Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Neden Münhezim olduk?

Neden Münhezim olduk?


Bediüzzaman Ankara’da (5)

YORUM | M. NEDİM HAZAR

“Aslanlar tarih yazmayı öğrenene dek, 
av hikayeleri hep avcıları yüceltecektir!”
Afrika Atasözü

Daha önce değişik vesilelerle yazmıştım, belki denk gelmişsinizdir. 

Oscarlı ünlü film Cesuryürek’te anlatıcı filmin hemen başında şu repliği patlatır: “İngiliz tarihçiler benim bir yalancı olduğumu söyleyecekler ama tarih, kahramanları asanlar tarafından yazılıyor.”

Yazdığım şey ise şuydu sanırım: 

“Tarih, onu eline alan için bir oyun hamuru gibidir… İstediği gibi şekil verebildiğini düşünür çoğu muktedir. Ancak gel gör ki, zaman öyle muazzam bir dengeleyicidir ki, er ya da geç bir şekilde her şeyi yerli yerine oturtur. Geriye gözü dönmüş bir bahtsızlığın acı, çok acı anlatısı kalır!”

Merhum Erdal İnönü, “Üçyüz Yıllık Gecikme” adlı konuşmalarından derleme kitabının “Lozan Telgrafları” konulu bahsinde şöyle bir özet geçer: “Dumlupınar’da zaferin kazanılmasıyla birlikte Atatürk’ün ve arkadaşlarının ne büyük özlemle barış arayışına girdiklerini babamın hatıralarında okuyabilirsiniz. 9 Eylül’de İzmir kurtarılıyor. 11 Ekim’de Mudanya mütarekesi imzalanarak, Trakya hiç silah atılmaksızın, düşman işgalinden arındırılıyor. Müttefikler, 27 Ekim 1922’de verdikleri nota ile T.B.M.M. hükümetini 13 Kasım’da Lozan’da toplanacak barış konferansına çağırıyorlar. 3 Kasım’da Meclis Lozan’a gidecek heyetin başındaki delegeleri belirliyor. Dış işleri bakanı İsmet Paşa baş delege (baş murahhas), Maliye bakanı Hasan Saka ikinci delege, Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur, üçüncü delege oluyor.” (Üçyüz yıllık gecikme, 2. Bölüm)

Bu anlatı aynı zamanda resmi tarihin bize söylediği, hakikatin bir parçası. Diğer parçasını az sonra ele alacağız. 

Biz de şöyle bir özet geçerek başlayabiliriz bu mevzuya: 

27 Ekim’de İtilaf devletleri, Türkiye’yi tarafsız İsviçre’nin uyumlu ortamında, Lozan kentinde yapılacak bir barış konferansına davet etti. Davetiye hem Ankara hükümetini hem de İstanbul’da padişahın hayalet hükümetini kapsıyordu. Mustafa Kemal hiç şaşırmadı. 17 Ekim’de Sadrazam Tevfik Paşa, iki hükümetin atacağı adımları eşgüdümlü hale getirmek için ondan İstanbul’a bir temsilci göndermesini istemişti. Ertesi gün Mustafa Kemal’den sert bir cevap geldi: ülkedeki tek yasal otorite Türkiye Büyük Millet Meclisi idi ve başka kurumların ülke politikasına kargaşa çıkarmaktan çekinmesi gerekiyordu! 

Mustafa Kemal, gönderdiği temsilcilerin profiliyle alakalı epey eleştiri alacaktı. Sözgelimi Kazım Karabekir bu görevi çok istiyordu ama Kemal Paşa onun yerine Mudanya Konferansı’nda test edip, sözünden ayrılmayacağına emin olduğu İsmet İnönü’yü yollayacaktı. Düşünün uluslararası bir konferansa dışişleri bakanı götürülmemişti!

