Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türkiye’nin kalbi Ankara!

Türkiye’nin kalbi Ankara!


Bediüzzaman Ankara’da (9)

“Eğer dünya tek devlet olsaydı başkenti İstanbul olurdu.”
Napolyon

“Kitaplarımızı kandil gecelerinin sebil suları gibi
bedava dağıtsak bile okuyan yok.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar

Epeyce uzun (her zamanki gibi) bol sanat, ille de sinema, edebiyat ve insan odaklı hikayeleri içeren bir yazıyı okumaya hazırsanız başlayalım.

Devlet-i Aliye’de 18. Asırda başlayan reform hareketleri iki önemli savaş yaşanana kadar ya sekteye uğramış ya da büyük hayal kırıklığı yaşamıştı. Hassas bir gözle bakıldığında bu başarısızlıklar “Din terakkiye manidir” dar düşüncesine hapsedilmiş ve modern olmanın dinden uzaklaşmakla mümkün olabileceği gibi yanlış bir zehaba kapılmış devlet aklından bahsedeceğiz.

Batının dinden uzak yapısının neticesinde ortaya çıkan kurumlar Osmanlıya uyarlandığında temel problem bu yeni kurumların dinle çatışması olmuştu.

Gereksiz ama 100 yıllık bir tartışmadır Mustafa Kemal Atatürk’ün dindarlığı ve İslam ile ilişkisi meselesi.

Ülke hemen her konuda olduğu gibi bu mevzuda da karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş durumda. Ve sahih bir gözle baktığımızda her iki tarafın da abartılar ile melek ve şeytan arasında salınıp durduğunu görüyoruz.

Bir yanda, “…Biz içine girdiğimiz dinin en çok isabetli ve olgun olduğunu biliyoruz. Ve imanımız vardır. Fakat bu inanışı nurlandırmak lazım, temizlendirmek, güzelleştirmek lazımdır ki hakikaten kuvvetli olabilsin.” (Atatürk ve Din, s124), “Milletimiz, dil ve din gibi iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.” (Atatürkçülük, c1, s457), “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Bilince aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor. Halbuki Türkiye`ye bağımsızlığını veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, bâtıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu konuda yeterli bilgisi olmayanlar, bu âcizler sırası gelince, aydınlanacaklardır. Onlar ışığa yaklaşamazlarsa, kendilerini yitirmiş ve mahkûm etmişler demektir; onları kurtaracağız.” (Söylev ve Demeçler, c3, s70)

Diğer yanda ise, “Türk, soydan gelme Müslüman değildir; çobanlar sadece güneşi, bulutları ve yıldızları tanır; yeryüzündeki bütün köylüler aynısını bilir, çünkü mahsul havaya bağlıdır. Türk, tabiattan başka hiçbir şeyi kutsal tanımaz.” “Türkiye’yi, böyle yanlış yollarda çökme ve yok olma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtarmak lâzımdır. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır. O gerçek şudur: Türkiye’nin düşünen kafalarını yepyeni bir imanla donatmak.” (Nutuk, s314)

Görüldüğü üzere bağlamından kopardığınız anda Atatürk’ü -haşa- peygamberi aşan bir kutsallıkla bezemek de mümkündür, yine -haşa- şeytandan daha sefil biriymiş gibi göstermek de.

Oysa hakikat tektir. Bu sebeple birazdan okuyacaklarınızı sabırla okumanızı rica ediyorum.

Ve şu çok önemli vurguyu da unutmayalım: Bahsi geçen olaylar kimseyi hakir görmek, aşağılamak, yüceltmek ya da şeytanlaştırmak amacıyla aktarılmıyor. Hatta tam tersi bize, bizlere, sizlere son derece zıt ve rahatsız edici gibi gelen söz ve davranışları da bağlamıyla ele alarak anlamaya çabalıyoruz.

Yoksa hep belirttiğimiz gibi, Rahmeti sonsuzun huzuruna gitmiş hiç kimseyi yargılamak bizim haddimiz değildir.

Devam ediyoruz…

Şevket Süreyya (Aydemir) genç yaşta Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katılır. Doğu cephesindedir. Makineli bölüğünde askerleri eğitmektedir. Ondan okuyoruz:

“O vakit (bölüğümde) İstanbullu bir çavuştan başka okuma yazma bilen yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.  Askerlere sordum:

-Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?

Hep birden:

-Elhamdü-l-illâh Müslümanız.

diye cevap vereceklerini sanıyordum.

Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı.

Kimisi ’İmam-ı âzam dinindeniz’ dedi. Kimisi ’Hazreti Ali dinindeniz’ dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi.

-Peygamberimiz kimdir? deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:

— Peygamberimiz Enver Paşadır! dedi. İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da:

— Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü?

Deyince iç gene çatallaştı.

Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu. “Peygamberimiz sağdır” diyenlere:

— O halde peygamberimiz hangi şehirde oturur? diye sordum.

Cevaplar tekrar karıştı.

Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu. Peygamber ölmüştür diyenlere de:

— Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü? denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar.

Yüz sene evvel, beş yüz sene evvel, bin sene evvel diye gelişi güzel cevaplar verenler oluyordu.

Fakat çoğu, vakit tayin edemiyorlardı.

Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi.

Fakat ezan okumayı bilen yoktu.

Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat, onların da hiçbiri namaz surelerini yanlışsız okuyamadı.

Daha garibi niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.

Sonra: Köyünde cami olanlar ayağa kalksın, dedim.

Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda, âdet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından Kur’an ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.” (Suyu Arayan Adam, s112,113)

Duruma çok şaşırdığını yazar Şevket Süreyya, şu kanaate varıyor: “Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.”

Bir sonraki dersinde bu kez askerlerini millet konusunda sorulara muhatap ettiğini ve nihayetinde halkın kendi dininden ve milliyetinden haberdar olmadığı kanaatine varıyor.

Problemi doğru tespit edip, çözümü ıskalayanlardan sadece biridir Şevket Süreyya Aydemir.

