Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Ülkenin kaderini etkileyen cinayet!

Ülkenin kaderini etkileyen cinayet!


Bediüzzaman Ankara’da (13)

 “Soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir.”
Nietzsche 

“Quis custodiet ipsos custodes?”
(Bizi gardiyandan kim koruyacak?) 
Antik Roma sözü

 

“Geçmişte acımasız ve zararlı hurafeler hep var oldu. İnsan kurban etmeler, büyücülük için yakmalar, ‘dini’ savaşlar, işkenceler yaşandı… Ama sonunda insanlar kendilerini bunlardan kurtarabildiler. Oysa kutsal bir şey olarak sunulan devlete dair batıl inanç insanlar üzerindeki etkisini hala sürdürmeye devam ederken ödenen bedeller ve sunulan kurbanlar belki de geçmişteki diğerlerinden daha acımasız ve yıkıcıdır.”

Böyle yazar ünlü Rus yazar Leo Tolstoy, 1905 yılında Bolşevik Devrimi’nin ayak seslerini ilk duyduğunda. Ve 99 sayfalık Çağın Sonu isimli şahane kitabına koyar sonra. 

 “14 Kasım akşam üstü, Gazi ve Fevzi Paşalarla ben, trenle Ankara’dan İzmit’e hareket ettik. Gazi pek asabi idi. “Muhaliflerden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Ankara’ya matbaa makinesi getirtmiş, Tan adında bir gazete çıkaracakmış. “Siz hala uyuyorsunuz” diye yaveri Cevat Abbas Bey’e iyice veriştirdi ve “yakın, yıkın” diye de çıkıştı!.. Yalnız kalınca, kendilerini teskin ettim ve bu tarzdaki beyanatının dışarıya aksedebileceğini ve pek de doğru olmadığını anlattım.” (Paşaların Kavgası, s109)

Bu insanı dehşete düşüren hatıranın yazarı Kazım Karabekir. 

Sonrası daha da ilginç: “15 Kasım Eskişehir’de iken gelen haberde: Afyon Karahisar mebusu Şükrü Efendi’nin “Hilafet ‘in saltanatı havi olması ” hakkında bastırdığı risalenin bugün Ankara’da intişar ettiği haberi geldi. Gazi buna çok kızacak diye beklenirken, daha çok düşünmeye dalıyordu ve Hilafetin lüzumundan bahsediyordu.” (s110)

Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal’in belki de en şiddetli muhalif ve muarızıydı. Pek çok tarihçi, bardağı taşıran damlanın Ali Şükrü’nün Ankara’ya matbaa getirtip, Tan gazetesi çıkarması olduğunu belirtiyor. Yukarıdaki hatıralar bu iddiayı doğrular niteliktedir. 

Hala pek çok resmi kaynak Topal Osman’ı kahraman olarak lanse etmektedir!

Deniz Yarbayı Mehmet Şevket Bey, Ali Şükrü’nün kardeşidir. Rauf Bey (Orbay) anılarını anlattığı Cehennem Değirme’ninde Ali Şükrü Bey’in kaybolmasını şöyle anlatır: 

“Lozan’da müzakerelerin kesildiği günlerdi. Oradaki murahhas heyetimiz Ankara’ya dönmüştü. Bu Heyetin maiyetinde Bahriyeyi temsil eden Deniz Yarbay Şevket Bey, Millî Müdafaa Vekili Kâzım (Özalp) Paşa’yı ziyaretle, Lozan’da bahis konusu olan bazı meselelere dair kendisi ile görüşmüş. Kâzım Paşa da bana geldi. Bunu hikâye ile “Bir şeyler söyledi amma, denizciliğe ait olduğu için anlayamadım. Gelsin size anlatsın” dedi. Ben de kendisini çağırttım, geldi. Kapıdan içeri girer girmez, “Müdafaa-i Milliye Vekiline anlattıklarınız neydi?” dememe kalmadı, Şevket Bey, hıçkırıkla, “Beyefendi, ağabeyim kayıp” diye ağlamaya başladı ve ağabeyi Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beyin, üç gündür, yani Mart’ın 27’inci Salı günü akşamından beri eve gelmediğini söyledi. Soruşturmuşlar, aratmışlar, bulamamışlar. En son Karaoğlun Çarşısında köşedeki Kuyulu Kahvede otururken, yanına gelen Giresunlu “Topal” diye maruf Osman Ağa’nın muhafız bölük kumandanı Mustafa Kaptan ile beraber, kalkmış… Birlikte gitmişler. Ondan sonra gören olmamış.” (Cehennem Değirmeni, c2, s120/121)

Topal Osman kimdi peki?

Tek kelime ile anlatacak olursak; eşkıya!