Lozan Konferansı Osmanlı Devleti’nin fiili varlığını sona erdiren hükümleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuki temellerini oluşturan ve uluslararası hukukta geçerliliğini halen devam ettiren bir antlaşmaydı. 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan Barış görüşmeleri 4 Şubat 1923’e kadar 77 gün sürmüş ancak taraflar arasında uzlaşma olmaması nedeniyle kesintiye uğramıştı. Konferans 23 Nisan 1923’de tekrar toplandı ve 24 Temmuz 1923’de imzalanan antlaşma ile sona erdi. Konferansa, Türkiye, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Müttefik Devletler (İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya) taraf, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği gözlemci olarak, Bulgaristan, Belçika ve Portekiz devletleri de kendileri ile ilgili konularda katılmışlardı.

Şunu da belirtelim ki, bu alanda pek çok değerli çalışma yapılmıştır ama akademik dilin dışında dönemin medyasını inceleyen bir çalışma -ülkemizde- ne yazık ki yapılmamıştır. Oysa Lozan biraz da medya ve algı savaşları dönemidir. 

Önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi Ankara Hükümeti özellikle iç kamuoyu için epeyce hazırlıklıydı lakin uluslararası kamuoyu açısından aynı şeyi söylemek biraz güç. Bunun yerine -yetersiz de olsa- bir takım lobi ve PR çalışmaları yapılmıştır ancak bu konu bizim bu çalışmamızın ana konusu değil ne yazık ki. 

Ancak hakkını da teslim etmek lazımdır ki, Konferans, Türkiye açısından Misak-ı Millînin gerçekleştirilmesi amacıyla, Millî Mücadele’nin diplomasi alanında sürdürüldüğü; Müttefik devletler açısından Türkiye üzerinde uzun yıllardır devam eden çıkar ve menfaatlerinin sağlanması amacıyla her türlü diplomasi yollarının denendiği uluslararası bir platform olarak kullanılmıştı. Konferansa taraf olarak katılan devletlerin kamuoylarının beklentileri, uzun yıllardır süren savaş ortamının bir an evvel sona ermesi, ülkelerinde huzur ve refahın sağlanmasıydı. Ancak, devlet yöneticilerinin tek derdi ülkelerinin ulusal çıkarlarını gözetmek durumunda olmaları değildi. Bir de kendi iktidarlarının devamı için diplomasinin ve aynı zamanda propagandanın her türlü yoluna başvurmak suretiyle devlet politikalarını gerçekleştirmeye çalışıyordu. Lozan Barış Konferansı sürecinde kamuoyu oluşturmaya yönelik olarak, dönemin yazılı basın imkanlarını etkin şekilde yararlanılıyordu. Karşılıklı ülke kamuoylarının etki altına alınmasına ve dolaylı olarak konferans katılımcıları üzerinde kamuoyu baskısı oluşturulmasına gayret gösterilmişti.

Mesela Lord Curzon’un (İngiltere Dışişleri Bakanı) açılışta konuşma yapacağını öğrenen İsmet Paşa, hazırlıklı olmamasına rağmen “O halde ben de konuşacağım” diye ortalığı karıştırıyor ve ısrarcı oluyor. Bunun üzerine Fransız Başbakan Raymond Poincere, İsmet Paşa’nın konuşma metnini istiyor, bazı yerler hoşuna gitmeyince üzerini çizip değiştirilmesini istiyor. Paşa da bunu yapıyor ama kendi günlüğünde toz kondurmuyor elbette. İsmet Paşa’nın Lozan günlüğünü şuradan okuyabilirsiniz. 

Bakın ne mene bir dümenli ve dumanlı durum olduğunu Rıza Nur nasıl ele alıyor: 

“Ayı’nın kırk türküsü varmış hepsi de ahlat üzerine imiş… Bunun da öyle… Hep medhi ve gururu, mümtaz bir yaradılışı olduğunu ispat için… Lozan muahedesinden beri dalkavukları da aynı şeyi yapıyorlar. Neler yazmadılar, fakat hepsi de Mustafa Kemâl’in meddahı. Yine ayıların kırk türküsü varmış hepsi de ahlat üzerine imiş mazmunu…” (Hayatım ve Hatıratım, s591

Kanaatimce epey değerli olan bu çalışmanın baskısını bulmak artık çok kolay değil.

