Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Kaybeden olmaya var mısınız?

Kaybeden olmaya var mısınız?

Dünya müthiş bir eğitmen. Bir gaddar, çok kandırıkçı ve dediğim dedikçi… İşin tuhafı, onun bu hoyratlığı ve diktesine nadiren itiraz eden çıkıyor. Hadi biraz daha tuhaf bir şey mırıldanayım: O itiraz edenlerin önemli bir kısmı da sesi cılız çıkanlar oluyor.

Evren başarılı ol diye buyurur. Tek yol buymuş gibi… Ama başarının ne olduğu tam olarak tanımlanmaz. Ondandır ki kazanmak ile kol kola yürür neon ışıklarının altında.

Zengin ol, güzel ol, uzun yaşa gibi başka dikteleri de var hayatın. Olmaz mı hiç! Ama bunların da içi boştur. Zenginlik nedir? Kime güzel denir? Uzun yaşayınca her şey yerli yerine mi oturur? Söyleyen yok…

İşte kazanan ol da bol alkış alan safsatalardan biri.

Ben biraz mızmızlık yapacağım ve kaybeden olmaya çağıracağım sizi. Yanıma da Cioran’ı alarak hem de…

 

KARİYERİN GETİRDİĞİ AŞAĞILANMADAN KAÇINMA

Emil Cioran için aksiyondan, pratik tutkulardan ve meşguliyetten yoksun bir hayat, anlam için yer açılmış bir hayattır.

Anlam kilit bir kavram. Günümüzde kimse yaptıklarını anlamlı kılmak adına yapmadığı için altını çizmekte yarar var. Genel eğilim yapmış olmak için yapmak’tan yanadır. Oysa anlamsız bir hayat, yani yaşama eylemi olmasa da olur.

Biliyorsunuz muhakkak; Emil Cioran’ın memleketi Romanya’da, lisede felsefe öğretmeni olarak geçirdiği bir yıllık sancılı memuriyet süreci dışında hiçbir zaman gerçek bir işi olmadı.

Hayatının sonuna doğru, “Kariyerin getirdiği aşağılanmadan ne pahasına olursa olsun kaçındım” demekle yetindi. “İşimi sürdürerek kendimi yok etmektense asalak gibi yaşamayı tercih ettim.”

Gözünüzden, gönlünüzden kaçmasın lütfen: On kişilik fabrikada biraz daha saygın olabilmek, biraz daha fazla kazanabilmek adına en yakın arkadaşını gammazlayan, sözde rakibi hakkında dedikodular yayarak kariyer merdivenlerinde yükselmeyi uman insanların pıtrak gibi çoğaldığı şu günlerde, biri çıkıyor ve diyor ki: “İşimi sürdürerek kendimi yok etmektense asalak gibi yaşamayı tercih ettim.”

Müthiş!

Gerçek bir ezber bozuculuk bu!

 

PARİS’TEKİ EN AYLAK ADAM

Cioran, 1937’de Fransa’ya taşınmayı seçtiğinde, Paris’in ‘dünyada utanmadan, zorluklar olmadan, dramalar olmadan fakir olabileceğiniz tek şehir’ olması onun için önemliydi.

Eski selefi Sinop’un Kinik Diogenes’i gibi Cioran da yoksulluğunu felsefi bir onur madalyasına dönüştürdü. Vücudunun en acil ihtiyaçları için yabancıların nezaketine ve arkadaşlarının cömertliğine güveniyordu. Yemek karşılığında başkalarının ikinci el kıyafetlerini giyer ya da zekâsı ve bilgeliğiyle onları eğlendirirdi. Düzgün bir iş bulmak dışında her şeyi yapardı.

Herkesin bir şeyler -herhangi bir şey- yapmakla meşgul göründüğü bir dünyada hiçbir şey yapmamak – Cioran bunu takip etmeye ve savunmaya değer tek yaşam tarzı olarak gördü.