Hem de sıradan bir eşkıya. 

Karadeniz onun yaptığı çakallıklarla çalkanmıştır yıllar boyu. En bilineni ise I. Dünya Savaşı sırasında Ayvasıl köyü ihtiyar heyetinden elde ettiği sahte mazbatayla askerlikten atılmış Yüzbaşı Niyazi Efendi ile birlikte ordudan aldığı buğdayları Panço isimli bir Rum ile 100 bin liralık sahte mazbatayı Giresun Komutanlığı’na satarak orduyu dolandırmasıydı. Rum ve Müslümanların arazilerine çöküp, kendi ve akrabaları arasında pay ettiğini, belediye reisi iken Müdafâ-î Hukuk Riyaseti’ni de ele geçirerek kendi menfaatlerini korumak için millî mücadeleye katıldığını, Koçgiri’den ganimet olarak 60 bin lira değerindeki sığır ve koyunu gasp ederek Giresun’a getirdiğini, başkasının kente kasaplık hayvan sokmasını da engelleyerek fahiş fiyattan para kazandığını, kardeşiyle birlikte hükûmetin kentte banka kurmasını engellediğini, 30 bin liraya mal olan bir kereste fabrikasını 1500 altına aldığı gibi daha bin tane çakallığı bilinmekte, yaptığı eşkıyalıklar ve zorbalıklar ayyuka çıkmıştı.  

İstiklal Harbi sırasında Doğu Karadeniz’de yaptığı eşkıyalıkları bu kez mahalli milis güçleri kılıfıyla yaptıktan sonra Mustafa Kemal Paşa onu Giresunlulardan oluşan muhafız kıtasının başına getirmişti. 

Yanlış okumadınız bir eşkiyanın muhafız kıtası komutanı zaten başlı başına bir skandal iken, onun yanında “Bu Ali Şükrü de çok olmaya başladı” filan türünden konuşmaların ne sonuç vereceğini tahmin etmek zor değil. 

Buna rağmen Kemalistler olayda Mustafa Kemal’in vebalinin hiç olmadığını söyleyebilmek adına Topal Osman güzellemesi yaparlar. Hatta onun Ali Şükrü Beyi öldürmediğini, büyük bir uluslararası tezgâha kurban edildiğini anlatırlar. 

Sıradan bir eşkıya ve katilin rejim tarafından kahraman yapıldığı yıllar!

Bunlardan biri de Atatürk’ün yakın çevresinden Hamdi Ülkümen’dir: 

“Ali Şükrü Atatürk’e karşı idi. Atatürk de onu sevmezdi. Ama Topal Osman’ın onu öldürmesine de çok üzüldü ve bir gün sofrada şunları söyledi; ‘Ali Şükrü’yü sevmezdim, aleyhinde de konuşurdum. Topal Osman da cahilliğinden beni memnun edeceğini sanmış. Ben kesinlikle karşıyım böyle hareketlere. Medeni memleketlerde, medeni yönetimlerde olmaz böyle şey. Suikastlar tehlikeli bir yoldur, böyle yola çıkanların başına da gelebilir.” (Hümanist Atatürk, s36) 

Elbette bu iddia doğru da olabilir ama Mustafa Kemal’in Ali Şükrü’den nefret ettiği ve sıklıkla hedef gösterdiği gerçeğini değiştirmiyor bu yaklaşım. 

Rumlarla işbirliği yapıp Müslüman ve Rumları çarpan bir serseriyi İstiklal Harbi’nden Rumlarla mücadele için komutan yapmak, en hafif tabirle kediye kasap dükkânı teslim etmek anlamına geliyor. 

Hadisenin takibini biraz daha Rauf Orbay’dan yapıp birkaç örnekten sonra hızlanalım: 

“Şevket Beye, otur dedim ve derhal gereken emirleri vererek, aratmaya başladım. Aynı zamanda Osman Ağa’nın adamiyle kahveden gittiği için, bu Ağayı da aratıyordum. Fakat Şükrü Bey gibi, o da meydanda yok. Şükrü Bey bazan ata biner, halkla temas için köylere giderdi. Acaba yine öyle mi yaptı diye aratmayı köylere kadar teşmil ettim. Yok, yok, Ankara Valisi Abdülkadir Bey, Jandarma Kumandanı, Polis Müdürü, bütün zâbıta kuvvetleri seferber olduğu halde, hatta kendi arabamı da arama işlerine verdiğim halde, iz bile bulunamıyor…”

Olayın duyulmasından sonra Meclis çok büyük karışıyor elbette. 

