Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Kâbustan uyanmak

Kâbustan uyanmak


YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN

At kestanesi ağaçlarının altındaki ıslak toprakta açılmamış kestaneler bulup, yuvarlağa yakın olanlarından kafalık yaparak oynadığımız, yumuşak taşları yerdeki sert betonlara sürterek yaptığımız küçük tekerlekleri, bahçedeki yükseltiden alt kısma doğru meyilli rampadan aşağı yuvarlayarak yarıştırdığımız, uzun eşek ve körebe oyunlarının akşam etütlerindeki aralarda bizi kahkahalara boğduğu Taşmektep yatılı günlerinde, bin dokuz yüz yetmişlerin sonları, seksenlerin başlarına ışınlandım rüyamda birden. 

Eylül ayının ortaları, sıcak ve mutlu sabah saatlerinde gündüzcülerin geldiği saatten önce yapılan sabah kahvaltısında yine beş kuru kara zeytin, kokusuna tahammül edemediğim bir haşlanmış yumurta, ekmek topuğu, bol şekerli karavana çayı – Türkiye’nin yoksul günlerinin yoksul çocuklarını bir araya getiren tek yatılı ilkokulun her bir yatılı öğrencisinin anlatacağı nice hikâyeler vardı. 

Dedemin Cuma günleri beni okuldan alıp İstasyon Caddesi üzerinden yürürken, İşitme Engelliler Okulu’nu geçince hemen sağ tarafta bir kuruyemişçiden akide şekeri, keçiboynuzu, leblebi unu, gofret veya başka ne canım çekerse aldığı an, tüm yalnız geçen yatılı gecelerinin hayali olurdu hafta boyunca. Kalp hastası olan dedem ağır adımlarla yürürken, ben çoğu zaman önden gider, apartman bahçelerindeki envai çeşit bitkilerin yapraklarını, yerlerdeki solucanları, sokak kedilerini ve etrafta uçuşan ya da yürüyen böcekleri incelerdim. Dedem, yazık, sabırla sorduğum sorulara, aynı yaylım ateşi hızıyla cevap vermeye çalışırdı. Perşembenin en sevdiğim gün olmasının nedeni, Cuma’dan bir önceki gün olmasıydı. Dedem bunu bilir, Cuma günlerini en özel gün yapmak için babaannemle beraber elinden geleni yapardı. 

Yatılı okul günleri andımızla başlardı. Askerliğini yedek subay olarak yapmış dedem, İkinci Dünya Savaşı esnasında tezkereler iptal olunca normal süresinin çok daha fazlası askerlik yapmış. Babam da aile nereye tayin olduysa oraya gitmiş, abisi ve kız kardeşiyle beraber. Dedem Sovyet sınırında küçük bir askeri birimde görev yaparken atı varmış. Bir gün babam ata elinden yem yedirirken at yanlışlıkla babamın elini ısırmış. Babam tüm hayatı boyunca atlardan korktu, atlar dâhil tüm hayvanları çok sevmesine karşın. O sınır bölgesinde ordu soba borularını top namlusu gibi sınırda Sovyet tarafından görülebilecek yerlere yerleştirmiş. Elde avuçta olan topun tüfeğin caydırıcılığı olmayacağını bildiklerinden, akıllarınca böyle bir önlem almışlar. 

Dedem tezkeresini teğmen olarak aldığında, orduda kalmasını teklif etmişler. Aileyi oradan oraya sepet gibi taşıyan dedem, babaannemin memuriyetini yakmamak için, biraz da metazori bunu reddetmiş ve om da küçük memuriyetine geri dönmüş. Ama bu onun içindeki askeri de, sonsuz vatan sevgisini de azaltmamış, bilakis bilemiş ve keskinleştirmiş. 

İşte o dede, beni okuldan aldıktan sonra, Göztepe’den Erenköy’deki evimize yürürken, hep bayrak, vatan, Kurtuluş Savaşı – o İstiklal Harbi derdi – ve daha nice vatanperver öyküyü bana anlatırdı. Cumartesi ve Pazar günleri evdeki kalorifer borularından yaptığımız göndere Türk bayrağı çekerken, asker selamı verir, sonra Hayat Ansiklopedisi’nden veya Tarih Ansiklopedisi’nden dedemin seçtiği ansiklopedi maddelerini beraber okurduk. O tarih ve coğrafya bölümleri, yine dedem ve babaannemin ortaklaşa bana ezberlettikleri “kerrat cetvelinden” (çarpım tablosundan) çok daha fazla üzerinde durduğumuz bir konuydu. Haritalara bakmak, uzak diyarların coğrafi özelliklerini öğrenmek, tarihteki kahramanlıkları ve ihanetleri konuşmak, bayrak katlamak, katlanmış bayrağı öpüp başına koymak, milli bayramlarda onu çekmecesinden çıkartmak, sonra yine öpüp başımıza koyduktan sonra evin ön cephe pencerelerinden birine asmak… 

Bu rutinler dedem rahmetli olana kadar devam etti. 

Onun torununun Taşmektep’te her gün Andımız’ı coşkuyla okuyan 295 numaralı B şubesi öğrencisi Efe olması başta benim ailem olmak üzere kimseye garip gelmiyordu. Rüyada da her şey aynen bu anlattıklarımın dünyasıydı. Sanki o gerçekte, o boyutta, o zamanda vardım. Sanki şu an neysem ve kimsem, o küçük yaştaki çocuğun daha yaşamadığı yıllarda oluşmuş olduğundan bir anda ortadan kayboluvermişti. 

Derken rüyamda bir başka zamana ışınlandım. 