Sevgili okurlarım, belki de fıtraten insan odaklı hikayeleri sevdiğim içindir, bu tür tarihsel hadiselerde insan öyküleri beni ziyadesiyle celbediyor. Lozan’ın resmi üç temsilcisinin yanında, heyette ayrıca 30’dan fazla müşavir, uzman, danışman, kâtip statüsünde adam vardı. Bir de Lozan’a giderken isminden pek söz edilmeyen ancak İsmet Paşa’nın birkaç hamlesiyle önemli ve aktif rol oynayan karakterler vardı. Bugün size iki tarihsel karakterden bahsedeceğim. Bununla beraber iki de çeyrek karakteri anlatacağım, biri Kadir Mısıroğlu, diğerinin ismini belki de ilk kez duyacaksınız. Sırayla olmayacak bu anlatım, iç içe anlatacağım, çünkü meseleyi bağlamına oturtmak için böyle yapmak durumundayız. 

Lozan’dan Koç’a uzanan bir şehir efsanesi

Haim Naum (Ya da Nahum veya Nachum) Efendi bunlardan biri…

Bir diğeri Rahip Fru(Frew). Nam-ı diğer; Albay Emiling… 

Bu hikayeleri epizodik değil, iç içe geçmiş olarak anlatmalıyım ki, bağlamına oturtmak kolay olsun. Biliyorum zaman zaman anlam karmaşasına da yol açabiliyor bu tercih, ancak çalışmanın geneline baktığımızda meram daha net ve basit şekilde anlaşılmış olacaktır. Biraz yoğunlaşma ve sabır talep ediyorum bu konuda. 

Dönelim Haham Haim Naum’a…

Çok enteresandır azınlığı temsilen “danışman” sıfatıyla sonradan bir şekilde heyete eklemlenen (Rıza Nur bunu İnönü’nün yaptığını söyler ama şahsen bireysel bir karar olduğundan emin değilim) Naum Efendi’nin hayat hikayesi ile ilgili Türk ve yabancı kaynaklar arasında epey farklı bilgiler mevcut. 

Önceki bölümlerde bahsettiğimiz gibi, bu çalışmanın niyeti ve arzusu herhangi tarihi bir karakteri övmek ya da yermek değil. Tarih, tartışılmaz mihengiyle zamanla herkesi yerli yerine oturtacağı gibi zaten toprak olmuş insanları gömmek ne haddimizedir!

Türk delegasyonu Lozan’a gelmiş otellerine yerleşmişti. Her şey hayatın akışına uygun gittiği düşünülürken, heyette bulunan Dr. Rıza Nur’un bir şey dikkatini çeker: 

“Bir müddettir İstanbul eski Hahambaşı Haim Naum, Lozan’da kaldığımız otelde görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet’le görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet’e yanaşmış. Yaman Yahudi!.. Artık İsmet’ten ayrılmıyor… İsmet’in yakasını bırakmıyor… İsmet bunu müşavir tâyin etti… Derken Hahambaşını soframıza da aldı…

Hahambaşı, İsmet’e bütün İngiliz ve Fransız ricâlini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabiî İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet’in avucunda olduğunu söylüyordu… Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: ‘İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz’ diyormuş…” (Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c3, s982)

Rıza Nur, bu Naum Efendi’ye tabiri caizse fena halde takık. Bilmiyorum belki de çok haklı sebepleri vardı! Ama Hatıratının muhtemelen İngiliz istihbaratı tarafından bulandırılmamış bölümlerinde İsmet Paşa’nın kendisi de delegasyondan olduğu halde, kendisinden habersiz işler çevirmesi, Ankara ile gizlice yazışması (Kaldı ki bunun gizli olmadığı, İngilizlerin tüm yazışmaları anında takip ettikleri sonradan ortaya çıkacaktı) ve hatta kendisini bazı kararların altına imza atmaya zorlamasında Haim Naum Efendi’nin doğrudan alakası olduğu kanaatinde: (Hatırattaki ırkçı ve antisemitik söylemler Rıza Nur’a aittir, onayladığım anlamı çıkarılmasın) 

