Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Put ve pot ikilemi!

Put ve pot ikilemi!


Bediüzzaman Ankara’da (11)

YORUM | M. NEDİM HAZAR

“Basit anlatamıyorsa bilmiyordur” der Einstein…

Bugün biraz dil bilgisi dolaylarında gezineceğiz. 

Önce biraz lisaniyattan bahsedelim. Terminolojik karşılığı Lingustik…

Dilbilimciler yeni kelime kullanmaya bayıldıkları için Edimbilim (pragmatik) ve Biçimbilim (morfoloji) gibi alanlarla ilgilenen, tüm dil bilgilerini kapsayan alan, olarak tanımlanır Lisaniyat ya da Lingustik. 

Böyle malumatfuruş pozisyonuna düşmemin sebebi, bu çalışmaya gelen yorumlardan biri. 

Doğrudan ekran görüntüsünü alıntılıyorum: 

İbrahim isimli okuyucu kardeşimiz, günlerdir anlatmaya çabaladığımız bir sıkıntının örneğini yakalamış. 

Soru da gayet yerinde. Bediüzzaman Said Nursi, Mustafa Kemal Atatürk ile yaptığı tartışmayı yıllar sonra anlatırken “Ben bir put kırdım” mı dedi, yoksa “Ben bir pot kırdım” mı dedi?

Bu sorunun net cevabını verebilmek için biraz dilbilimi, biraz gramer, az buçuk da sözlükle hem/dem olmak gerekiyor. 

Ki zihinlerimiz tam olarak mutmain olsun. 

İsterseniz -kronolojik olarak- toparlayarak devam edelim…

Bediüzzaman Hazretleri Ankara’ya gelir gelmez soluğu Meclis’te almıyor. Önce “Mekânın -manevi- sahipleri”ne gidiyor! Hacı Bayram Veli’nin mekânında (Hacı Bayram Camii misafirhanesi) ikamet etmeye başlıyor ve iki gün Ankara Kalesi’nin zirvesine çıkıp uzun uzun şehre bakıp tefekkür ediyor. 

Elbette o an ruh dünyasında ne yaşadığını bilemiyoruz, zira her alim gibi Hz. Pir de bu konuda ziyadesiyle ketum. Oturup, “Hz. Hızır ve Hacı Bayram Pir ile istişare ediyordum” diyecek hali yok sanırım!

Ardından Meclis’e gidiyor ve kendisinden dua isteniyor. 

Bu arada kendisine çok iyi davranılıyor. Önceki bölümde bahsini ettiğim gibi aslında Meclis ideolojik olarak çok parçalı ve renkli bir yapıya sahip ve Mustafa Kemal siyasi dehasıyla öylesine bir denge kurmuş ki, hassas konularda ağırlığını verdiği tarafın dediği oluyor. 

Men’i Müskirat Kanunu gibi arada kazalar olsa da bu kazaların kırımının ve çatlağının büyümesini kendi yöntemleriyle absorbe edip, gerilimi sürekli düşürmeyi başarıyor. 

Bediüzzaman, Ankara’nın halinin İstanbul’dan beter olduğu kanaatine doğru yol alırken, kendisine yapılan teklifi oyalayarak esas projesi olan üniversite açılması konusunda hükümeti test ediyor. Aynı taktiği hükümet de yapıyor ve onun üniversite projesine ne evet ne de hayır, diyor. Zamana bırakıyor ki, yaşanacak olanlar yaşandıktan uzun zaman sonra zaten Tevhid-i Tedrisat kanunu gerekçe gösterilerek teklif çöp ediliyor. 

Bediüzzaman fıtraten reaksiyoner bir yapıya sahip. Aslında içinde bulunduğu dönem süreç olarak tam bir geçiş dönemi ama hala eski reflekslerini tam olarak kontrol ettiği söylenemez. 

Belki de bu sebeple oturup başta Mustafa Kemal olmak üzere erk sahibi olduğunu düşündüğü birkaç kişiye mektup yazıyor. 

