki o gücü elde edene kadar kendilerini tutmuşlar da, gücü ellerine geçirince birden evrilmeye başlamışlar. Güce sahip olmadan önce kendisine ya da yakın çevresine yapılan adaletsizlikleri, haksızlıkları eleştiren o kişiler, gücün büyüsüne kapılınca birden o eleştirdiği kişilere, kurumlara dönüşüveriyorlar. Aslında değişip, dönüşüyorlar demekten öte özleri ortaya çıkıyor demek daha doğru olur.

Güç ile gelen zulmün, yarattığı adaletsizliğin tüm dünya ile birlikte ülkemizde de arttığı aşikar. Gücü ve tahakküm kurma arzusunu siyaset ile ilişkilendiriyorum çünkü siyaset; hayatımızın her alanına sirayet eden ve yaşamlarımızı belirleyen en büyük toplumsal olgudur. Kendini milletle, bir kurumla ya da bir örgütle bir ve aynı şey zannetme, kendisinden bahsederken “o” ya da “biz” zamirlerini kullanma, yargılanmaz olduğuna dair düşünceler, güçten zehirlenmiş olanların esiri oldukları fikir kalıplarıdır. Ülkedeki iktidar partisi mensupları, muhalif partiler ve siyasetçiler üzerinden örnekler sıralanabilir. Mesela yerel yönetimleri ele alalım; ister iktidarın ister muhalefetin olduğu bir yerel yönetim olsun, bulundukları şehrin egemen gücüdürler ve her şeyin en iyisini yaptıkları kanısındadırlar.

Güce talip olmanın nasıl bir sorumluluk getirdiğinin bilincinde olmayan. içgörüye sahip olmaktan uzak insanların yönetici konumunda olmaları trajik bir durumdur.

ELEŞTİRİYE TAHAMMÜLSÜZLÜK

Ego ve güç savaşlarının ortasında kendini kördüğüm olmuş gibi hisseden bir halk var. İşçisiyle, eğitimcisiyle, sanatçısıyla her gün yeniden dirilen umudu ile üretmeye, çalışmaya devam ediyor. Gücü elinde bulunduran siyasetçiler ise kendilerini eleştirmeyecek, tam tersine övecek ve itaat edecek insanları yakın çevrelerine topluyorlar. Gücün getirdiği haz ile kendilerine küçük sahte dünyalar kuruyorlar.

Gücü ellerinde bulunduranlara yönelik herhangi bir eleştiriye aldığınız cevaplar, güç ve kibrin de göstergesi olabilir. Size kendi deneyimlerimden bir örnek vermek istiyorum. Bir eğitimci olarak kimi zaman toplumsal problemleri, yaşadığımız şehrin sorunlarını, siyaseti ve daha birçok şeyi kendimize dert edinip, bu dertlerin çözümüne yönelik eleştirilerimizi de yaparız. En azından kendi adıma bunu yapmayı tercih ettim. Ancak eleştirinize “Siz bu eleştirilerle bizimle çalışma yürütebileceğinizi mi sanıyorsunuz?” gibi bir yanıt alabiliyorsunuz. Bir eğitimci, bir seçmen olarak bulunduğunuz şehrin yönetimini, işe alım koşullarını, eğitim politikalarını, adaletsizliklerini, insan kayırmalarını eleştirseniz, dilediğiniz kadar özenli bir konuşma yapın ya da şiddetsiz iletişim dilini benimseyin hiç fark etmeyecektir ve her koşulda sizi dinlemeyeceklerdir.

Tüm ülkenin siyasetçilerinin ve siyasetinin birbirine benzediği bir dönemde yaşamaktayız. Ülke iktidarını eleştiren sözde muhalif partiler de bulunduğumuz şehirlerdeki bölgeleri parsellemiş, kendilerine bahşedilen koltuğun ve gücün baş döndürücü etkisi ile asla halka hesap vermek zorunda olmadıklarını dillendirebildikleri gibi aynı zamanda gücün verdiği akıl tutulması ile gerçekleri göremeyecek ve fark etmeyecek kadar şuursuz bir hale gelmişlerdir.

Üzerinde konuşmak istediğim kavramımıza gelecek olursak. Tüm bu gücün yanına bırakılan bir kavram var ki adı: “Hubris.” Siyasetçilere özgü kibri anlatan diğer adıyla “Hubris (Kibir) Sendromu”. Köken olarak eski bir kavram olsa da günümüz dünyasında tanımı yeni sayılmaktadır. Eski bir politikacı olan Lord David Owen ve psikiyatrist Jonathan Davidson tarafından aşırı güçten kaynaklanan bir sendrom olarak tanımlanmıştır. Bu yazımda bu hastalığın literatür tanımlamalarını yapıp iki kelam edeceğim.

HUBRİS SENDROMU?

Adını pek çok kere duyduğumuz bir kavramdır “Hubris.” Mitolojide Hubris ile ilgili milyonlarca öykü bulabiliriz. Diğer bir adıyla Hubris Sendromu; Tanrısal ego olarak da bilinen bir hastalık ve kibir sendromu ya da güç zehirlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Yunan mitolojisinde kelime anlamı olarak “kibir veya aşırı gurur” anlamına gelmektedir. Mitolojide bir kahramanın kendisini diğerlerinden daha üstün görmesi hatta tanrısal özelliklere sahip olduğunu düşünmesidir. Yunan mitolojisindeki Nemesis ise “herkese hakkını vermek” anlamına gelir ve intikam tanrıçasıdır. Kibrin ve hırsın etkisiyle kahramanın arsızlaşarak yok oluş sürecini anlatır. Hubris’e yakalanıp aşırı gurur ve kibire düşenlerin adaletini sağlamak adına, cezasını Nemesis verir. Tanrıça Nemesis, insanlardaki kendine aşırı güvenin ve ölçüsüzlüğün bir sınırı olması gerektiğini hatırlatır.