İşte tam da bu yüzden Bediüzzaman, üniversite, eğitim diye ortalığı birbirine katıyordu. Bir halk cahilleştirile cahilleştirile kendi değerlerini bilemez duruma gelmişti. Ve cahilleştirilmiş bir toplumu yönetmek en kolayıydı!

Şemsettin Günaltay’ı illa ki duymuşsunuzdur. Bir çoğunuza enteresan bile gelebilir ama Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Başbakanı’dır. Tarihçidir ve eski Tarih Kurumu başkanıdır da.

Şevket Süreyya tam da bu sırada eline geçen bir kitaptan bahseder. Şemsettin Günaltay’ın “Hurufattan Hakikate” isimli çalışması.

1914 yılında Dârulfünûn Edebiyat Fakültesi’nde Türk Tarihi ve İslâm Kavimleri Tarihi Müderrisi (Profesör) olması, aynı dönemde Süleymaniye Medresesinde dinler tarihi ve İslâm felsefesi dersleri veren bir süre sonra İlahiyat Fakültesi dekanlığına getirilen rahmetli Günaltay, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilahiyatçı olan tek Başbakanı özelliğine sahipti. Aslında lisans eğitimi fen üzerineydi ve iyi derecede Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu.

İlk kitabı da fen üzerineydi: Fennin En Son Keşfiyatından Telsiz Telgraf. Esir. Mevcat-ı Esiriye. Röntgen. Radyum İyotlar. Elektronlar. (1913)

1917 yılında ise ilahiyat alanına yönelmiş ve arka arkada din ve felsefe, dinler tarihi içerikli eserler telif etmişti.

Günaltay’ın enteresan bir yönü vardı, neredeyse tüm kitaplarını bir ortak yazar(lar) ile beraber yazıyordu. Nitekim Nurettin Artam, Nurettin Sevin ile birlikte kaleme aldıkları (En azından üç yazar imzalıydı bu kitap) Müslüman Çocuğunun Kitabı (Ankara 1948) gibi korkunç derecede yanlışlıkları İslam’a mal eden ve bu sebeple neredeyse insan içine çıkılmayacak derecede ağır eleştirilere muhatap olacak eserleri vardı.

Günaltay ile ilgili mesele sadece dini konular ve yazdığı kitaplarla sınırlı olsa yine bir nebze görmezden gelinebilirdi. Ancak, 23 Mart 1950 tarihli kanunun çıkarılması, seçim mevzuatının değiştirilerek tek parti devrinin kapanmasını sağlayan gizli oy-açık tasnife dayalı tek dereceli seçim sisteminin getirilmesi gibi önemli düzenlemeler de onun başbakanlığı zamanında gerçekleştirildi. Keza yıllar yılı inançlı kesimin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan meşhur TCK 163 yine onun döneminin eseriydi!

Günaltay dönemin popüler dergisi Sebilürreşad’ta yazıyordu. Ve bahse konu kitabı (Hurufattan Hakikate) dergideki bazı yazılarının toplanmasından ibaretti. Kitap ayrıca İslamiyet’in terakkiye engel olmadığı görüşünü savunuyor ve Hz. Peygamber dönemiyle günümüz Müslümanları (o günün) arasındaki çarpıcı farklılıkları ortaya koyuyordu.

Bir sonraki kitabı ise bu meseleyi ne kadar ciddiye alıp, ilgi alanını genişlettiğinin ispatı gibiydi: Tarih-i Edyan. Yani Dinler Tarihi. Animizmden fetişizme, totemizmden hinduizme, budizmden taoizme kadar geniş bir alanı kapsayan popüler ansiklopedik bir çalışmaydı.

Esas sıkıntılı kitabı ise 1924 yılında yayınlanan Maziden Atiye isimli çalışmasıydı. Bu kitap adeta dönemin hükümetin resmî ideolojisi için kaleme alınmıştı. Kitabın her sayfasında Ziya Gökalp’in ayak sesleri işitiliyor ve kurtuluşun Türkleşmeden geçtiğini savunuyordu.

Şevket Süreyya gibi dönemin entelektüellerinin temel dini bilgi kaynakları ise bunlardı şüphesiz.

Aydemir, bu bahsi kapatırken o dönem vatanı ve imanı için savaştığını düşünen (Cahil) halka acımakla-yadırgamak arasında gidip geldiğini yazacaktı. (s115)

“Cumhuriyetin ilanın ilk zamanlarından itibaren Cumhuriyeti kuran kadrolar artık dinin işlevinin bittiğini tasfiye edilmesi gerektiği yönünde uzlaşıp çalışmalara başladılar.” Fikri çok iddialı bir önermedir. Ancak din ile ilgili yapılan inkılap (devrim)lara baktığımızda da şu tabloyu görmek zorundayız:

– Hilafetin kaldırılması (1924)

– Şer-i mahkemelerin kaldırılması (1924)

– Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması (1924)

– Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1925)

– Şapka kanunu (1925)

– Tekke ve zaviyelerin kapatılması (1925)

– Hafta tatilinin Cuma gününden pazara alınması (1925)

– Takvim değişikliği (1926)

– Rakamların kabulü (1926)

– Latin harflerinin kabulü (1928)

– Anayasadan “devletin dini İslam’dır” ibaresinin çıkarılması (1928)

– Arapça ezanın yerine Türkçe Ezan okunmasını getiren yasa (1935)

Görüldüğü üzere ne kadar iyi niyetle bakılırsa bakılsın tedrici olarak İslam’dan uzaklaşılma politikası güdüldüğü açıktır.

Sakın bu inkılapları körü körüne eleştirdiğimiz düşünülmesin. Anlatmak istediklerimiz bunları desteklemek ya da karşı olmak değil, meseleye bütüncül bakıldığında ortaya çıkan tablodur. Moda tabirle büyük resim böyledir.