Eylemden ve pratik tutkulardan, dikkat dağıtıcı şeylerden ve meşguliyetten yoksun bir hayat, anlam için yer açılmış bir hayattır. “İyi olan her şey tembellikten, harekete geçme, projelerimizi ve planlarımızı uygulama konusundaki beceriksizliğimizden gelir,” diyen o sonuçta.

Sadece söylemedi ama… Buna göre de davrandı. Yani tükürdüğünü yalamadı. Omurgalı durdu.

Bir gazeteci ona yazarlık rutinleri hakkında soru sorduğunda, cevabı oldukça açık sözlüydü: “Çoğu zaman hiçbir şey yapmıyorum. Ben Paris’teki en aylak adamım… benden daha azını yapan tek kişi, müşterisi olmayan bir fahişedir.”

Hayatının büyük bölümünde işsiz olmasına rağmen boşluğun yüzüne bakmak onun tüm zamanını tüketen işiydi.

 

HİÇBİR ŞEY YAPMAMAK DÜNYADAKİ EN ZOR ŞEY

Cioran, kim bilir belki de latife yapıyor; ama aylaklığı ciddi bir meseleydi. Bu, onun en iyi çabasını gösterdiği ve tam bir özveriyle hizmet ettiği, yaşam boyu zorlu bir projeydi.

Bu yolu, özellikle tembel bir eğilimden dolayı değil, bilgi ve anlayışa olan bastırılamaz susuzluğu nedeniyle seçti. Oscar Wilde, Cioran’dan onlarca yıl önce, “Hiçbir şey yapmamak dünyadaki en zor şeydir, en zor ve en entelektüel şeydir” demişti.

Eğer dünyayı anlayacaksak, ona göre hareket etmeyi bırakmalıyız; onun üzerinde düşünmeliyiz. Düşünce ve eylem yeminli düşmanlardır. Hiçbir şey yapmamak, her şeye kozmik tarafsızlıkla bakılabilecek bir açıyı ortaya çıkarır. Tembellik görüş derinliğini ve gerçekten felsefi bir bakış açısını besler.

Oysa dünyanın tembihlediği ne: Çalış, daha çok çalış; her saniyeni efektif kullan. Boş boş durma. İşe git. İş sonrası spora git. Spor dönüşü çarşıya git, sinemaya git, bara yahut kahveye git. Ama ille de git!

Bir şöminenin karşısına geçip alevin dansını seyretme saatlerce…

Bir şarkıya eşlik edip kendinden geçme, dünyadan kopma sakın…

Beyin kıvrımların birbiriyle konuşmaya başladığında çünkü ezberlere direnirsin. Oysa askere ihtiyacı var dünyanın. Sorgulamadan cepheye giden askere…

 

BOŞLUĞUN YÜZÜNE BAKMAK

Cioran en büyük içgörülerini kitaplardan veya süslü okullardan değil, Paris’te amaçsızca dolaşmaktan ve korkunç uykusuzluklarla geçen gecelerinden elde etti. Felsefeyi profesörlerinden değil, dilencilerle, ayyaşlarla ve seks işçileriyle yaptığı sohbetlerden öğrendi.

Herman Melville’in Bartleby‘si veya Ivan Gonçarov’un Oblomov‘u gibi tefekkür geleneğinin diğer büyük aylaklarının ayak izlerini takip eden Cioran, bizim varoluşumuzdan önce gelen ve onu takip edecek olan engin hiçlik alanlarını keşfetmek için iyi bir konumdaydı. Boşluğun yüzüne bakmak, hayatının büyük bölümünde işsiz olmasına rağmen onun tüm tüketen işiydi.

 

Böylece ‘evrensel önemsizliğin açığa çıkmasını’ elde eden Cioran, mümkün olan en iyi toplumsal varoluşun bir asalağın, bir zavallının hayatı olacağına karar verdi.