Her duygunun belirli ölçüler çerçevesinde yaşanması insanın psikolojik gelişimi için önemlidir. Fakat bu duygular belirli ölçüleri aştığı zaman hem kişinin kendisine, hem de çevresine zarar verebilen anormal davranışlara sebep olur. Bu mitolojik hikaye aslında hiç birimize yabancı gelmiyordur. Gerçek yaşamda da böyle olmuyor mu? Belirli ölçüleri aşan duygular ile insanlar öz denetimlerini kaybediyorlar. Kendi eylemleri ve söylemleri üzerine hiç düşünmeyen, kontrolü kaybetmiş bir hale geliyor bu kişiler.

Yunan mitolojisi dışında da benzer hikayeler duyabileceğimiz Hubris ile ilgili en güzel anlatımlardan biri de Ian H. Robertson “The Winner Effect: The Neuropsychology of Power (Zafer Etkisi: Gücün nöropsikolojisi) başlıklı makalesinde yer alan ve ilgi uyandıran bir hikayeye ver vermiştir. Bu hikaye, hayvanlar dünyası üzerinden anlatılmış olsa da bizim insan ilişkilerimizle ve insanlık halleri bağdaşmaktadır. Günümüzdeki güç zehirlenmelerini, kibri bu hikaye ile kavramak hiç te zor değil. Yaşadığımız ülkedeki, şehirlerdeki ya da çalıştığımız iş ortamlarındaki egemen güçler ile çarçabuk ilişkilendirebileceğimiz bir hikaye.

Hikayemize gelecek olursak; Tanganyika Gölü’nde yaşayan bir çiklit balığı vardır. Bu çiklit balığının iki türlü erkeği vardır. Bu erkek türlerinden biri “T” biri ise “NT” diye adlandırılmıştır. Aslında bunu şöyle de düşünebiliriz; Alfa ve Beta gibi. Bu iki tip balık arasında ilginç bir ilişki varmış. Çekinik olan “NT”ler özel bir koşul olduğunda “T” ye dönüşebilmekteymiş. “T” türü erkek çiklitler canlanan renkleriyle etrafa ışık saçan, sahip oldukları eril güç ile arazi de edinebiliyorlarmış. Bilindiği üzere her güç beraberinde sorunlar ya da zaaflar da getirir. Canlanan renkleriyle ışık saçan “T” çiklitler başka balıklar tarafından fark edilip ortadan kaldırılmaları mümkün oluyormuş. Çevredeki “NT” bir çiklit “T” çiklitin imha edilip ortadan kaldırıldığını görür görmez “T” çiklite dönüşmeye başlıyormuş. Hatta “T”ye dönüşemeyen “NT” erkek çiklitler bir süre sonra kendilerini yok ediyorlarmış. Neden mi? Çünkü dışlandıkları için.

Biz insanların dünyası da bu iki erkek çiklit balığın hikayesine benziyor. Gücü elinde bulunduranlara benzemeye, onlara dönüşmeye ve onların yerine geçmeye hazır olanlar var. Bir de gücü elinde bulunduranların yerine geçmeyi arzu etmeyen kendi olmaya devam etmek isteyenler var. Tabi şunu da söylemek gerekir; eğer gücü elinde tutan, tahakküm kuran kişilere, topluluklara, kurumlara benzemez isek bizler de dışlanmaya başlıyoruz. Kimi zaman çiklit balığı gibi kendimizi yok ediyoruz kimi zamanda toplumdan, insanlardan soyutlanarak bu düzene ve topluluğa ait bulmuyoruz kendimizi.

PEKİ NE YAPMALI?

Kendisini tanımayan, kibrinden gerçekleri göremeyen ve tadına vardığı gücü kaybetmemek için gerçekleri gizleyen, insanları kayıran ve insanlara adil davranmayan, zihnin yönetimini egosuna teslim etmiş olan egemenlere karşı sesimizi yükseltmeyip, eleştirmeyip, sorgulamayıp, sinecek miyiz? O vakit tıpkı hikayemizdeki çiklit balıkları gibi dışlanmamak için egemenlere benzememiz gerekecek. Eğer bu benzeşmeyi kabul etmiyorsak her koşulda sesimizi daha fazla yükseltip, her zamankinden daha fazla birlik olmaya ihtiyacımız var. Çünkü biz seçmeniz, çünkü biz halkız.


Melike Sargın; Felsefe grubu öğretmeni ve yaratıcı drama eğitmenidir. Uzun yıllardır okul öncesi ve ilkokul yaş gruplarıyla çocuklar için felsefe (p4c) ve yaratıcı drama çalışmaları yürütmektedir. Aynı zamanda eğitimcilere yönelik Çocuklar, topluluklar ve şirketler için felsefe eğitmen eğitmenliği yapmaktadır. Alternatif eğitim modelleri, pedagoji, eğitim ve siyaset alanında yazılar kaleme almaktadır.

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version