Mehmed Akif ve Elmalılı Hamdi (Yazır) ile Diyanet adına Ahmed Hamdi (Akseki) arasında yapılan meal ve tefsir yazılması hususundaki sözleşme, ki sadece bu olay başlı başına bir kitap konusudur. (26 Ekim 1925)

Bir toplum sanatla yıkılır, sanatla inşa edilir!

Bahsi geçen siyasi atmosferi anlamak için sadece politik hayata bakmaya bile gerek yoktur. Sözgelimi Türk edebiyatı, sineması yani genel anlamda sanatına baktığımızda da yapılan tercihlerin bariz göstergelerini görmek mümkündür.

Şunları okuyalım önce:

“Fettah Efendi birdenbire kısık sesinin en ateşli ve gayzlı kuvvetiyle bağırıyordu: Görüyor musunuz? Erkeklerin içinde yüzü gözü açık namahremler Müslümanların kalbini fesada vermek için şarkı söyleyerek dolaşıyorlar. Bunlar, bunlar mel’undur, bunların eline çocuklarınız teslim etmeyiniz, eğer bir gün yalnız içimize Yunan girdiğini değil, başımıza taş yağdığını görmek istemiyorsanız, bu karıların üstleri başlarıyla beraber kendilerini de parçalayınız, yoksa Cenab-ı Hakk’ın bütün gazapları üzerimizden eksik olmayacaktır.” (Halide Edip, Vurun Kahpeye, s13)

“Mükerrem de benim gibi ate’dir. Şu farkla ki ben, aşağı yukarı kendimi bildim bileli öyleyim. Hemen hiç din terbiyesi görmedim. İlk gençliğimde dünya benim için öyle doluydu ki, gökyüzünde bir başka hayat düşünmek ihtiyacını duymadım, tabii bir zaruret gibi gördüm. Mükerrem, çocukken kuvvetli bir din terbiyesi almıştır. Sonra, on beşle yirmi arasında onda bir şüphe hastalığı başlamış; isyanlar, gözyaşları içinde senelerce devam eden bu hastalığı hiçbir şey durduramamış; neticede çocukluğunun muhteşem masalı kat kat gökleri, cennet, cehennemleri, melek ve peygamberleriyle çöküp gitmiştir. Bizim neslin birçok çocuklarının müşterek hikâyesi…” (Reşat Nuri, Gökyüzü, s46)

“Sarıklılar, hendekten çıkıp onlara doğru geliyorlar. Murat Bey, ümitsiz bir tavırla: “Eyvah, yakalandık;” dedi. “Artık, Meclis’te dillerinden çekmeyeceğim kalmayacaktır.”

Ve sesini daha ziyade yavaşlatarak mırıldandı: “Hanımefendi, bunlar, bizim Meclisin en koyu mutaassıplarındandır. İntihap dairelerinde [seçim bölgelerinde] de öyle bir nüfuzları vardır ki, kimse ses çıkaramıyor, adeta herkese terör yapıyorlar.” (Yakup Kadri, Ankara, s42)

Karabekir anlatıyor:

“Yazımızın fena olduğundan Latin harflerini almak cereyanı, bugünlerde dilimizin fena olduğundan bir Avrupa lisanı alalım budalalığına kadar ilerledi. Bir dârü’l-fünun müderrisi bu fikri ortaya atmış. Sabık Dârü’l-fünun Emini İsmail Hakkı Bey alaturka musikiyi batırırken sünnete Yahudi ananesi diyerek hakikati gösteriyordu! Müderris Köprülü Fuad Bey Latin harfleri aleyhinde konferans vermiş. Vakit ’in Seyyah muharriri güzel bir makale yazmış.” (Karabekir Günlükleri, s830)

Taksim 1938

Osmanlı devletinde merkezi bir anlayışla yönlendirilen müzik, Cumhuriyet’in ilanından sonra oldukça çalkantılı bir dönem geçirmeye başlamıştı. 100 yıllık bir geçmişi olan saray orkestra ve bandosu (Mızıka-i Hümayun), 1924’te Ankara’ya aktarılıp, Riyaseti Reisicumhur Musiki Heyeti’ne (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) dönüştürülmüştü.

Bu orkestranın üyelerinden bir bölümüne öğretmenlik görevi verildi ve Eylül 1924’de Musiki Muallim Mektebi (Müzik Öğretmen Okulu) açıldı. Musiki Muallim Mekteplerinin amacı sanatçıdan çok, orta öğretim için öğretmen yetiştirmekti.

28 Şubat’ın en cafcaflı zamanlarıydı. Toplum her zamankinden daha fazla kutuplaştırılmış, özellikle elit laik kesimin tepeden baskısı can yakıyordu. Tam bu esnada Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın bir konserinde, Beethowen’in 9. senfonisini dinledikten sonra ayağa kalkmış ve “işte modern Türkiye Cumhuriyeti” demişti. Salonda bulunanlar da bu beyanı çılgınca alkışlamışlardı.

Devlet, ilkini 1925’te açtığı yarışmalar sonucunda başarılı olanları Paris, Berlin, Budapeşte ve Prag gibi kentlere öğrenim için gönderdi.

1917’de kurulmuş olan Doğu Musikisi Bölümü’nün adı 1926 sonlarında İstanbul Belediye Konservatuarı olarak değiştirildi. Burada öğrencilere viyolonsel, keman, gibi Batı enstrümanlarının eğitimi verilmeye başlandı.

Yeni Cumhuriyet sadece geçmişinden utanmıyor, onu şiddetle reddediyor ve yerine başka bir şeyler koymayı amaçlıyordu.

Sinema ve tiyatroda da durum çok farklı değildi.

Dönemin edebiyat ve oyun yazarları da esen milliyetçilik ve batıcılık rüzgarının etkisinde kalmışlardı. Bunların arasında şaşırtıcı bir isme de rastlıyoruz!