“Gürzon (Lord Curzon) Londra’ya gidince hükümete resmî bir rapor vermiş. Bunu neşretmişler. Ben görmedim. Söylediklerine göre, bu raporunda: “Sulh oldu demekti, ismet bana projeyi imzalayacağına kâfi söz verdi idi. Son dakikada işe bir ruh-u habis karıştı, olamadı.» demiş. Bu ruh-u habis, tabii, ben oldum. Bu esnada sahneye Hahambaşı Naum girdi. Paris gazetelerinden birinde beyanatını gördük, hülâsatan diyor ki: “Merak edilmesin, ismet benim ahbabımdır. Sözümden çıkmaz. Gider işi düzeltirim.” Derken Paris’ten İsmet’e Haham’dan bir telgraf geldi: “Ben geliyorum, işi düzelttim. Size mühim haberim var. Sakın ben gelmeyince işi kesmeyin!” Halbuki Yahudi’yi Lozan’dan kovmuştuk. Utanmıyor, bunu yazıyor. Tabii Yahudi… Utanmaz… Güldüm. Şu Yahudi’nin madrabazlığına bak!.. Gazeteye ne diyor, bize ne?!.. Gazeteye göre frenklere, telgrafına göre bize hizmet ediyor… Yahudi dediğin böyle olur… İsmet, ben, Münir ve daha bir kaç kişi İsmet’in odasında oturuyoruz. Nefer geldi, “Naum Efendi gelmiş, sizi görmek istiyor.” dedi. İsmet’e bağıra bağıra “Sen hiçbir lâkırdı söyleme. Bu işi bana bırak! Şu domuz Yahudi’ye göstereyim” dedim. Bu sözleri tabi methalde bulunan Yahudi de işitti. Nefere: “Getir!” dedim. Geldi. “Otur!” dedik, oturdu. “Ne haber var?” dedim. Yahudi bu… Usta… Sözümü işitti ya “Hiçbir şey yok. Sizi ziyarete geldim.” dedi. Hiddetim mâni olmasa kahkaha ile gülecektim. Fakat herifin ustalığını takdir ettim. Bu da öfkemi geçirdi. Yahudiler böyle lâstik gibidir, her tarafa uzarlar… Yahudi habisinin ise utanmamak en büyük san’atı, meziyeti ve silâhıdır. “Peki!” dedim, “telgrafında mühim haber getirdiğini yazıyordun?” Buna cevap bulamadı. Kekeledi. Demek tam Yahudi değilmiş… Tam olsa kekelemez, buna da bulurdu, ama zırva… Zararı yok, söylerdi. Herif dalavereye kalksa, fena haşlıyacaktım. Kalkmayıp bu tarza dökülünce öfkem geçmişti. Gazeteyi kendisine verdim. “Bu beyanatın nedir?” dedim. Şapa oturdu. Herif kafa tutmuyor ki… Hamur gibi yumuşak. Yalnız, soğuk muamele ve çabuk defettim, gitti.” (Hayatım ve Hatıratım, s1158-1159)

Otel odalarında neler yaşanmış görüyor musunuz?

Aslında bu malumatın sağlamasını yapmak -mesleki tabirle “double check” etmek- de mümkün. Zira eski Başbakanlardan Rauf Orbay da Rıza Nur’un anlattıklarını teyit ediyor: “İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendi’nin telkinleriyle, Hilâfetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.” (Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, s96)

Naum Efendi hakikaten çok ilginç bir karakter. 