Kılıç Ali o günü şöyle anlatıyor: 

“O sabah Meclis’e geldiğim zaman manzara pek hazin idi. Heyet-i umumiyede büyük bir heyecan vardı. Mebuslar bu gaybubeti siyasi bir şekilde tasvir ederek Ali Şükrü Bey’in şimdiye kadar bulunamamasından dolayı bir yandan şiddetle hükümeti tenkid ediyorlar, diğer yandan da, ‘Bu gaybubet siyasî ise, demek ki bu memlekette herhangi bir fikrin serdarı ölecektir’ diye imalı beyanatta bulunuyorlardı.” (Kılıç Ali hatıralarını anlatıyor, s89)

Bir eşkıya, zorba olan Topal Osman’ı kahramanlaştıranlar ne yazık ki hala mevcut. Filmin kalitesizliği bir yana, önermesi gerçekten hazin!

İsmet İnönü hatıralarında, “Ali Şükrü Bey’in, meclisin en sert bir üyesi ve özellikle Atatürk’e karşı son derece insafsız ve kırıcı ifadeler ve hareketlerle muhalefet eden bir unsuru” olduğunu; Gazi’nin muhafızı Topal Osman tarafından öldürüldüğünü söyler. (Hatıralar, C2, s103-104)

Falih Rıfkı’nın Çankaya kitabındaki Ali Şükrü bahisleri enteresandır mesela: 

“Ali Şükrü, bir deniz kurmayı olduğu hâlde en azılı olanlardan biri idi. 26 yaşında Meclise gelmişti. Cür’etli ve atılgandı. Bir sağlık kanunu tartışmasında: “Kadınlarımızdan ne ister bunlar? Yüzlerini açtırmıyacağız!” diye haykırmıştı. (s106) Mecliste sert çatışmalar oluyordu. Bir defasında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü kürsüde konuşan Mustafa Kemal’e ağır sözler söyledi. Birbirlerinin üstlerine yürüdüler. Bu olaya çok sinirlenen Topal Osman bir adamını yollayarak Ali Şükrü’yü konuşmak üzere Çankaya tarafındaki evine çağırır ve karşısındaki iskemleye oturur oturmaz boğdurur. Vak’a çok önemli idi. Boğduran Mustafa Kemal’in muhafız komutanı. Mustafa Kemal’in evini bekleyen erler onun adamları. Düşmanları cinayeti Mustafa Kemal’den biliyorlardı. Mustafa Kemal, Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı’ya yakalama emri vererek kendisi eşi Lâtife Hanımla birlikte Çankaya’dan uzaklaştı.” (s140)

Çok itibar edemeyiz ama Rıza Nur da topa girmese olmaz elbette: 

“Ali Şükrü, biz Lozan’da iken, Kılıç Ali ve Topal Osman’ın adamlarından bazısının kendisini öldürmek istediğini, fakat bunlardan biri uzak akrabası olduğu için, tetikte bulun diye ikaz ettiğini anlattı. Bundan korkmamış, kabadayı adamdı. Ben ondan bunun intikamını alacağım, dedi. Bir müddet sonra Topal Osman’a rast geldim. Kemal-i safiyetle, mecliste hainler varmış; basıp hepsini keseceğim, dedi. Bunları sana kim haber verdi diye sordum. Gazi söyledi, dedi. Vazgeçmesi için nasihat ettim; kabul, hatta yemin etti.” (Hayat ve Hatıratım, C3, s1171-1174)

Muhalifler hükümete karşı büyük bir önyargı içinde. Kendilerince haklı sebepleri de var. İktidarın bu cinayeti örtbas edeceğinden emin gibi konuşmalar yapılıyor. Rauf Orbay tüm bu gerilimlere rağmen kürsüye gelip yatıştırıcı bir konuşma yapıyor. 

Bütün bunlar yaşanırken bir de haber geliyor ki, güvenlik güçleri Topal Osman’ı kıstırmış ve ölü ele geçirmiş. Bu da yetmemiş gibi bir de kafasını kesmişler!

Olay ise çok enteresan. 

Kemal Paşa fedaisi Topal Osman ile.

Hakkında çıkarılan idam kararına ve yakalanma girişimine direnip, ardından Çankaya Köşkü’nü basıyor Topal Osman!

Mantıklı hiçbir açıklaması olmayan bu baskın esnasında Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı Tekçe’nin düzenlediği operasyonla başı kesilerek ıssız bir noktaya gömülüyor. Çatışırken ne dediği, kendisini savunup savunmadığı hiçbir zaman bilinmiyor. 

Sonra daha büyük bir vahşet yaşanıyor. Sanki birileri bu olayı gergin ortamı daha da gererek muhalif avına çevirmek istercesine, gidip gömdükleri yerden başsız cesedi çıkarıp Ulus meydanına getirip ayaklarından asıyorlar. Gerekçe; ibret-i alem olsun! Günlerce meydanda sallanıyor ayaklarından asılmış ceset!