Özellikle 1933’e kadar Türk yurdunu, Türk ulusunu sevmek biçiminde gelişen ülkücülük de oyunlara konu olmuş, yazarlar bu duyguları aşılamak için kimi zaman efsanelere, kimi zamanda masallara yönelmişlerdi. Bu oyunlardan Faruk Nafiz‘in manzum olarak yazdığı Akın, Türklerdeki her şeyden üstün olan yurt sevgisini verirken, Özyurt Türk’lerinin adaletini, sanat sevgisini, yerleştikleri yerleri bayındır bir duruma getirmek için gösterdikleri çabaları ortaya koymaya çalışıyordu.

Yaşar Nabi‘nin Mete; Behçet Kemal‘in Çoban ve Atilla; Necip Fazıl‘ın Sabır Taşı adlı oyunları Türklerin erdemleri ve uygarlığını yansıtmak amacını taşırlar. Kardeş kavgaları yüzünden yıkılan Osmanlı İmparatorluğunun acıklı durumu Yaşar Nabi‘nin İnkılap Çocukları‘nda ele alınırken hareket noktası Anadolu olmak üzere Türk gücünün övülüşünü de Necip Fazıl‘ın Tohum; Faruk Nafiz‘in manzum olarak yazdığı Kahraman adlı oyununda bulmak mümkündü!

Bu yılların yazarları arasında Selahattin Batu, mitolojiye ve masala yönelişiyle dikkati çekerken Güzel Helena, Oğuzata, Kerem ile Aslı onun mitolojiden yararlanarak yazdığı oyunlar. Hakkını teslim etmek gerekiyor; bu oyunlarda daha çok evrensel değerler üzerinde durulur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’da bir film çekimi…

Ve sinema…

Sinema keşiş zamanı itibarıyla belki de en bahtsız sanatların başında sayılabilir. Çünkü sinema diğer sanatlar gibi basit ve lineer şeylere ihtiyaç duymaz. Komplike ve pahalı bir sanattır. Söz gelimi bir kalem ve kağıdınız olduğunda, isterseniz şair, isterseniz yazar, isterseniz ressam olabilirsiniz. Ya da herhangi bir enstrüman hatta ıslıkla müzik besteleyebilirsiniz. Ancak sinema bu sanatların hepsini içine alan teknolojiye de ihtiyaç duyan bir keşif sanattır. (Biliyorum biraz karmaşık oldu ama evet, sinema hem teknolojik keşif hem de sanattır. Fotoğraf gibi)

Esasen keşfinden sonra Osmanlı topraklarına gelmesi hiç de uzun sürmemiştir. Matbaa, demiryolu ve diğer pek çok şeyi kendi ülkesine getirmekte epey ihmalkar davranan Osmanlı nedense sinema konusunda inanılmaz entelektüel bir resmi bakışa sahiptir.

Bu sebeple 1895 Paris Grand Cafe’deki ilk gösterimin üzerinden çok çok kısa bir süre sonra önce Yıldız Sarayı’nda, ardından Galatasaray’daki Sponeck Birahanesi’nde film gösterileri başlamıştır. 1895 Aralık ayı, 1896 Haziran ayı. Aradan henüz yarım yıl bile geçmeden gelmiştir Osmanlı topraklarına. Harbiye Nazırı Enver Paşa bizzat yeğenini (Faruk Kenç) sinema eğitimi için Almanya’ya yollar. Bu genç ülkeye döndükten sonra Cumhuriyet döneminin ruhuna uygun köy filmleri çeker. Ancak esas en büyük işi Atatürk’ün cenaze merasimi çekimleridir.

Belirttiğimiz gibi başta elektrik, sinematograf gibi önemli teknolojik ihtiyaçları olan sinemanın ilk hedef kitlesi büyük kentler ve bu kentlerin modern kesimleri olmuştur.

Toprağı bol olsun (can dostum) Giovanni Scognamillo meşhur kitabı Cadde-i Kebir’de Sinema’da bu dönemi güzel anlatır. Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi’nin o dönemki ismidir. Beyoğlu ise Pera olarak bilinir malum.

Ardından patlayan Cihan Harbi bu önemli sanatı askerlerin eline adeta bir silaha dönüştürür. Bu sanatla uğraşan kişiler askere alınırlar, sinemacısı olmayan ordu ise kendi subaylarına bunu öğretir.

Derken ideolojiler mevcut rejimleri yerle bir ederken sinemayı yanlarına alırlar ve ideolojik sinema zirve olmasa da epey popülerleşir. Derken 2. Dünya savaşında bu sanat gözlerini kan bürümüşlerin elinde oyuncak olur. Mussolini bizzat damadını Cinecitta’nın başına getirtir. Hitler ve Goebbels bu sanata büyük önem verir ve geliştirir. Lenin, 20 bine yakın seyyar sinema salonu oluşturur.

Sinema dönemin en önemli keşfidir ve adeta bir salgın gibi tüm dünyayı kısa sürede kuşatır.

İlk yerleşik sinema ise Tepebaşı’nda açılan Pathe Sineması’ydı. Bunu Beyoğlu’nda Eclair, (Ekleyr) Oriental,(oryantal) Central,(Sentral) Orientaux, (oryantoks) Gaumont, (Goumo) Lion (Liyon) ve Magic (Mejik) gibi salonlar izledi. Sigmund Weinberg tarafından işletilen Pathe(Pate) daha sonraki yıllarda değişik semtlerde aynı isimle açıldı. En uzun ömürlü salonlar olan Alkazar, Elektra, gibi salonlar ise yine Beyoğlu civarında izleyicilerini ağırladı.

O tarihe kadar Şehzadebaşı’nda Feyziye Kıraathanesi’nde Katip Salih’in Karagöz-Hacivat oyunlarıyla halkı eğlendiren Murat ve Cevat Boyer Kardeşler, bu yeni icadın bir iki gösteriminden sonra kıraathanelerini sinema salonu haline getirip ismini Milli Sinema koyduklarında tarih 19 mart 1914’ü gösteriyordu.