Anlamsız bir dünyada ‘önemli olan tek şey var: Kaybeden olmayı öğrenmek’. Kaybedeni kucaklamak, ondan en iyi şekilde yararlanmak, onunla bütünleşmek hayatının en büyük projesi haline geldi.

Başkalarının iş dünyasında, akademide veya siyasette isim yapmayı arzuladığı gibi, Cioran da kararlı ve tutkulu bir şekilde kaybeden olmayı arzuluyordu. Çünkü o, zavallılığın bizi toplumun nasıl işlediğini ve sosyalliğimizi gizlice bir tür kendi kendini köleleştirmeye nasıl dönüştürebileceğini anlama konusunda bizi en iyi konuma getirdiğini erkenden fark etti.

Hepsinden önemlisi: Kaybeden olmak bize hayatın en iyi korunan sırrının anahtarını verir: Özünde, dünya – ve onun içindeki biz – başarısız bir projeden başka bir şey değiliz aslında.

Detaylandırayım.

 

BAŞARISIZLIK, HİÇLİĞİN ANİDEN ORTAYA ÇIKMASIDIR

Bu böyledir: Her zaman bazı konularda başarısız olur insan. Büyük ya da küçük, ama en büyük başarısızlığımız, kural olarak başarısızlığı anlayamamamız olabilir. Ve bunun hakkında düşünecek donanıma sahip olmadığımız için, onun hayatımızdaki daha geniş önemini kavrayamayız.

Uzun bir evrimsel tarih, bizi dünyada hayatta kalma şansımızı artıran her şeye körü körüne gitmeye ve dolayısıyla acil başarının peşinden koşmaya programlamıştır. Tıpkı sonluluğumuz ve ölümlülüğümüz üzerine düşünmek gibi, başarısızlık üzerine de kara kara düşünmek hayatta kalma şansımızı artırmaz.

Başarısızlık, varoluşun ortasında hiçliğin aniden ortaya çıkmasıdır ve hiçliği düşünmek, ruhsal olarak aydınlatıcı olsa da, evrimsel olarak pek bir anlam ifade etmez. Bu nedenle, başarısızlık gerçekleştiğinde – ki bu her zaman olur – içgüdüsel olarak, fazla dikkat etmeden veya derinlemesine çalışmadan yolumuza devam etme eğilimindeyiz. Bu, başarısızlığın bize karşı kazandığı en tatlı zaferlerden biri olsa gerek.

 

Acı, ama hakikat: Kültürümüzde nahoş, rahatsız edici, bunaltıcı olan her şey etkisiz hale getiriliyor, kısırlaştırılıyor ve derhal gözden düşürülüyor.

 

DAHA İYİ YENİLMEK DE BİR SEÇENEK

Kendi kendine yardım gurularının, manevi ustalığa dönüşen girişimcilerin, kişisel gelişimcilerin ve diğer “hayat korsanları”nın tereddütle tekrarladığı, daha iyi başarısızlığa dair Beckett’in alıntısını ele alalım.

Ne demişti?

“Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.”

Bu bilgeleri dinlerseniz, felaket yaşadıktan sonra muhteşem başarılara rastlamaktan daha kolay bir şey yoktur. Bu görüşe göre, başarısızlık her zaman doyuma gebedir, tıpkı âşıklar arasındaki bir kavga gibi; bu da onların nihai uzlaşmasını daha da tatlı hale getirir; zaten büyük olan bir ilişkiyi canlandırmak için yapılmış küçük bir hile.

Ancak bu insanların her zaman bahsetmeyi başaramadığı şey, en sevdikleri başarısızlık sözlerinin hemen ardından gelen şeydir. Çünkü Samuel Beckett’e göre daha iyi başarısız olmaktan çok daha iyi bir şey var: Daha kötü başarısız olmak. Aşağıya inmek ve batmak.

Kapitülasyon. Bir çıkış arıyorum. Son.