Bu düpedüz infazın peşine düşenler seslerini kimseye duyuramadan başka gelişmeler ile olay zamana bırakılıyor ve unutuluyor zaten. 

Ali Şükrü Bey’in öldürülmesiyle Meclis’te tıkanan pek çok olay hızlanmaya başlıyor. Mesela meclisin yetkilerini gasp ettiği iddiasıyla karşı çıktığı Başkumandanlık kanununun uzatılmasının önündeki engel kalkıyor ve uzatılıyor.  

Hilafetin kaldırılmasına karşı Meclisteki direnç kırılıyor. Aradan bir yıl bile geçmeden Hilafet lağvediliyor. 

Hukukun üstünlüğü ilkesi gibi o döneme göre oldukça ilerici olan ilkeler çöp ediliyor. 

Men-i Müskirat Kanunu aracılığıyla gün yüzüne çıkan ve başka konularla da derinleşen iki grup arasındaki güç dengesi, Ali Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından öldürülmesiyle bozuluyor. 

Bu karmaşa içerisinde Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi’nin büyük roller oynadığını görüyoruz. Misal, Atatürk heykeli yaptırılması için Cumhuriyet gazetesi bir kampanya düzenliyor. 

Yunus Nadi birkaç ay önce yazdığı (26 Kasım 1922) tarihli yazıda öylesine sert bir dil kullanıyor ki, Ali Şükrü Bey’in Tan gazetesiyle ona cevap yazıları yazacağından herkes çok eminken öldürülüyor Ali Şükrü. 

İsterseniz Nadi’nin o yazısından bir bölümü okuyalım.

Başlık: Yeni bir cidal (Savaş, kavga) devri!

“Hal böyle iken bu memlekette sultan ve padişah isteyen sefil ruhlar bulunabildiğini farz ettirecek bazı emare ve alametler eksik değildir. Biz biliriz ki onlar kendi kanları içinde boğulacaklardır. Bize diyecekler bulunabilir ki: Hani yahu hürriyet ve serbesti? Millet emrediyor ki bu işte hürriyet ve serbesti yoktur. Kokmuş ve muzır fikirlere serbest gezmek ve serbest söyleyebilmek mesağı (kolaylığı) yoktur. İsterse onu söylemek ihtiyacında bulunacaklar. Büyük Millet Meclisi azasından bulunsunlar!… O mübarek ve mesut gün, uzakta veya yakında, şundan en kat’i surette emin olalım ki, milletin hâkimiyetini en kat’i surette takarrür edinceye kadar önümüzde yeni bir safha, belki bugün içinde bulunduğumuz yeni bir cidal safhası vardır.”

Makalenin tamamını okuduğumda, Sedat Peker’in, “kanlarınızla duş alacağız, sizleri bayrak direğine asacağız” tehditlerinin ne kadar hafif kaldığını düşündüm.

Evet hızlanıyoruz…

Karizması, belagati, cesareti ve zekasıyla birinci mecliste muhalefet nasıl yapılır gösteren Ali Şükrü Bey.

İkinci grup tamamen imha ediliyor. 

Birinci meclis, her ne kadar Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin tayin ettiği azalardan, yani çoğu eski İttihatçılardan olsa bile, muhalefet de eksik olmuyordu. Bu muhalefet, Mustafa Kemal Paşa’ya sadık Birinci Grup ile şahıs otoritesine karşı İkinci Grup arasında cereyan ediyordu.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Mustafa Kemal Paşa’ya muhalif olanların oluşturduğu Meclis grubuna İkinci Grup deniliyordu. 

Resmi söylemin aksine bu grup yobaz ve İslamcı değildi, aksine çoğu Enver Paşacı, liberal ve demokrattılar. Hatta bazıları için komünist demek bile mümkündü. Falih Rıfkı Çankaya’da Tokat Milletvekili Nazım’ın Hacıbayram yakınlarında vekilleri toplayıp, “Mecliste bir grup yapalım. Memleketin buna ihtiyacı var. Komünistlik İslâm esaslarına uygundur. Ebubekir komünisttir. Müslüman olduktan sonra bütün varını yoksullara dağıttı idi,” dediğini aktarır. (s106)

Aralık 1921’de Meclis yetkilerinin 15 kişilik bir “Fevkalade Harp Komisyonu”na devrine ilişkin yasa tasarısına karşı koyarak güçlerini göstermişlerdi. Elbette Ali Şükrü Bey bu grubun en önde gelen ismiydi. İstiklal mahkemeleri Kararlarını kontrol amacıyla, yetkilerin meclise verilmesi yönünde verdikleri kanun teklifinin arkasında duruyor, hükümeti zor durumda bırakıyorlardı. 