Bu mektup var ya bu mektup!

Belki de ülkenin kaderine doğrudan etki ediyor. 

Mustafa Kemal mektup sadece kendine yazılsa belki o kadar sert tepki göstermeyecekti ama özellikle halkla ilişkilerde hükümetin, yani Cumhuriyetin propagandasını yapmak için Ankara’ya çağırdıkları hocanın hükümetin taleplerini değil, kendi gözlemlerini, her ne kadar son derece dikkatli bir dil ve iltifatla süsleyerek de olsa, bir mektup ile kendilerine üstenci bir perspektifle mektuplaştırmasına sinirleniyor. 

Belki olay zamana bırakılsa kapanıp gidecektir ama Bediüzzaman bu mektupların işe yaramadığını görünce bir hamle daha yapıyor. 

İşe yaramaktan kastım tüm Meclis’in bir günde namaza başlaması, içki içenlerin tövbekâr olması, balkonlardan sokaklara şarapların dökülmesi değil şüphesiz. 

Muhatap alındığını hissettirmeme meselesi. Belki başta Kemal Paşa olmak üzere hükümetten birileri ona “Haklısın hocam. Biz de farkındayız ama malum büyük iki savaştan çıktık. Toplum olarak büyük travmalar yaşadık ve yaşıyoruz, normalleşene kadar müsamaha göstermek lazım” filan dese mesele büyümeden sönümlenecek. 

Ancak en kötü reaksiyon olan “Yokmuş, olmamış” gibi davranmak işi büyütüyor. 

Bu arada iki de kitapçık yazan Bediüzzaman, bu kitapların da etkisinin sınırlı olduğunu görüyor ve kendi notlarına göre bunu biraz da bir hataya, kitapları Arapça yazmaya bağlıyor. 

Ancak Bediüzzaman mektubuna cevap alamamanın sıkıntısı ve mevcut tablonun devam etmesi sebebiyle, Meclis’e geldiği zamanlarda kulislerde, soba başında, mescitte tahşidat yapmaya devam ediyor. Bu durum Mustafa Kemal’i rahatsız edene kadar devam ediyor. 

Mustafa Kemal bu kadarını artık tahammül edilmez buluyor ve Nursi’yi Riyaset odasına çağırtıyor. 

Bu görüşme Bediüzzaman-Atatürk arasındaki ilk ciddi ve yüz yüze görüşmedir. 

Nazikçe başlıyor ama iki önemli karakter giderek kontrolden çıkıyorlar. Mustafa Kemal, “Halka cumhuriyeti anlatsın diye çağırdığımız sıradan bir hoca bize dini anlatmaya kalkışıyor” şeklinde özetlenebilecek bir konuşma yapıyor. Buna karşı Bediüzzaman’ın da “Yahu karşımdaki bu milleti kurtarmış bir dahi ve gazi komutan -mektupta öyle yazmış çünkü- biraz alttan alayım” filan de demiyor, o da sert çıkıyor ve Bu milletin dini ve kutsal değerleri için kurtuluş savaşı mücadelesi verdiğini, buna karşılık milleti temsil noktasında olan mebusların bunun bilincinde olmayı bırak, tam tersi hal ve davranışlar içerisinde olduğunu söyleyip, iman ve namaz konulur sağlam bir konuşma yapıyor. 

Olayı en az iki ya da üç kişinin şahitliğiyle doğrulayabiliyoruz. 

Sevindirici olan tartışma daha da büyümeden taraflar birbirinden uzaklaştırılarak mesele orada kapatılmaya çalışılması. 

Kapanmıyor tabii, sinek ısırığı değil bu!

Çünkü ardından Bediüzzaman yazdığı mektubun sadece giriş kısmını değiştirip, bu kez tüm mebuslara gönderince film kopuyor!

İşte burada yaşanan bir olay ve Bediüzzaman’ın bu olayı aktarırken sarf ettiği bir cümle hakkında konuşacağız bugün. 