Bu salon ilk Türk sinema salonu olma özelliğini taşır. Ardından, İstanbul Sultanisi’nde film gösterileri düzenleyen Şakir Seden’le Fuat Uzkınay, Sirkeci’de lokantacılık yapan Ali Efendi’yi (Öztuna) ikna ederek ikinci Türk sinema salonunun açılmasını sağlarlar. Ve sinemaya Ali Efendi adı verilir. Çünkü Ali Efendi, bu kuruluşun asıl büyük hissedarı olup, Şakir ve Kemal Seden kardeşlerin de amcalarıydı.

Kısa sürede sosyete aktivitesinden çıkıp, halk eğlencesine dönüşen film gösterileri için hızla salonlar açılmaya başlanmıştı. Atatürk ve Bediüzzaman’ın sinemaya olan ilgisi tam da bu döneme denk gelir. Mustafa Kemal Ankara ve İzmir’de, Said Nursi ise İstanbul’da sıkı denilebilecek seviyede bir sinema izleyicisi olmuştur. (Hatta dönemin şartlarında Sinefil bile diyebiliriz) ülkemize gelen (yolda) 10-15 filmin en az 3-4 tanesini izliyorlardı.

İlk sinemaların çoğu eski tiyatro binalarında açılıyordu. Sinema salonu olarak inşa edilen ilk binalar ise Taksim’deki Majik, Beyoğlu’ndaki Etual, Elektra, Sine Palas ve Elhamra ile Kadıköy’deki Süreyya sinemalarıydı. İlk sinemaları yalnız erkeklere mahsustu. Sonra kadınlar matinesi yapılmaya başlandı. Daha sonra ise salonlar perdeye doğru perde yahut ahşap paravanlarla dikey olarak ikiye bölünüp haremlik-selamlık uygulamasına geçilmişti. Askeri Müze Sineması’nda ise bu durum biraz farklı uygulanıyordu; ön tarafta erkekler, arka sıralarda hanımlar, arada ise ahşap parmaklıklar vardı. Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar süren bu uygulama Atatürk’ün emri ile kaldırıldı.

Sinema tarihçileri Türk Sinemasını evrelere ayırırken -erken dönem hariç-  şu başlıkları kullanır:

1- İlk (Erken) Dönem (1910-1922)

2- Tiyatrocular Dönemi (1922-1939)

3- Geçiş Dönemi (1939-1950)

4- Sinemacılar Dönemi (1950-1970)

5- Genç/Yeni Sinemacılar Dönemi (1970 ve sonrası)

Bu tasnifi yapan Nijat Özön ve Alim Şerif Onaran yaşadıkları dönem itibarıyla yaptıkları için, daha sonra tasnifi devam eden Sezer Tansuğ darbeden iki yıl sonrasını (1982) başka bir evre olarak tanımlar ve ismine “Sinemasal anlatım dönemi” demiştir ki kanaatimce bu son derece naif bir isimlendirmedir ve hakikati tam olarak ifade etmemektedir. Neyse ana konumuz bu değil.

İlk dönem filmleri de cumhuriyetin kurucu idaresinin düşünce yapısını bize gösterir.

Burada çok uzatmak istemediğim için kısa geçeceğin ama şu anda bütün kaynaklarda ilk Türk filmi olarak geçen Fuat Uzkınay’ın “Ayastefanos Rus Abidesi’nin yıkılışı” çok tirajik bir öyküye sahip bir balondur. Çünkü böyle bir film yoktur. Uzkınay ya korkudan ya heyecandan makaraya film koymayı unutmuş ama bunu kimseye söyleyemediği için böyle bir film çekememiştir. Yönetmeni dahil böyle bir filmi izleyen bir kişiye bile rastlanmamasının sebebi de budur.

İlk filmi çeken kurum doğal olarak Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ydi ve Pençe ve Casus gibi yeni rejimin kültürel kodlarını veren eserler meydana getirdiler.

Senaryosunu ve yönetmenliğini Sedat Simavi’nin üstlendiği filmde şehvet düşkünü isterik bir kadınla ilişki kuran Pertev ve evli bir kadın uğruna yuvasını unutan, arkadaşı Vasfi’nin öyküsü anlatılmaktaydı. Yine Simavi’nin eseri olan Casus ise ismiyle müsemmaydı. Ardı ardına çekilen filmlerin çoğu benzer içerikteydi: Himmet Ağanın izdivacı, Leblebici Horhor Ağa, Nur Baba vs…

Öte yandan yeni kurulan cumhuriyet rejimi de kendi ideolojisine uygun filmler üretmek istiyordu. Ve yaptı da.

1932 yılında Kemal Paşa’nın emriyle çekilen Ankara: Türkiye’nin Kalbi isimli film Rus propagandası içeriyor diye ağır eleştirilere sebep olmuştu.

1932 yılında cumhuriyetin 10. Yılı münasebetiyle Atatürk’ün emriyle Rus yönetmen Sergey Yutkeviç Ankara’ya davet edildi ve “Ankara Türkiye’dir” isimli bir proje yapması istendi. Ortaya çıkan film hayal kırıklığı olsa da yeni Cumhuriyetin hassasiyetlerini ön plana çıkarıyordu. (Şuradan izleyebilirsiniz)

O kadar ki orijinali 134 dakika olan film bizzat hükümet tarafından kırpıla kırpıla 56 dakikaya indirilmişti!

Ve bilinen örnekler:

– 1923, Ateşten Gömlek (Muhsin Ertuğrul, Kemal Film)

– 1928, Ankara Postası (Muhsin Ertuğrul, İpek Film)

– 1932, Bir Millet Uyanıyor (Muhsin Ertuğrul, İpek Film)

Bu kısmı şunun için ele alıyoruz; temelleri yeni atılan cumhuriyette TBMM bir yandan harıl harıl çalışıp yeni düzenin temel sütunlarını yerleştirirken, Ankara medyası haber ve yorumlarıyla, batı hayranı entelijansiyası romanı, hikayesi, tiyatrosu ve filmleriyle bu yeni rejimi muhkemleştiriyordu.