1921’de askerî vaziyet kritikleşince, meclisin salâhiyetleri başkumandan sıfatıyla Kemal Paşa’ya devredilmiş; 1922’deki üçüncü uzatmadan sonra bu salâhiyeti geri almak isteyen meclise meydan okurcasına devletin fiilî hâkimi hâline gelmişti. Böylece “Onların işleri meşveret iledir” (Şura;38) âyeti indirilip, yerine “Hâkimiyet milletindir” yazısı asılmıştı. 

Ali Şükrü Beyi anlatırken tam bir tutucu ve padişahlık yanlısı bir portre çizenlere aldanmayın. Tamam dindardı ama en az Kemal Paşa kadar padişah karşıtıydı. 

İstiklal Mahkemeleri’nin ateşli savunucusu ve ekonomide tam bir devletçi anlayışa sahipti. Dindarlığı dışında on numara bir Cumhuriyet Halk Partili profiliydi. Liberal filan bile değildi!

Aslında (Mahir İz’in ifadesiyle) idam fermanını Lozan görüşmeleri yapılırken mecliste yaptığı muhalif konuşmalarla imzalamıştı sanki. Mesela 6 Mart’taki oturumda Kemal Paşa öfkeyle yerinden kalkıp Ali Şükrü’nün üzerine yürümüştü!

Ali Şükrü Bey’in cenazesi Ankara Hükümeti’ni panikletmişti!

Ölümü Ankara’yı derinden sarsmıştı. 

Cenazesine 40 bin kişinin katıldığı hala söylenir. İhtimal ki cenaze namazına katılanların arasında Bediüzzaman da vardı. 

Daha sonra cenaze otomobille Trabzon’a götürüldü. 

İkinci Grup’un önde gelen isimlerinden Hüseyin Avni Bey, cenazeyi uğurlarken, “Ey Trabzon, sana al bayraklı bir gelin gönderiyoruz” demiş; “Ali Şükrü’yü öldüren bilekleri kıracağız, isterse sırmalı paşa bileği olsun!” diyecek kadar işi ileri götürmüştü.

Kemal Paşa cenazenin İstanbul üzerinden nakline müsaade etmemişti. Buna rağmen Trabzon’daki merasim, hükümete muhalefet gösterisi hâlini aldı. Sonradan İsmet İnönü’nün veliahdi olacak Trabzon milletvekili Faik Ahmed (Barutçu), “Çankaya katilleri” diye bağırıyordu.

Ali Şükrü Bey’in eşi ve çocuklarına maaş ödenmesine dair teklif, mecliste kanunlaşmamıştı. Aile sefalete düşecekti. Adı bile unutulan Ali Şükrü Bey, yıllarca Trabzon’da mütevazı bir mezarda yatarken, Topal Osman rejim için bir kahraman olarak görülmeye başlamıştı. Anıt mezarlar yapılmış, sokaklara caddelere ismi verilmiş; her sene hakkında anma merasimleri tertiplenmeye başlanmıştı!

(Vakit gazetesi, 1 Nisan 1923)

Cemal Kutay belki de bu yüzden Nutuk’un tam anlamıyla tarihi yansıtmadığını söylemişti. Zira Nutuk, ki hadiseleri en ince detaylarına kadar anlatırken Ali Şükrü Bey cinayetinden tek cümle bile bahsetmez. 

Biliyorum çok fazla ayrıntı oldu ama dönemin ruh halini, atmosferi ve daha sonra yaşanacakları anlamak için bu dehşetli dönemi iyi bilmek gerekiyor. Kendi kardeşlerini, evlatlarını boğdurtuyor diye padişahlığı yerle bir edenler, birbirlerini boğmaya başlamışlardı!

Devlet Bahçeli Topal Osman’a iade-i itibar ve kahramanlık madalyası verilmesini teklif edeli bir yıl oldu!
Bahçeli’den 30 yıl önce Hasan merzacı, Ali Şükrü Bey cinayetini araştırmak için önerge vermişti. (Milliyet, Milliyek, 2 Mayıs 1992)

Son olarak başka bir isimden daha bahsetmemiz gerekiyor: İsmail Hakkı (Tekçe). 

İsmail Hakkı, Topal Osman’ın rağmına mektepli bir komutandı. Balkan Savaşı’nda bulunmuş, Gelibolu’da savaşmıştır. Çıkan isyanları bastırmada Kazım karabekir ona önemli görevler verince Mustafa Kemal hususi bir telgrafla özel bir muhafız alayı kurmak istediğini bildirip, güvendiği askeri olan Yarbay halit Bey’i ister. Ancak Karabekir bu talebe olumlu cevap vermez çünkü Yarbay Halit’in işleri çok yoğundur. Onun yerine İsmail Hakkı Bey’i yollarlar. 