Hz. Bediüzzaman bu olayı bir vesile ile yıllar sonra aktarırken şöyle bir cümle kullanıyor: 

“Hem Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir pot kırdım. Hazır meb’us dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi…” (Emirdağ Lahikası, s246) 

Dikkat ettiyseniz paragrafı yarıda kestim, zira bambaşka ve bence çok daha önemli bir meseleyi bunun arkasına ekliyor Bediüzzaman. Ve ben koca koca Şakirt ağabeylerden bu “Pot/Put” kelimesi yerine sonradan bahsedilen mevzunun peşine düşmelerini beklerdim fakat heyhat!

Hakikaten neyin nesidir bu “âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi…”? 

Emin olun ki bu mevzuya da geleceğiz ama önce şu pot/put meselesini bir hitama erdirelim. 

Risale-i Nurlar hakkında bugüne kadar yüksek sesle pek dillendirmeyen fakat beni ziyadesiyle rahatsız eden bir konuya değinmek istiyorum. 

Risalelere yazılan (Bediüzzaman’ın dışında) haşiyeler ve (yine Bediüzzaman’ın dışında) takdimler. 

Bu dipnotlar yüzde bin haklı ve doğru olsalar bile Hz. Bediüzzaman’ın değil, başkasının fikirleridir ve ana metin ile kurduğu semantik bağlantı bizim o bölümü anlama sınırlarımızı belirliyor. En azından okura büyük bir haksızlık ettiğini düşünüyorum. Bu yüzden de epeydir eğer bizzat müellif yazmamışsa, haşiyeleri dikkate almıyorum. 

Ve takdimler, ah o metinler!

Bir örnek vereyim. 

Aslında bu pot meselesini büyüten noktalardan biri de Hutuvat-ı Sitte’de yer alan bir takdim. 

Ve sıkı durun bu takdim Bediüzzaman’a ait olmadığı gibi, eserin ilk baskısında yok. Yani sonradan eklenmiş. Elbette ekleyenlere diyecek sözüm yok. Şüphesiz hemen hepsi benden daha çok meselelere hâkim ve Bediüzzaman’a yakındırlar ama kardeşim orijinalinde yok işte. Eğer takdim yazılacaksa bir yayıncı olarak yazın, kendi fikirlerinizi bu kadar önemli bir eserin önüne koymak nasıl bir cürettir!

Dikkat buyurun zaten tamamı 16 sayfadan ibaret olan bir esere 16 sayfa takdim yazmak neyin nesidir ya hu! (indeksler, haşiyelerle kitabın bugünkü baskısı 49 sayfayı bulmuştur. Sayfa çoğaltmak uğruna yapılıyorsa bunlar hem ayıp hem günahtır!) 

Meşhur Hutuvat-ı Sitte’nin ilk baskısının kapağı.

Kusura bakılmasın ve hadsizlik olarak görülmesin lütfen ama yanında yıllarca gece gündüz beraber olmuş, katiplik, tashihçilik yapmış ve bizzat neşri ile ilgilenmiş yeğeni Abdurrahman Nursi takdim yazma ihtiyacı hissetmiyor ve bizzat müellif de böyle bir talep de bulunmuyorken, sayfalarca takdimi böylesi önemli bir eserin ön kısmına “Hizmetinde bulunan talebeleri” imzasıyla koymak nasıl bir zihnin ürünüdür?

Kaldı ki teknik açıdan baktığımızda bu bir takdim yazısı değil olsa olsa bir “Zeyl”dir. 

Konuyu uzatmayacağım ama yanlış bulduğumu kayda geçirmek isterim. 

Gelelim kelime ve deyimimize…

Orijinalinde ”پوط” (pot)) olarak yazılan kelime ilk olarak bu taktimde bir şekilde “put”a dönüştüğünü görüyoruz. 

Oysa tahmin edilenin aksine “Pot kırmak” bir tabirken, “Put kırmak” diye bir deyim yoktur Türkçe lisanında. 

Daha detaylıca bakalım isterseniz. 