Biraz ansiklopedik devam edelim: 

Haim Naum (Chaim Nachum) 1872’de Manastır’da doğmuş ve 1960’ta İstanbul’da vefat etmiş olan önemli bir Osmanlı ve Türk hahambaşı. Ailesi Osmanlı Musevilerinin pek çoğu gibi İspanya’dan çıkarılarak Osmanlı Devleti’ne sığınan Sefarad Yahudilerinden. Kader onu Osmanlı’nın son demleri ve taze Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk döneminde Türk Yahudilerinin başı olarak aynı zamanda bir azınlığın kaderine etki eden adam olarak önümüze çıkarıyor. Şurası ilginç bir ayrıntı: 1860 yılında devrimci düşüncelerle beslenmiş, liberaller tarafından özgürleşme ve ilericilik sloganlarıyla süslenerek Paris’te kurulmuş bir örgüt olan Alliance İsraélite Universelle tarafından destekleniyor. Alliance’ın en büyük amacı tutuculuğa karşı ilerici haham yetiştirmek… 1895’te Arapça ve Farsça eğitimi alıyor ve bu dillerde kitap yazabilecek kadar lisanlara hakim. 

Kariyer basamaklarını dikey tırmanmak için kafası fena çalışıyor mesela doğrudan Haham Okulu’nun müdürü Abraham Danon’un kızıyla evlenip damat kadrosundan Hahambaşı yardımcısı oluyor. 

Daha sonra Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe ve edebiyat eğitimi alıyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra hahambaşı olarak atanıyor. 

Çok yönlü kişiliği ve iyi bir eğitim almasından ötürü Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris Büyükelçiliği’nde mütercim olarak görev yapıyor. 

Yazar Esather Benbassa’ya göre İstanbul dışında da çevre edinmeye çalışan Naum Efendi, Romanya ve Bulgaristan hahambaşlılığına adaylığını koyuyor ama gelin görün ki, Alliance Genel Sekreteri Jacques Bigart’ın desteğini almasına rağmen İstanbul’un olumlu rapor vermemesi yüzünden kazanamıyor. (Son Osmanlı Hahambaşının Mektupları, s1-2)

Kaderinin kırılma anı ise Yüksek İstihkâm ve Topçu Okulunda Fransızca öğretmeni olarak işe başlaması. Bu okul kendisi için de çok önemli zira 1908 devrimini (2. Meşrutiyet) yapacak bazı önemli kişiler buradadır ve Jön Türklerle iyi ilişkilere de giriyor. Her fırsatı değerlendiren Nahum Efendi sultanın özel kitaplığında da görev almaya da başlıyor. 

Bu kadar aktif olması Yahudi azınlığın da çok hoşuna gidiyor denemez. 1907 yılında Osmanlı Yahudi cemaatiyle arası bozuluyor. Bugün bile hala pek çok muhafazakar Yahudi tarihçi ondan pek hayırla bahsetmez. Rıza ve Türk siyasilerin onun hakkındaki kanaatini zaten yazdım. Galiba bir tek İsmet İnönü onu benimseyen tarihsel karakter.

2. Meşrutiyet’ten sonra yaptığı hizmetlerden dolayı olsa gerek, istifa eden Moşe Levi’nin yerine Hahambaşı seçiliyor. 10 yıl bu görevi yerine getirirken devlet ile cemaati arasında hep bir arabulucu gibi davranıyor. Bu pozisyon ihtimal ki hem sarayın hem de İttihatçıların hoşuna gidiyor. Yıllar sonra aynı fonksiyonu İsrail-Filistin arasında yapmaya çalışıyor. Bu sebeple Mısır’da epey çalkantılara sebep oluyor. İlk Meclis’te kendisine mebusluk teklif ediliyor ama Yahudi cemaatinin şiddetle karşı çıkması sonucunda bu amacına ulaşamıyor. 

1940-50 arası Arap dünyasında milliyetçiliğin zirve olduğu yıllardır ve 1948’de İsrail’in resmen kurulmasından sonra tüm dünyada zor duruma düşen Yahudiler adına hareket edip, onların rahatı ve hakları için çabalamaya başlıyor. 