17 nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal paşa’nın refakat subayı olur. Daha sonra 18 Temmuz 1920 tarihinde, cepheye sevk edilmek üzere gelen erlerden seçilerek dokuz mangalık bir takım oluşturulur ve Büyük Millet Meclisi Muhafız Takımı teşkil edilmiş olur. İsmail Hakkı Bey, anılarında Meclis Muhafız Takımı’nın kurulduğu 18 Temmuz 1920 tarihini hayatının en mutlu günü olduğunu söyler. 

Takım kısa sürede bölüğe, bölük sayısı ise birden üçe çıkarılır. İşte Topal Osman bu takımlardan birinin başıdır. İsmail Hakkı ise hepsinin komutanıdır. 

Bir isimden bahsetmeme daha izin verin. Çünkü tarihçiler çok bahsetmese de aslında Ali Şükrü cinayetinden önce işlenmiş ve cumhuriyet rejiminin ilk siyasi cinayeti ünvarnını almış bir suikaste kurban gitmiş olan Yahya Kahya. Enver Paşa’şa sıkı sıkıya bağlı olan Kahya, rejim tarafından susturulmak istenince bu görev İsmail Hakkı’ya verilir. Bazı kaynaklar cinayeti bizzat İsmail Hakkı’nın işlediğini yazarken, ekseriyet bu görevin Topal Osman’a ihale edildiğini belirtir. 4 kişilik ekip Yahya Kahya’yı katlettikten sonra Ankara’ya döner ve bu kez Ali Şükrü Bey’i katletme vazifesi alırlar. Aslında İsmail Hakkı ile Topal Osman’ın pek farkı yoktur. 

Topal Osman Ali Şükrü Bey cinayetinden dolayı aranırken, Gazi Paşa İsmail Hakkı’ya onu ve bölüğünü yakalama emri verir. Çok şiddetli geçen çatışmalar neticesinde İsmail Hakkı sağ halde ele geçirdiği Topal Osman’ın bıçakla başını gövdesinden ayırır!

Bunu niye yaptığı sorulmazken, enteresan bir şekilde binbaşılığa terfi ettirilir!

Ali Şükrü Bey’in ölümünden sonra Men-i Müskirat Kanunu uygulaması giderek gevşedi. İktidar muhalefetin geçirdiği bu yasayı “şeriat” olarak tanımlıyordu. Aslında akla yatkın, makul teklifler de vardı ama akl-ı selim adeta rafa kaldırılmıştı artık! 1924 yılında çıkarılan bir kararname ile hükümete alkollü içeceklerin imali, ithali ve satışı için tekel izni verilerek bir döneme nokta koyulacaktı. 

Ali Şükrü Beyin katledilmesinden sonra Mecliste Birinci Grup muhaliflerce öyle sıkıştırılıyordu ki, bundan yılan Mustafa Kemal Paşa, 28 Haziran 1923’te meclisi dağıtıp kendi tabiriyle “Kız gibi bir meclis” kurarak, tamamı kendi taraftarlarından teşekkül eden yeni bir meclis meydana getirecekti. (Atatürk için, s53 -sonraki baskıları “Atatürk’le beraber” ismiyle yapıldı-)

Ali Şükrü Bey öldürülmeden çok çok kısa bir süre önce Tan gazetesinde ne yazmıştı biliyor musunuz?

Öğrenmesem asla tahmin edemezdim. Başlığını yazayım: 

“Medreset’üs-Zehra”

Çok enteresan değil mi? Bence de öyle. 

Yazıyı aynen buraya almak durumundayım: 

“Pek mühim ve feyiznâk bir teşebbüs

Van’da muazzam bir Medrese inşâsı içün Büyük Milet Meclisi Riyâset-i Celîlesi’ne 167 imzâ ile bir takrir verilmişdir.

Esâsen Harb-i Umûmî’den evvel bu Medresenin inşâsı içün onyedibin altun tahsis edilmiş, Vâlî Tahsin Bey Efendi’nin ve aşâirin teşebbüs ve himmetleriyle Medrese’nin temelleri atılmışdı. Kürdistân’ın hamiyyetli ve dindâr aşâiri, zekâtlarının bir kısmını da bu Medreseye tahsîs edeceklerini taahhüd etmişlerdi. Eğer Harb-i Umûmî bu feyznâk teşebbüs-i azîme hâil olmasaydı, bu Medrese-i âliyye şimdi bütün şark vilâyetlerimize nurlar, feyzler saçacakdı. Lâkin Harb-i Umûmî maatteessüf her hayırlı teşebbüslere olduğu gibi bu Medresenin inşâsına da mâni‘ olmuş ve Kürdistân’ı böyle bir müessese-i irfândan mahrum bırakmışdır.