En başta ifade edelim ki, bizzat Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’ları yayınlamakla yetkilendirdiği Envar Neşriyat’ın sahibi Ahmet Aytimur bu kelimenin put değil pot olduğunu söylüyor. 

İkinci olarak Bediüzzaman’ın velud talebelerinden Abdulkadir Badıllı da pot diyenlerden. 

Hadi bu işin ehli insanları da önemsemedik diyelim, buyurun orijinalinden inceleyelim. 

İşte Risale’nin orijinal el yazması o kısmı: 

Daha yakından bakalım: 

Oysa ifade “put kırmak” şeklinde yazılmış olsaydı, şöyle olmalıydı, ki bazı baskılarda sonradan öyle yapılmış: 

Hadi işin Lingustik yani Lisaniyat bakımından uzmanlarına bakalım: 

(Hazine-i Lügat)

Ve en net, şüpheye yır bırakmayacak ispat: 

Kamus-u Türki

‘PUT’ kelimesi; başta Lügat-i Naci ve Kamus-u Türki olmak üzere, Redhouse Lügati, Devellioğlu ve diğer lügatlerin çoğunda ya be+te(büt) ya da pe+te(put) harfleriyle yazılmıştır.

Kelime Farsça ‘büt’ten geldiği için Türkçeye aktarılırken önceleri be+te şeklinde yazılmış, daha sonra pe+te ile ve farklı şekillerde yazılmış. El yazmalarda da müstensihe göre imla farklılıkları vardır.

‘POT’ kelimesi ise; başta Kamus-ı Türkî ve Redhouse lügatleri olmak üzere bütün birincil kaynak lügatlerde pe+vav+te harfleriyle yazılmıştır.

Kelimenin el yazma Risale-i Nurdaki imlası da aynen böyledir. POT KIRMAK deyiminin bu şekilde yazıldığı müberhendir. (ispatlıdır)

Peki semantik olarak ne ifade eder bu terim?

Söylediğimiz gibi, eski ya da yeni, Türkçe lisanında put kırmak diye. Put kırmak daha ziyade cümle içinde fiil halinde kullanılır. Mesela şöyle bir cümle doğrudur: “Hz. İbrahim eline baltayı aldı ve mabetteki bütün putları kırdı.” Ama “Dehşetli bir put kırdım” cümlesinde put kırmak deyim halinde kullanılmış, böyle bir kullanım Türkçe için pek gariptir. Türk Dil Kurumu Deyimler Sözlüğünde ‘put’la ilgili sadece iki deyim var: put gibi ve put kesilmek. Dolayısıyla ‘Dehşetli bir put kırdım’ cümlesi; Türkçe dilbilgisi ve Risale-i Nur üslubuna uygun bir cümle değildir.

Cumhuriyet rejiminin heykel fetişizmi Mustafa Kemal’in vefatından çok sonra başlamıştır!

Öte yandan tüm lügatlerin ortak açıklamasıyla “Pot kırmak”: “İstemeden muhataplardan birine dokunacak bir söz söylemek” manasına gelmekte. Mütekellim (konuşan) sözü doğru söylemiştir ama muhataba dokunmuştur; söz haktır. Kontekste bakarsak: Üstad hazretleri Reis-i Cumhur’un yüzüne karşı, bakanlar kurulunda, “namaz kılmayan haindir” diyor, milletvekili dostları büyük bir telaş içinde. Meclis yeni kurulmuş, dualarla açılmış. İnkılâplar -henüz- yapılmamış. Bu diyalogun geçtiği tarih ve mekân da düşünüldüğünde kelimenin put kırmak değil pot kırmak olduğu anlaşılır. Ayrıca “Dehşetli bir pot kırdım” cümlesi hem dilbilgisine hem de edebiyat kaidelerine uygundur. Dehşetli (müthiş) mücerret bir kavram, pot kırmak da mücerret bir eylem. O halde sıfatla mevsuf birbirine tetabuk etmiş. Cümlede hiçbir yanlışlık yok. Üstelik Türkçede ‘pot kırmak’ diye bir deyim var. Hem de 1901’de yazılan Kamus-ı Türkî’de bile yer alan, yani Üstad zamanında kullanılan bir deyim.

