Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

İnsanlığın üç büyük sorusu

İnsanlığın üç büyük sorusu


(Hayatın Anlamı 5)

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

Önceki yazılarda anlam arama ve anlamlandırma ihtiyacının, insanın varoluşunu ilgilendiren en temel ve en deruni ihtiyaçlardan biri olduğu üzerinde durmuştuk. İnsan, bir söze anlamlıysa kulak verir, bir işe anlamlıysa emek harcar, hayatı da anlamlı bulduğu ölçüde yaşamaya değer görür. En büyük sermaye olan koca ömrün uğruna adanacağı ve peşinden gidileceği bir anlam ve amaç varsa hayata dair her şey güzelleşir; hayatın bütün zorluklarına katlanılır. Hayat anlamını bulamadıysa yani boş, saçma ve absürt görülüyorsa hayatın en zevkli ve neşeli anlarında bile iç sıkıntıları insanın yakasını bırakmaz.

Yine daha önceki yazılarda kısaca temas ettiğimiz üzere insanın dünya sahnesine nereden geldiği, niçin geldiği ve sonrasında nereye gideceği sorularına mukni ve makul cevaplar bulunamadığı sürece hayatın anlamı da bulunamaz. Bu soruların cevabı aynı zamanda ben kimim ve içinde yaşadığım dünya nasıl bir yerdir, sorularının da cevabıdır. Bu sorularla yüzleşmeyen ve bu soruların cevabını bulamayan bir insan, ömrünü ya anlamsızlık girdabında ya da sahte anlamlar peşinde tüketmeye mahkûmdur.

Modern dünyada hayat çok gürültülü, çok hızlı ve çok telaşlı yaşandığı için belki varoluşa dair bu can alıcı sorular üzerinde düşünemiyoruz veya hayatın merkezine zevk ve eğlenceyi koyduğumuz için bunları düşünmek istemiyoruz. İçinde yaşadığımız dünyada gaflet perdesini kalınlaştıran ve bizi varoluş gayemizden uzaklaştıran o kadar çok faktör var ki! Ne var ki bu sorulardan kaçmak bizi daha mutlu, daha huzurlu hâle getirmiyor. Deve kuşu gibi başımızı kuma sokarak avcıdan kurtulduğumuzu zannediyor ama sadece kendimizi kandırıyoruz. Yaşadığımız derin manevi krizler, başa çıkılmaz psikolojik sorunlar, insanı insanlığından utandıran ahlaki çöküntü de bunun en büyük göstergesi değil mi? Her geçen gün insanlığımızdan bir şeylerin kopup gittiğini görmüyor muyuz? 

Tekrar yukarıdaki sorulara dönelim. Birincisi, insanın bu dünyaya nereden veya nasıl geldiği sorusuydu. Kur’ân’ın kendine has üslubuyla detaylı olarak bu konuda yaptığı izahları bir kenara bırakacak olursak, bu soruya kendi imkânlarımızla cevap vermemiz mümkün müdür? Tesadüflerin atomları bir araya getirmesinin dışında yaratılış gerçeğinin yerine koyabileceğimiz başka bir izahımız var mıdır? Bu izahın imkân ve makuliyeti bir yana, böyle bir varoluş hikayesinde bir anlam bulunabilir mi? Peki, dünyaya gelişimiz daha işin başında bir anlam ve amaca bağlı olarak gerçekleşmemişse, hayatımızı nasıl anlamlı hâle getirebilir ve yaşamımızın içini neyle doldurabiliriz? Faraza bu mümkün olsa bile, maddî sebeplerin ve tesadüflerin ortaya çıkardığı ve neticesi de yokluk ve hiçlik olan bir hayat ne kadar yaşanmaya değer? Bu durumda insanı ve hayatı değerli kılan şey nedir? Bu yolun sonu varoluşçuların ve nihilistlerin iddia ettiği gibi absürdizm ve hiçliğe çıkmaz mı? Günümüzde başa çıkamadığımız insanlık sorunlarına bir de bu gözle bakmakta fayda var.

Kur’ân’ın ortaya koyduğu yaratılış hikayesi ise oldukça basit, anlaşılır ve akla uygundur. İnsan bu dünyaya tesadüflerin bir oyuncağı olarak değil, bilakis sınırsız bir ilim, kudret ve irade sahibi Yüce Yaratıcı’nın bir gaye ve hedefe, plan ve programa bağlı yaratmasıyla gelmiştir. Allah’ın “ol” demesiyle oluvermiş, ruhundan üflemesiyle de hayat bulmuştur. Varlığın özü ve usaresi mahiyetinde olan hayat; maddeye, sebeplere ve tesadüflere verilemeyecek kadar gizemlidir, görkemlidir, komplekstir ve mükemmeldir. İnsan, sınırsız güç ve kuvvet sahibi Rabbü’l-Alemin’e intisap ettiğinde gerçek değerini bulduğu gibi, hayat da onun eseri olarak görüldüğünde anlamını bulur ve yaşanmaya değer olur.