O zaman Medresetü’z-Zehrâ’nın te’sîsinde en mühim âmil olan Kürdistân ulemâ-yi benâmından Bedîüzzamân Sa‘îd Efendi Hazretleriydi. Müşârü’n-ileyh Mısır’daki (Câmiü’l-Ezher)’e bir nazîre olmak üzere Kürdistân’da bir (Medresetü’z-Zehrâ) te’sîsini gāye-i emel edinmişlerdi. Ve bu gāye-i ulviyyenin tahakkuku içün o havâlîdeki bütün aşâirle görüşmüş, onların muâvenet ve müzâheretlerini de te’mîne muvaffak olmuşdu. O sırada Van’da vâlî bulunan Tahsin Bey Efendi de bu hususda müşârü’n-ileyh Sa‘îd Efendi ile berâber pek çok çalışmışlardı.

Şimdi Ankara’da bulunan müşârü’n-ileyh Sa‘îd Efendi, Kürdistân’ın böyle bir müessese-i irfâna olan ihtyâc-ı şedîdini meb’ûslara arz ve îzâh etmiş ve bunun üzerine ba‘zı meb’ûs arkadaşlarımızın delâletiyle 167 zât takrîre vaz‘-ı imzâ ederek Riyâset-i Celîle’ye takdim etmişlerdir. Hiç şübhe yokdur ki, bu emr-i azîmin husûlüne bütün meb’ûslar müzâheret edeceklerdir.

Kürdistân’da böyle bir müessese-i âliyyenin te’sîs ve küşâdı her nokta-i nazardan gāyet mühim ve fâidelidir.     

Zîrâ bu gün o havâlî dünden ziyâde ehemmiyyet kesb eylemişdir. Bir tarafdan dâhildeki cehâlet düşmanı, diğer tarafdan etrâftaki hâricî düşmanlar  alabildiğine o güzel memleketlerimizi ezip yutmak istiyor. Bunlara karşı mukāvemet edecek ancak ilm ü irfândır, seceyâ-ı âliyye-i Dîniyyemizin tenemmüv ve tarsînidir. Bunların te’mîni ise böyle bir müessese-i âliyyenin vücûduna mütevakkıfdır. 

Muhterem Kürd kardeşlerimizin yüzlerini cenuba çevirmek içün bin türlü hiylelere teşebbüs eden İngilizler emîn olsunlar ki, asîl ve dindâr Kürdler hiçbir zaman İngilizler’in bu tuzaklarına düşmeyecekler, Şarkın kapusunda her türlü hıyle ve fesadlara karşı koyacak böyle bir din ve irfân kal’ası vücûda getirecekler ve ilel-ebed Türk kardeşleriyle bir bünyân-ı marsûs hâlinde birlikde yaşayacaklardır.

İnşâallah bu Medresenin küşâdıyle az zaman sonra Van Gölü  havzası mühim bir merkez-i dîn ve irfân olacakdır. Zîrâ Medresetü’-z-Zehrâ’nın temelleri Van Gölü kenârında (Argıt) denilen öyle güzel bir mahalde atılmışdır ki, bu mevqiin savâhilinde bulunan birçok kasabalarla münâsebeti vardır. Bu sâyede Medresetüzzehrâ bütün o kasabalara ilm ve ifân nurları saçacak, çok geçmeksizin Van Denizi bir bahr-i irfân olacakdır. Böyle bir müessese-i âliyyenin te’sîs ve küşâdı içün Büyük Millet Meclisi a‘zâ-yi kirâmının gösterdiği tehâlük cidden şâyân-ı şükrândır. Hem-ân Allah muvaffakıyyetler buyursun.” (Tan gazetesi, 28.2.1339/1923)

Muhafız Alayı komutanı ve Kılıç Ali Paşa,, gazetelere çarşaf çarşaf kendi hikayelerini anlatmışlardı.

Ali Şükrü Bey hadisesine ne kadar bu kadar hacim ayırdığımızı anlıyorsunuz eminim. 

Şimdi dönüp şu satırları tekrar okuyalım: 

“1338’de (1922) Bundan on iki sene evvel Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunana galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zendaka fikri içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah! dedim. Bu ejderha imanın erkânına ilişecek. O vakit şu ayet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve Vahdaniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zendakanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir bürhanı Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da Yenigün matbaasında tab’ ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar nâdir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan te’sirini göstermedi. Maatteessüf o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu…” (Lem’alar, s292)

Tüm bunlar olurken Bediüzzaman kendi düşünce ve projelerinin Mecliste bir karşılığı olmadığını, hükümetin hiçbir zaman böyle bir derdinin olmayacağını artık anlamıştı. 