Bunlar da sizi ikna etmediyse, şu linkteki tüm lügatlere başvurabilirsiniz. 

Siyak ve sibaka dair

Arapça kökenli olan “Siyâk” ve “Sibâk” kelimesine muttali olmamız lazım ki, tartışmanın künhüne varalım. (Bu dönemi okuya okuya dilim de enteresan bir evrilme oldu farkında mısınız?) 

Siyak; sözlükte “sâka – yesûku – sevkan ve siyâkan fiilinden gelen fi‘âl vezninde bir mastar olup göndermek, sürmek, sevketmek, salmak gibi anlamlara gelirken, Sibâk kelimesi ise “sebeka-yesbiku/yesbeku-sebkan ve sibâkan kökünden fi‘âl vezninde bir mastar olup “yarışta, savaşta, ilimde, Müslüman olmada, kısaca hemen her alanda ilk, öncü ve birinci olmak” gibi manalara geliyor.

Semantik olarak baktığımızda siyak kelimesi “sözün gelişi, sevk edilişi” anlamına gelmekteyken sibâk kelimesi ise “sözün baş tarafı ile olan bağlantısı, sözün evvelinden, öncesinden gelen mâna, evveliyet” gibi anlamlara gelmekte. 

Bu kavramlar bütünleşik olarak Kur’an ilimlerinde önemli yer teşkil etmekte. Bir ayetin tam olarak anlaşılabilmesi bu iki kavram neticesinde ortaya konulabilmektedir. Nitekim bir ayetin öncesinde ve sonrasında bulunan ayetler vesilesi ile anlaşılabilme durumu pek çok kez karşımıza çıkmaktadır.

Meşhur örneği hatırlayanınız olacaktır: 

Kur’an-ı Kerim “Namaza yaklaşmayınız” buyurur. Eğer bu ayetin öncesi ve sonrasına bakmazsak tam tersi bir anlam üretmiş oluruz. Oysa meselenin sibakı vardır ve “Sarhoş iken” kaydı düşer kutsal kitap: “Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız!” Eğer siyak ve sibak perspektifi ile bakmazsak bu tür kastı aşan, hatta kastın tam tersi mana muhteva eden cümleler olabilme ihtimali yüksektir. 

Bir başka örnek ile mevzu tam olarak anlaşılacaktır: “Ribâ ( faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. Bu ceza onlara, ‘alış-veriş de faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır. Bundan böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son verirse, geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a kalmıştır. Her kim de yeniden faize dönerse işte onlar cehennem ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardır.” (Bakara, 275) 

Bu ayeti yakından irdelediğimizde, ilk kısmı okunduğu taktirde şeytan çarpması neticesinde haşr olacakları söylenen kimseler sadece faiz yiyenler olarak anlaşılabilir ancak ayetin siyakını, yani sonrasını incelediğimiz zamanda bu durumun sadece faiz yiyenleri içermediği ayrıca onu alışverişe benzetmek suretiyle helal sayanları da kapsadığı anlaşılmaktadır.

Allah nasip ederse bu iki kavramı ilerde Bediüzzaman’ın evlilik ve kadınlar bahsinde tekrar hatırlatacağım. 

Konumuza dönecek olursak Hz. Bediüzzaman o anda anlık bir hiddetle (ki kendi ifade ediyor) ağzından kastı aşan cümleler çıktığını ya da “Her dediğin doğru olmalı ama her doğruyu her yerde söyleme” düsturuna riayet edemediğini ifade için “Pot kırdım” diyor. 

Elbette siyak ve sibakına baktığımızda bu deyin tabiri caizse “cuk” yerine oturmaktadır. 