Thomas Madden 2014 yılında yazdığı “”İstanbul: Dünyanın Kavşağında Majesteler Şehri” (Istanbul: City of Majesty at the Crossroads of the World” isimli kitabında şu sözü Napolyon Bonapart’a atfeder:

“Eğer dünya tek devlet olsaydı başkenti İstanbul olurdu.” (If the Earth were a single state, Istanbul would be its capital.)

Sivas Kongresi’nden akabinde, Mustafa Kemal yönetimindeki Heyet-i Temsiliye, öncelikle Anadolu’da idareyi fiilen ele almıştı. 30 Eylül’de Osmanlı hükûmeti, Heyet-i Temsiliye’nin talebi doğrultusunda, Mebusan Meclisi seçimlerini yapma kararı aldı. Heyet-i Temsiliye’de Mustafa Kemal Paşa’nın dahil olduğu çoğunluk, meclisin Anadolu’da toplanmasından yana idi. Ancak 28 Kasım’da yapılan toplantıda Kâzım Karabekir’in ısrarı ve Rauf Orbay’ın desteğiyle meclisin İstanbul’da toplanması (Riskler bilinmesine rağmen, hata yapılarak) kararlaştırılmıştı. Seçilen mebuslar Anadolu’ya çağrılarak kendilerine Heyet-i Temsiliye’nin görüşleri tebliğ edildi.

Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplandı. Ancak 140 küsur mebusun üçte biri kadarı Meclis’e gelememişti, pek çok anlaşılır çeşitli sebepleri vardı her birinin. Kahir ekseriyeti Millî Mücadele taraftarlarından oluşan meclis, Misak-ı Millî beyannamesini kabul etti. Mart ayında ana hatları belli olan Sevr Antlaşması’na karşı keskin bir muhalefet tavrını benimsedi. 16 Mart 1920’de bir İngiliz askerî birliği Meclis’i basarak Rauf başta olmak üzere bazı milletvekillerini tutukladı. Bunun üzerine 18 Mart’ta toplanan Meclis-i Mebusan, yasama dokunulmazlığının ortadan kalktığı gerekçesiyle meclisi süresiz tatil etme ve Ankara’da toplanma kararı verdi.

Aslında bundan yaklaşık 3 ay öncü Ankara’ya gelen ve büyük bir alaka ile karşılanan Mustafa Kemal burayı fiili olarak başkent yapmıştı bile. Bunun resmiyete yansıması 1923 Ekim ayını bulacaktı.

Bediüzzaman Ankara’ya geldiğinde resmiyette Başkent hala İstanbul’du ama buranın hiçbir hükmü ve etkinliği kalmamış karar mercii ve odak noktası artık Ankara olduğunu kısa sürede anlamıştı.

Bediüzzaman’ın 10 maddelik beyannamesi Meclis kulislerinde tabiri caizse soğuk duş etkisi yapmıştı. Şüphesiz bu samimi ikazları kabul edip, doğru bulanlar da vardı. Ancak Mustafa Kemal bunlardan biri değildi.Kazım Karabekir heyecanla bahsi geçen beyannameyi ona getirdiğinde Mustafa Kemal oldukça şaşırır. Zira onun için yeni bir şey değildir bu manifesto. Bediüzzaman bir süre önce (23 Kasım 1922) ona özel bir mektup yazarak aşağı yukarı aynı ikazları yapmıştır.

Yıllar sonra seküler basın bu mektubu diline dolayıp orijinalini filan görmeden yalan yanlış şeyler yazdı ama mektup genel olarak aylar önce yayınladığı beyanname ile benzer içerikteydi. Hürriyet, Habertürk gibi gazeteler “Atatürk’e yazılan ile Meclis’te dağıtılan bambaşka içerikli mektuplar” dese de durum öyle değildi.

Ayrıca çok büyük olmasa da arada farkların bulunması gayet normaldi.

Birincisi; Bediüzzaman Atatürk’e mektup yazdığı zaman Ankara’ya henüz gelmişti. Birkaç bölümden beri anlattığımız bir tür “cicim ayları dönemi” yaşanıyordu Ankara ile Bediüzzaman arasında. Bediüzzaman bir süre sonra oyalandığını anlayacak ve tavrını değiştirecekti ama Meclis’e ve Mustafa Kemal’e (dine karşı zarar verebilecek potansiyelini fark etmesine rağmen) karşı hüsn-ü zannını muhafaza etmekteydi.

İkincisi, şahıs ile topluluğa Hitap şekilleri arasında fark bulunması gayet doğaldı.

Her iki tarafın yobazlarını da dışarıda tutup şöyle demek lazım; özellikle seküler kesimin bu mektubu (mektuptaki üslubu) yadırgamasının sebebi Mustafa Kemal ile Said Nursi’nin sert tartışmasından sonra mektubun varlığından haberdar olunmasıydı.

Üç; Nursi, tüm felaket önsezilerine rağmen Cenab-ı Hak’ın Musa Nebiye verdiği nasihati üzerine almışçasına yumuşak üslup kullanmıştı.

Ve dört; Kemal Paşa sadece şahsını temsil etmiyordu milletin iradesini ve Meclis’in şahsı manevisini temsil ediyordu.

Yazdığı Meclis manifestosunda söze “Ey Mücahidin-i İslâm ve ey ehlil hall vel akd!” diye başlayan Bediüzzaman, Kemal Paşa’ya yazdığı mektupta bir tür kavl-i leyyin üslubuyla başlamıştı:

Önce epigraf:

“İnne-ssalâte kânet ‘alâ-lmu/minîne kitâben mevkûtâ(n)” (Namaz belirli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır. Nisa, 103)

“İslam âlemi kahramanı Paşa Hazretleri.

Ey şanlı gazi. Zat-ı âliniz hem muzaffer ordunun hem muazzam Meclis’in manevi şahsiyetini temsil ediyorsunuz.