İster her şeye bulaşmaya çalışan tez canlı biri, ister bazı güçlerin Yahudileri ve azınlık sahibi ülkelerin otoritelerini kontrol edebilmek adına vazifeli biri olarak görün fark etmez, Haim Naum, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, Filistin’in, Mısır’ın kaderini etkileyen gizli kahramanlardan biri oluyor. 

Koç Holding, daha doğrusu Vehbi Koç ile ilgili pek çok şehir efsanesi anlatılır. 

Haddizatında yaşamı ve hatta ölümünden sonra cesedinin çalınmasıyla bile çok ilginç bir hayat hikayesi vardır Vehbi Koç’un. Halkayı biraz genişlettiğimizde damatları ve torunlarının hikayesi de ilginçtir. Türk derin devletinin tam merkezinde durdukları söylenir, Mustafa Koç’un bir Erdoğan ziyaretinden birkaç saat sonra kalp krizinden ölmesi bile değişik komplo teorilerine sebebiyet vermiştir. 

Ancak koçlar hakkındaki en büyük komplo teorisi BEKO’nun bir Yahudi markası olduğu ve kökenlerinin Haim Naum’a uzandığı şeklindeki iddiadır. Aslında iddia filan değil böyle bir inanış vardır. 

Tarihler ve isimler o kadar denk gelir ki, bu komplo teorisine inanmak için çok sebep de vardır. 

Malum BEKO markası Bernar Nahum’un “BE”si ile Vehbi Koç’un “KO”sunun birleşmesinden oluşur. Bu çok normaldir çünkü 1911 doğumlu Bernar Nahum tam 44 yıl Koç Holding’te çalışır. Bir tür gizli ortaktır. 

İş dünyasında “Vehbi Koç’un arkasındaki adam” olarak bilinen Bernar Bey, daha sonra hatıralarını “Koç’ta 44 yılım” ismiyle kitaplaştırmıştır. 

Birinci iddia şudur: Bernar Nahum, Haim Naum’un oğludur. 

Baktığımızda doğum tarihi tutuyor gibidir aslında: 1911…

Ancak bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Hiçbir akrabalık bağı yoktur iki Nahum’un, sadece soy isim benzerliğidir. Gelin görün ki, komplo teorisine bayılan İslamcı cenah hala buna inanmaya devam eder.

Gizemli iki kader arkadaşı: Vehbi Koç-Bernar Nahum.

Bernar Nahum’u çekip aldığınızda Koç Holding’ten geriye sadece yedek parça kalır. Otosan, TOFAŞ, Mako, Otoyol Pazarlama, Türk Traktör, Döktaş, Beldesan, Tekersan, Karsan, Otokar, Takosan, Treyler Sanayii ve Endiksan gibi onlarca Koç markasının arkasındaki isimdir Bernar Nahum. 

Komplo teorisi bu kadarla kalmaz, Vehbi Koç’un Berhan Nahum’un gayrı meşru kardeşi olarak söylenip durur. Benzer bir iddia Vehbi Koç ile Aydın Doğan için de ileri sürülür. 

Söylenti asılsızdır ama inananı çoktur: Vehbi Koç, Haim Naum’un gayrı meşru oğludur!

Bir diğer iddia ise Vehbi Koç’un malvarlığının Osmanlı Bankası altınlarına dayandığıdır. 

Bu arada madem bu meseleye girdik, bir hakikati daha teslim edip bu bölümü bitirelim: 

Tekrar edelim; 

Vehbi Koç, Haim Nahum’un oğlu ve Bernar Nahum’un kardeşi değildir.