Son derece subjektif, yani kendi kanaatimi yazacağım bunların tam tersini de iddia ederseniz itiraz etmem, yazacaklarım benim kanaatimdir. 

Bediüzzaman ve Atatürk iyi niyetle bir araya geldiklerinde ikisi de birbirinin potansiyele hakkında herhangi bir şahsi kanaate sahip değildi. Malum, Atatürk Nursi’nin ismini sıklıkla duymuş ve “Hutuvat-ı Sitte’yi yazıp İngilizlerin nefretini kazanan cesur hoca” olarak namını duymuştu. Nursi ise Mustafa Kemal Paşa’nın dehasını ve övgüsünü o kadar çok işitmişti ki, kendisini anlayabileceğine gönülden inanıyordu. 

Gelin görün ki, bu iki kutup belki de çok yanlış bir zamanda ve ortamda (Mecliste pek çok vekilin önünde) bir araya gelince bir anda ipler gerildi. Bu gerginliğin sebebi sadece namaz, niyaz, İslam değildi. Bediüzzaman iman konusunda uzun süredir duyduğu endişelerin kaynağına doğrudan ulaşmanın verdiği şaşkınlık ve öfkeyi yaşadı. Atatürk ise, bu doğulu, sarıklı din adamının yapacağı devrimlerin önünde ciddi bir engel olabileceğini düşündü. Ve ortam gerildi. İplerin tam olarak kopmasına henüz -çok olmasa da- vakit vardı ama her iki taraf açısından da taşlar yerine oturmuştu. 

Bu zaviyeden baktığımız da put/pot meselesi devede kulak memesi bile etmez emin olun.

Bu arada başka sözle aktarımların, tevatürlerin meseleyi muhteva olarak çok farklı olmasa da şeklen farklı olduğunu da görmek mümkün. Söz gelimi Bediüzzaman konusunda belki de en yetkin kişi olan Necmeddin Şahiner’in bir anlatımı. 

Eski İstanbul müftülerinden A. Fikri Yavuz’a (Şifahen anlatımına) dayanarak Şahiner, aynı tartışmayı bir başka ortamda aktarır. Belki de şimdi bahsedeceğim münakaşa da başka bir zaman yaşanmıştır bilemiyorum. Ki zamanlamaya bakarsak, bu tartışmanın Kasım 1922 değil, Ocak 1923’te yaşandığını söylemek mümkün, çünkü Bediüzzaman’ın 10 maddelik Meclis beyannamesi sonrasında yaşanıyor) 

Bu aktarıma göre, Kazım Karabekir, kendi fikriyatına oldukça mutabık düşen bu beyannameyi alıp Mustafa Kemal’e götürerek sonuna kadar okur. Mustafa Kemal sabırla dinler ve öfkesini bastırır. Ancak, bu gidişata dur demek gerektiğini düşünür ve Meclis’te dolaşmaya çıkar. Meclis’in teneffüs salonu denilen dinlenme bölümünde sobanın başında Bediüzzaman’ı görür. Ellerini kollarını çemremiş, abdest almış, soba başında mendilini kurutmakta ve altmış kadar mebusla sohbet etmektedir Nursi. 

Kemal Paşa bu tabloyu görünce adeta tepesi atar ve çıkışır: “Hoca! burası Millet Meclisidir, bu ne hal?.. Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesiniz. Sizin yüksek fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz!”  

Sert çıkmıştır Mustafa Kemal ama karşısında onu alttan alan, el pençe duran klasik bir cami hocası yoktur. Karşılığını aynı hiddet tonuyla alır: 

“Evet, burası milletin meclisidir…” dedikten son bir ton daha yükselir: “Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur..” 

Ayrıntıya çok fazla takılıp kalmamak lazım. 

Yazının uzunluğundan şikâyet eden mesaj sayısı hayli fazlalaştı bu sebeple bugün hitama erdiriyorum. Yoksa şu “zehirlenme” meselesine bir bakacaktık, işin aslı faslı neymiş anlamaya çalışacaktık. 

Daha sonra inşallah. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version