Ali Şükrü Bey cinayeti onu tedirgin etmiş, hemen sonrasında başlayan cadı avının kendisine kadar ulaşmasından endişe etmekteydi. Çünkü muhalifler birer birer elimine ediliyordu. 

İki büyük harpten çıkan ülke, onları çıkaranların meclisinin birbirini katlettiğinin farkında bile değildi. 

Meclis aşılanırken kendisi de aşı olan Bediüzzaman kısa süre sonra fenalaşmaya başlamıştı. Tifo aşısının yan etkilerinin bu kadar büyük olmaması gerekiyordu ama aklına ilk anda zehirlenmek gelmemişti. Olaylar birbiri ardına patlak verince öyle bir ihtimal zihninde belirmişti. 

Acaba kendisine yüksek dozda aşı kasıtlı olarak mı yapılmıştı? Yoksa zaten naif ve bitap düşmüş bedeni basit bir aşıya bile dayanamamış mıydı?

Şurası kesin, zehirlenmiş olsun ya da olmasın, aradan süre geçtikçe nur talebeleri üstadın zehirlendiği konusunda artık kesinlik derecesinde emindiler. Çünkü, Risale-i Nur’un yazım sürecinde de benzer teşebbüsler yaşanacaktı!

Mesela Abdulkadir Badıllı “Ancak zehir hadisesi kat’idir, şüphesizdir” der. (MTH, s559)

Ben o kadar emin değilim açıkçası. 

Birincisi o hengamede kimsenin “Şu Bediüzzaman’a aşı niyetine zehir enjekte edeyim” diyecek kadar düşman olduğunu düşünmüyorum. 

İkincisi, Tifo aşısı henüz bulunmuştu ve ihtimal ki, doz olayında şaşırma mümkün olabilirdi. 

Badıllı Ağabey başta olmak üzere Nur talebeleri zehirlenme sebebine öylesine bir izah getiriyorlar ki, okurken içimden “paranoyanın bu kadarına pes!” dedim. 

Meclis birbirini yerken, Hz. Bediüzzaman Gazi Paşa ile kafa kafaya tokuşmuş, Ali Şükrü Bey cinayeti ile tedirgin olmuşken Badıllı ağabey durumu nasıl tasvir ediyor bakalım: 

“Ankara’da cereyan eden şu zehirlendirme hadisesinde de herhalde Bediüzzaman’ın namaz ve ibadet hakkındaki beyannamesinin neşrinden sonra, gerek Meclis’te ve çevresinde gözle görülen büyük İslâmî inkişaf ve teveccühler ve dine karşı incizab ve alâka.. ve gerekse Bediüzzaman’ın sohbetleri neticesinde Ankara ve çevresinde müşahede edilen dine karşı uyanış ve intibah; onun eski düşmanları ve onların vârislerinin hiç de işlerine gelmedi. Belki de onları telâşa düşürttü. Bunun üzerine bir plân düşündüler. Meclis’te görülen bazı tifo belirtileriyle başlıyan aşı, herkese yapıldı. Bu ara da Bediüzzaman’a yapılacak aşının müessir bir zehirden hazırlanmasını plânladılar. Böylece herkes aşılandı. Tabiî Bediüzzaman’a da ma’hud zehir zerk edildi. O zamanki aşılar göğse tatbik edilmekteydi. Bediüzzaman’ın aşısı da kalbinin üzerine sol memesinin altına yapıldı. Lâkin hıfz-ı İlâhi ve muhafaza-i Kur’aniye ile o şiddetli zehir tesir etmedi.” (s560)

Hazreti Bediüzzaman’ın hayatına “ilk zehirlenmesi” olarak geçirilen bu hadisenin tam olarak anlatıldığı gibi olmadığını düşünmekteyim. 

Bunun için başka bir delilim daha var. Zehirlenemeye ispat olarak gösterilen yumru. Aslında hemen her aşı sonrasında olabilen bedensel bir reaksiyondur. Ama Nur talebeleri ısrar bu şişliğin zehir olduğunu ve kalbe gitmen ilahi bir hikmet sonucu orada durduğunu, bir süre sonra çıban gibi patlayıp yok olduğunu söylüyorlar. 

İnanıp inanmamakta özgürsünüz elbette!

Ankara bahsini kapatmak üzereyiz. 

Sinemada Ters Ninja Teorisi diye bir şey vardır ve şöyledir: bir filmde birden fazla kötü varsa, en büyük kötü en sona kalır ve en büyük kötülüğü yapar!

Bediüzzaman/Atatürk çatışmasının son raunduna özel bir bölüm ayırmak istediğim için şimdilik bitiriyorum. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version