İşte, kural olarak rahatlıkla dışarıda bırakılan Worstward Ho (1983) adlı kısa romanının daha geniş bağlamı şu: “Tekrar dene. Tekrar başarısız ol. Tekrar daha kötü başarısız ol. Hatta daha da kötü. Tamamen hastalanana kadar. Tamamen kusana kadar.”

Başarısızlık mutlaka başarıya yol açmaz; fakat daha da fazla başarısızlığa, sefil, acı verici, dayanılmaz bir başarısızlığa yol açar. Beckett’in Cioran’ın arkadaşı olduğunu söylemiş miydim? Beckett bir keresinde ona “Yıkıntılarınızın ortasında kendimi evimde gibi hissediyorum” diye yazmıştı.

 

GÖĞE BAKANLAR

Başarısızlığın bu şekerle kaplanması daha büyük bir toplumsal sürecin parçasıdır. Kültürümüzde nahoş, rahatsız edici, bunaltıcı olan her şey etkisiz hale getiriliyor, kısırlaştırılıyor ve derhal gözden düşürülüyor demiştim. Tekrarlıyayım müsaadenizle…

Ekonomik ve sosyal nedenler kadar zihinsel sağlık nedenlerinden de değil. Toplumun üretken bireyleri olabilmek, çok para kazanıp daha çok harcayabilmek, kredi alıp faiziyle geri ödeyebilmek için ‘olumlu bakış açısına’ bağlı olmamız gerekiyor.

Kapitalizm yalnızlar, depresifler ve metafizikçiler üzerinde gelişmez. Hiçbir saygın banka, yarın Henry David Thoreau’yu kaybedecek bir müşteriye bugün borç vermez.

Göbeğe bakanlar tehlikeli unsurlar olabilir. Felsefi nihilistler de öyle. Sayıları kontrol edilmezse en çalışkan toplulukları bile zayıflatabilirler.

Bu nedenle bu tür antisosyal eğilimlerin yakından izlenmesi ve gerektiğinde ayıklanması gerekir.

Etkileyici bir terapistler ordusu, sağlıklı yaşam koçları, yoga eğitmenleri, kişisel gelişim uzmanları, eğlendiriciler, eğitimciler, girişimciler ve diğer hayırsever ruhlar, bırakın boşluğa bakmayı, varoluşun karanlık tarafına asla rastlamamamızı sağlamak için görevlendirilmiş gibiler.

Bu, sanat ya da edebiyat aracılığıyla bize geldiğinde bile sorunludur. Uçurumu araştıran harika kitaplar, insan ruhunun büyüsü (vasat olanlar asla oraya gitmez) artık ‘tetikleyici uyarılarla’ geliyor. Görünüşe göre ciddi yayınları solumak sigara içmek kadar tehlikeli.

Kabul edelim ki, bu şeker kaplama endüstrisi modern toplumdaki yaşamı son derece yapay bir olaya ve büyük ölçüde alay konusu haline getirdi, ancak çoğu insan bunu umursamıyor gibi görünüyor. Çünkü akılsızlık modern yaşamın bir diğer önemli boyutu.

İşte Cioran’ın vahşi bilgeliği budur.

Hayatı boyunca ‘ciddi hiçbir şey yapamadı’, ama yine de kitaplarında hepimizin içinde çalıştığı modern yaşamın yabancılaşmış durumuna dair en ciddi içgörülerden bazılarını sundu.

Herkes kazanma derdinde. Koca bir ordu, muazzam bir orkestra – herkes.

Ama çok az kişi kaybetmenin erdemine ulaşmış vaziyette.

Kaybedelim efendim. Bir kere olsun kaybeden değil, daimi kaybeden olalım.

Herkesleşmek işin kolayı.

Zoru seçip kendimiz olalım.

Daha Fazla Göster:
Emil Cioran

BERKE KAYA
03 Eylül 2023 GÖRÜŞ

Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version