1917 yılında iş hayatına atılan, 1926 yılında babasının ticarethanesini devralarak “Koçzade Ahmet Vehbi” ismiyle Ankara Ticaret Odası’na kaydettiren, ticaretle uğraşırken Ford ve Standart Oil gibi yabancı şirketlerin Türkiye temsilciliklerini alarak, işlerini büyüten, 1938 yılında İstanbul’da Koç Ticaret A.Ş.’yi kuran Vehbi Koç‘un servetinin Osmanlı Bankası altınlarına dayandığına dair bir emare mevcut değil. Dahası 1901’de Ankara’da doğan Vehbi Koç‘un babası Koçzade Mustafa Efendi’nin 250 yıllık Ankaralı bir aileden, annesi Kütükçüzade Hacı Rıfat Efendi’nin kızı Fatma Hanım’ın 600 yıllık Ankaralı bir aileden geldiği, soyağacının Hacı Bayram-ı Velî’ye kadar uzandığı (az kişi tarafından) biliniyor. 

Hatta Fuat Bayramoğlu’nun Türk tarih Kurumu yayınlarından çıkan 1983 tarihli “Hacı Bayram-ı Velî Yaşamı, Soyu, Vakfı” isimli kitapta Koç ailesinin soy ağacı da çıkarılmıştır: 

Şecerelerine bakıldığında bay-bayan Koç’un soyu şöyledir: 

Sadberk Hanım tarafı: Hacı Bayram-ı Velî – Şeyh Ahmed Baba – Şeyh Edhem Baba – Şeyh Tayyib Baba – Şeyh Salih Baba – Tâci Hacı – Fatma Hatun – Saime Hatun – Müderriszâde Şeyh Mustafa – Abdülkerim Efendi – Sadullah İzzet – Necib Bey – Sadullah Aktaş – Sadberk Koç.

Vehbi Bey tarafı: Hacı Bayram-ı Velî – Şeyh Ahmed Baba – Şeyh Edhem Baba – Şeyh Tayyib Baba – Şeyh Salih Baba – Şeyh Mehmed Baba – Şeyh Ahmed Baba – Şeyh Kasım Baba – Şeyh Tayyib Baba – Şeyh Ahmed Muhlis Baba – Şeyh Mehmed Tayyib Baba – Şeyh Şemseddin Bayramoğlu – Şeyh Mustafa Baba – Şeyh Salih Baba – Haydar Baba – Mustafa Bey – Ahmed Bey – Necibe Hanım – Vehbi Koç.

Binbaşı Fethi Okyar’ın savunması niteliğindeki 26 sayfalık kitapçığı: “Bolayır Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyetin Esbâbı”

Düzeltme ve özür: 

Önceki günkü yazıda (Yeni payitaht ve Ejderha) şöyle bir ifade kullanmışım: “Fethi Paşa da içişleri bakanı yapıldı.” Şüphesiz ilk dahiliye vekilimiz Ali Fethi Okyar’dan bahsediyorum. Bir okurumuz şöyle yazmış: “Okyar hiçbir zaman “paşa” olmadı.”

Kesinlikle haklı, benim hatam. Ancak minik bir ayrıntı var onu da bilmeniz lazım. Evet Ali Fethi Bey “Paşa” olmamıştır ama aslında resmen paşalığı -neredeyse alacağı gün- askerlikten istifa edip (Balkan Harbi’ne binbaşı olarak katıldıktan sonra, 14 Eylül 1913’te savaştan döndükten hemen sonra istifa etti) elinin tersiyle itmiş, İttihat ve Terakki’deki çalışmalarına yoğunlaşmıştır. Yani siyasete girmiş oldu. Okurumuza teşekkür ediyor, düzeltip, özür diliyorum. 

Önemli Not: 

Başlangıçta bu kadar uzayıp, dallanıp budaklanacağını asla tahmin edemeyeceğim bir çalışma oluyor. Açıkçası başka onlarca mevzu varken sadece bu konuda takılıp kalmışım hissiyatı oluştu bende. Bu sebeple açık uçları birer birer bağlayarak bu yazı serisini hitama erdirme kararı aldım. Belki başka mecralarda bu çalışmayı tamamlamayı deneyebilirim. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version