Sizin bu başarınızı ve büyük hizmetinizi takdir eden ve sizi çok seven müminler, sıradan ama sağlam Müslüman’dırlar. Sizi ciddi sever ve sizi tutar ve size minnettardırlar.”

Tabiri caizse Bediüzzaman bu girizgâh ile Gazi’nin gıpta damarını biraz gıdıkladıktan sonra esas meseleye girer:

“İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, bir meselede 10 sözünü, tavsiyesini birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.”

Risale naşirleri tarafından sansürlenen/bilinmeyen ayrıntılar…

Durumun şöyle olduğunu düşünmek mantıklı olacaktır.

Ankara’ya gelen Bediüzzaman çok daha dindar ve muhafazakâr bir Meclis beklerken büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve bunu Mustafa Kemal’e gayet nazik bir tarzda ifade eden özel bir mektup ile ona iletmiştir. Mustafa Kemal bu ikazı ya önemsememiş ya da sonradan konuşur hallederiz diyerek cevap vermeyi ertelemiştir.

Aradan geçen aylar boyunca durumda değişiklik olmadığını ve Mustafa Kemal’in mektuba cevap verme lütfunda bulunmadığını gören Nursi, bu kez oturup Meclis’e seslenen bir mektup yazmış ve Mustafa Kemal’e yazdığı mektuptaki on maddeyi bu beyannameye de aynen koymuştur.

İşin özü şudur:

Ortada iki farklı mektup vardır. Biri özel mektup, diğeri bir beyanname, bir manifestodur.

Giriş kısımları farklı olsa da genel içerik birebir aynıdır.

Şaşırtıcı olan ise şudur:

Başta Tarihçe-i Hayat olmak üzere, Risale-i Nur’un hiçbir yerinde bu mektubun serancamı dört başı mamur anlatılmadığı gibi, sanki ortada bir tek Meclis’e yazılmış (sadece) bir beyanname varmış gibi yayınlanmıştır kitaplar. Akla iki ihtimal geliyor, ilki naşirlerin Kemal Paşa’ya yazılan mektubun muhteviyatını ve varlığını bilmiyorlar ya da emin değildiler. İkincisi ise bilerek gereksiz görülmüş ve hiç bahsi edilmemişti!

Artık cemaat fanatizmi mi, yayıncılık işgüzarlığı mı, ne derseniz size kalmış bir karardır.

Gelelim daha sonra yaşananlara…

Muhammed Salih Yeşiloğlu’ndan sizlere bahsetmiştim. (BKNZ) Hatırlayanlar olacaktır, Bediüzzaman’ın belki de ilk biyografisi üzerine müthiş bir emek ve mesai harcayan mebus. Yeşiloğlu’nun şöyle bir özelliği vardı: Soruları sorarken kısa bir malumat ile meselenin çerçevesini çiziyordu.

Mehmed Salih Yeşiloğlu

Mektuplarının birinde yer alan sorulardan biri tam da bu konuyla ilgilidir:

“Millî Meclis’in ilk devresinde Ankara’ya geldiğiniz zaman, evvela hürmete, bir hafta sonra da Meclisin teneffüs salonunda ve soba başında; Abdest, namaz ve “Cenab-ı Hak’tan yardım isteyiniz!” sözlerinizden dolayı, Reis-i Cumhurla münakaşadan sonra, Ankara’dan uzaklaştıktan sonra, ilk olarak nereden nereye nefi olundunuz? Ve ol vakit, Diyanet Riyaseti tarafından bir emre müsteniden size vâizlik namıyla elli lira maaş tahsis edilmişken, bu maaşı neden kabul etmediniz?..” (Emirdağ -1 Mektupları, sıra22) (Burada bir tutarsızlıktan da bahsetmek zorundayız. A. Badıllı’nın tarihçe kitabında maaş, 300 lira olarak belirtilmiştir. (s172) 50 ile 300 lira arasında tam 6 kat fark vardır!)

Bu sorudan anlıyoruz ki, Bediüzzaman meclisin dinlenme salonundaki soba başında mebuslarla sohbet halindeyken Kemal Paşa da oradadır. Ve Bediüzzaman hazretleri Bakara suresinin 153. Ayetinden yola çıkarak (Ey inananlar, sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin, muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir. Ey mü’minler! Sabır ve salâtla Allâh Te’âlâ’dan yardım dileyiniz, Allâh sabır edenlerle berâberdir.) bir konuşma yapmış ve Mustafa Kemal Paşa bundan rahatsız olup tepki göstermiştir.

Abdulkadir Badıllı bu durumu şöyle izah ediyor:

“Üstte de belirtildiği üzere, beyannamenin bir suretini Kâzım Karabekir Paşa, M.Kemal Paşa’ya okuduktan sonra, her nedense M. Kemal Paşa çok ziyade hiddetlenmiş ve kendini zaptedemiyerek; Büyük Millet Meclisi’nin Divan-ı Riyasetine, diğer bir rivayette meclisin teneffüs salonuna girdiğinde; Bediüzzaman’ın ellerini kollarını çemremiş, abdest almış, soba başında mendilini kurutmakta ve altmış kadar mebuslarla sohbet etmekte olduğunu görünce, daha da çok hiddete gelerek: “Hocam! burası Millet Meclisidir, bu ne hal?.. Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sizin yüksek fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz!” diyerek şiddetli bağırmış. Bunun üzerine, daha çok hiddetlenen Bediüzzaman: “Evet, burası milletin meclisidir…” ve devam ederek: “Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur (reddolunmuş, geçersiz).” Şeklinde ciddî ve sert bir mukabelede bulunur. Üstad’ın bu sert mukabelesi ve şiddetli cevabı karşısında M. Kemal Paşa hiddetini zahiren- geri almış ve: “Hocam haklıdır…” diyerek işi yatıştırmış, hem de Bediüzzaman’a tarziye (özür) vermiştir.”