Dedemim ölümünden birkaç sene sonrasıydı. Babaannem pazardan dönmüş, her zaman olduğu gibi başından geçen ilginç şeyleri bana anlatıyordu. “Oğlum, pazarda bazı satıcılar kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlar ama ben ne dediklerini hiç anlamıyorum”. Neden sonra o satıcıların Kürt olduğunu öğrenecektim. Türkiye’de yaşayan başka bir halk, farklı dil konuşan, insanlar… Yazları gittiğim İzmir’de, anne tarafımda evde Rumca konuşulduğunu, ama bunun gizli ve sadece ev ortamında yapıldığını biliyordum ve Kürtlerin açıktan sokak ortasında özgürce Kürtçe konuşuyor olmaları, bana biraz masal kahramanlarının kötü hükümdara meydan okuyuşları gibi geliyordu. Oysa televizyonda bize sürekli bölücülerden, anarşistlerden ve teröristlerden bahsediliyor, Ertürk Yöndem’in programlarında kışın anca helikopterle ulaşılabilen ücra köylerde dilimizi konuşamayan ve bize korkunç fakir ortamda farklı bir ülkenin vatandaşı gibi gelen insanları görmemiz büyük şaşkınlık uyandırıyordu. 

Ne babaannemin Kur’an’ın üzerindeki Tekvin’inin sonradan Tevrat’ın bir bölümü olduğunu öğrenmem, ne anneannemin aile toplantılarında kardeşleriyle bir köşeye çekilip Rumca konuşması ve bunun herkesçe normal addedilmesi gibi işaretler, benim Taşmektep dönemlerindeki milli duruşumu etkilememişti. Bunu hep bir tür ayrı evren gibi algılamış, büyüklere sorduğumda da “Ne mutlu Türk’üm diyene” demenin her şeyi açıklayan, aklayıp paklayan bir cümle olduğu söylenmişti. “Kendi aralarında bir dilde konuşan insanların” o sokaklarda gururla kendi kültürlerini yaşamaları bu pakta, bu Atatürk’le dokunulmaz kılınmış olan ve herkesçe gözü kapalı kabul edilen eleştirilemez Cumhuriyet doktrinine öyle açıktan meydan okuyordu. Ve benim gibi çocukları ve gençleri sarsıyordu. 

Rüyamda İzmir’den Gümüldür’e, Birsen teyzemle Oktay eniştemin yazlıklarına annemle beraber giderken, yolda taksi şoförüyle sohbete giren 17 yaşındaki solcu delikanlı oluverdim birden, sonra. Annem arkadan dürtse de, milliyetçi şoföre Kürtlerin haklarının neden önemli olduğunu, neden özgürlüğü hak ettiklerini, neden oğullarına ve kızlarına istedikleri isimleri verebilmelerinin insani olduğunu, neden Türk olmak zorunda olmadıklarını anlatıyordum. Arabadan inince annem haşlasa da, bunu korkusundan yapmıştı ve onun da aslında benimle gurur duyduğunu o gün anlamıştım. 

Ölmeden önce anneannem bana 9 Eylül sonrası İzmir’de yangını Rumların çıkartmadığını, bunu ordunun yaptığını gözyaşları içinde söyleyecekti. Uykuda, rüya görürken ağlamak mümkün müydü? Rüyada öldürülen Rumlara ağlamak vatana ihanet olur muydu? 

Anneannemin ailesi İzmir’e indiklerinde Türkçe bilmiyormuş. Türkiye’de “vatandaş Türkçe konuş!” afişleri arasında sokakta insanları eve kadar konuşturmayan bir cumhuriyetin bayrağını kalorifer borusundan göndere her sabah çekmek nasıl bir duygudur? Anne tarafıma “aslında onlar Rum” denirken, öte yandan babaannenin tekvinini maharetle halının altına süpürmesi ve Balkan kökenlerine karşın “Kastamonulu öz Türk” masallarıyla çocuklarına ve torunlarına “cumhuriyet bilinci aşılaması” da sadece bir rüyanın kâbusa dönüşme sinyalleri olarak görülüp, “üzülme, geçti artık” diyerek geçiştirilecek bir şey midir? Her ortalama “Türk” bireyi bu çelişkilerle mi hayatına devam etmek durumunda, yoksa bu biraz da benim ailemin mi bir özelliğiydi, bilmiyorum. Rüya da bunu açıklamıyor zaten. 

Yolculuğumuz belki de olanların farkına vardıkça daha iyi insan olma gayretinden ibarettir. 

Sokakta kendi aralarında bir şeyler konuşan ve rahmetli babaannemin konuşulanları anlayamamaktan yakındığı insanlardan bugünlere, kırk yıldan fazla zaman geçti. Evdeki Kur’an’ın üzerinde duran ve babaannemin arada okuduğu Tevrat’ın ne olduğunu halamla konuşmamın üzerinden de on yıllar! Anneannemin annesinden öğrendiği anadilin Rumca olması bir asır önceydi. O zavallının korkudan çocuklarıyla anadilinde konuşamaması ise en az 75 yıllık bir acı. Arada başların öteki tarafa çevrildiği 1915’ler, 6/7 Eylül’ler, Dersim katliamları, Varlık Vergileri ve nice zulümler. Geçmişe yok muamelesi yapan cumhuriyetin okullarında hararetle okunan Andımız. Tarih kitabı sandığımız, ama aslında cumhuriyetin iyi “vatandaş yapma” eğitimi kılavuzu olan ders kitapları, o kitapların tarihi “başarı” şehvetine programlı öğretmenler. 

Rüyalar kâbusa dönüşünce uyanmak istersiniz. Ama kâbustan uyanmak rüyadan uyanmaktan zordur. Ben de kâbustan uyanmak istiyorum. Artık yeter, kâbustan uyanalım, ne olur. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version