Badıllı bu olayı herhangi bir kaynak göstermeden aktarıyor. Olayın tam anlamıyla böyle gerçekleşip gerçekleşmediğinden emin değiliz. Ancak Necmeddin Şahiner, İstanbul Eski müftülerinden A. Fikri Yavuz’un kendisine, “Bediüzzaman M. Kemal’e “Evet, burası milletin meclisidir, senin babanın çiftliği değildir” şeklinde cevap verdiğini nakleder.

Merhum Zübeyr Gündüzalp de başka bir referans ile aşağı yukarı aynı şeyleri yazar:

“(Mustafa Kemal) Efendim, ben biraz evvel arkadaşlarımla yaptığım bir münakaşadan sonra buraya gelmiştim. Hiddetim size karşı değildir. Siz haklısınız” diyerek tarziye vermek suretiyle mukabelede bulunmuştur.” (Not Defteri, s89)

Başından beri söylediğimiz gibi, buraya kadar olanı olaya bir cephenin kendi açısından bakışıdır.

Bir de madalyonun diğer yüzü vardır.

Atatürk üzerine 90 kitap okuduğunu belirten yazar Yavuz Bülent Bakiler, “Atatürk dinin nasıl öğrenilmesini istiyordu” başlıklı iki yazısında Kazım Karabekir’den enteresan bir anekdot paylaşır. Aynı cümlenin Paşaların Kavgası kitabında da geçtiğini ifade eden Bakiler, haklıdır. Gerçekten de bahsi geçen kitapların sadece birinde bu bahis vardır. Ancak Bakiler’in iddia ettiği gibi Kazım Karabekir’in hatıratında böyle bir ifadeye rastlamadım şahsen. Belki vardır da bazı baskılarda çıkarılmıştır bilemiyorum.

Paşaların Kavgası isimli kitapta Kazım Karabekir, şarkiyatçıların faaliyetlerinden duyduğu rahatsızlığı dile getirerek, büyük milletlerin kendi siyasi çıkarlarına göre Kur’an’ı dillerine tercüme ettirdiğini söyler ve ekler: “İslam dinine ve Arapça diline hakkıyla vakıf kimselerin bulunmayacağı herhangi bir heyet, tercümeyi mesela Fransızcasından da yapabilir.” (Paşaların Kavgası, s154) Buraya eklenen bir dipnot ise aynen şöyledir:

“Bir müddet sonra böyle bir tercüme de ortaya yayıldı. Bir müddet sonra da bazı camilerde bu Türkçe tercümeden mukabele okutuldu ise de iş, ancak ezanın Türkçe olması şeklinde kalabildi”

Mustafa Kemal’in bu teklif karşısında hiddetlendiğini ve içini döktüğünü söyler Karabekir:

“Evet Karabekir; Arapoğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!”

Konumuza dönecek olursak.

Mustafa Kemal cephesinden bakılacak olursa mesele ya hiç yaşanmamıştır ya da tam tersi şeklinde geçmiştir. Turgut Özakman “Atatürk ile Nursi hayatları boyunca hiç yüz yüze gelmediler” diyen taraftadır. Özakman buna delil olarak hiçbir resmî belgede böyle bir karşılaşmanın olmadığını ileri sürerek gösterir.

Meseleyi “Ben görmedim, rast gelmedim” diyerek izah etse bir nebze anlaşılabilir bir şeydir. Ancak biz görmedik, rastlamadık diye böyle bir şey yaşanmamış ya da hiç kimse bahsetmemiş diyemeyiz.

Merhum Yaşar Nuri Öztürk, enteresan kitabı “İmamı Azam Savunması”nda -nedense- isim vermeden bu olayı farklı bir zaviyeden ele alır:

“Türkiye’de Ezher benzeri bir İslam üniversitesi kurma hayali olduğunu bildiği bir zatı Ankara’ya çağırıp ona bu üniversiteyi Van’da kurması için devlet bütçesinden her türlü yardımı yapacağını söyledi. Başlangıç olarak da Meclis kararıyla, büyük bir meblağı, kuruluş için tahsis etti. Aynı üniversiteyi kurmak için daha önce, Mahmut Şevket Paşa’nın aracılığıyla Osmanlı hükumetinden de önemli miktarda altın para alan bu zatın Atatürk’ün teklifine cevabı, ne yazık ki büyük bir talihsizlik oldu. Davet edilen zat, Gazi’ye şunu sordu: “Paşa, sen namaz kılıyor musun?” Atatürk, her zamanki riyasızlığına, mertliğine yaraşır bir cevapla “Hayır, kılmıyorum! ” dedi.

Vakar ve imanına bizim de saygımız olan zat, Gazi’ye, İslam’ın hasiret ve itidal ilkelerine değil de öfkesine uygun bir cevap verdi. Daha doğrusu, beklediği bahaneyi yakalamış olmanın keyfi içinde reddiyesini yapıştırdı: “Namaz kılmayan zalimdir, zatimin hükmü de merduttur.” (İmamı Azam Savunması, s221)

Zalim/hain karışıklığına hiç girmeyeceğim.

Ancak Öztürk’ün biraz da metazori ile meseleyi uç noktalara götürüp “Ayakları, Allah yolunda toza bulanan kişiye cehennem ateşi haram kılınmıştır.” Hadisinden yola çıkarak Mustafa Kemal’i cennete -sanki onun onayına ihtiyacı varmış gibi- oturtuverir.

Bunun yerine üslup bağlamında elbette eleştiri yapmak mümkündür.

Zira Bediüzzaman daha sonra bunun bir “pot kırmak” olduğunu bizzat ifade edecektir.

Meselenin en ateşli noktasındayız. Daha neler olmuş neler okudukça inanamayacaksınız!

Yaşar Nuri’nin beni şaşırtan Bediüzzaman değerlendirmesini de sonraya bırakıyorum.

Ve ayrıyeten “Pot/Put” paradoksunu da incelemek için yarın devam edelim mi?

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version