İkincisi, insanın bu dünyaya niye geldiği, yani bir yaratılış gayesinin bulunup bulunmadığı sorusudur. Allah’a inanmayan, O’nun gönderdiği kutsal kitapların ve nebilerin sözüne kulak vermeyen bir insanın bu sorunun cevabını bulması mümkün değildir. Amacın olmadığı bir yerde anlamdan da söz edilemez. Bir ömür boyu bağlı kalacağı ve peşinden koşacağı yüce bir hedefi olmayan bir insan için kaçınılmaz yol, hevasına boyun eğmek, arzu ve tutkularının kölesi olmaktır. Kur’ân burada da elimizden tutar, yolumuzu ve yönümüzü tayin etmemize yardım eder. İnsanın, başıboş bırakılmadığını, Rabbini tanımak ve O’na kulluk etmek için bu dünyaya gönderildiğini haber verir. Rabbine nasıl kulluk yapması, diğer insanlarla ve varlıkla nasıl bir münasebet kurması ve nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini talim eder. İnsan bir kul olarak Allah’la kurduğu ilişki sayesinde ve Kur’ân’ın rehberliğine sığındığı ölçüde hayatını bir bütün olarak baştan sona anlamlı hâle getirebilir.

Üçüncüsü, insanın nereye gittiği sorusudur. Çokları ilk iki soru karşısında kayıtsız kalmayı başarsalar da ölümün soğuk yüzünü ve ölüm sonrasını düşünmekten kendilerini alıkoyamazlar. Çünkü ölüm, bütün lezzetleri acılaştırır. Aşırı değer yüklenen ve sıkı sıkıya bağlanan mal, mülk, evlat, makam, şöhret gibi dünyalık şeylerin bir gün kaybedilecek olması dayanılmaz bir düşüncedir. Ölüm gerçeği karşısında dünyaya ait ne varsa birden anlamsızlaşıverir. Elde kalmayan, bizi terk eden, zevki ve faydası geçici olan, üzerinde fena mührü bulunan şeyler uğruna mücadele etmeye neden değsin ki? Asıl önemli olan hikayenin sonu olduğuna ve sonda da kabrin ve ölümün karanlık yüzü durduğuna göre zavallı insanoğlu neyle teselli bulacak? Eğer ölüm demek hiçlik ve yokluk demekse ve insan adım adım buna doğru gidiyorsa hayat bir işkenceye dönüşmez mi? Dönüşür. Ama insanoğlu gafletle, eğlenceyle, sarhoşlukla bir şekilde ölüme karşı da gözlerini kapayabiliyor.

İlk iki soruda olduğu gibi üçüncü sorunun cevabı da Rabbimiz tarafından bize bildirilmiştir. İnsan, ölümle birlikte ebedi var olacağı bir âleme gidiyor. Bu öyle bir âlem ki insanın bu dünyadaki amelleriyle kuruluyor. Dolayısıyla insanoğlu, ölümle birlikte her şeyin kendisini terk etmeyeceğini, yanında götürebileceği bir şeyler olduğunu öğreniyor. Söz ve fiilleri, tavır ve davranışları, hatta hayatının her bir saniyesi apayrı bir anlam kazanıyor. Dünyadaki bütün nimetlerin, zevk ve lezzetlerin sadece birer numune olduğunu ve bunların asıllarına kavuşma imkanının bulunduğunu öğrenmesi, her şeyin rengini değiştiriyor.

Bediüzzaman’ın tabiriyle şimdiye kadar bütün akılları meşgul eden ve hayret içinde bırakan bu üç müşkül ve müthiş büyük soruya en güzel cevabı Hz. Peygamber (s.a.s) vermiştir. Dolayısıyla hayat gerçek anlamı İslâm’la bulmuştur. Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki Allah varsa hayat ve hayata dair her şey anlamlıdır. İnsan, Kur’ân’ın rehberliği sayesinde şu uçsuz bucaksız evrendeki yerini ve konumunu anlayabilir. Allah’a olan inanç ve itimadı sayesinde yalnız olmadığını, terk edilmediğini bilir; Rabbinin inayet, riayet ve merhameti altında yaşadığını derinden derine hisseder. Allah’a olan intisap ve irtibatı sayesinde değersizlik, kompleks, korku, kaygı ve anlamsızlık gibi insanı yiyip bitiren olumsuz duygulardan kurtulur. Varlığın Allah’ın Kayyumiyetiyle ayakta durduğunu ve O’nun tasarruf ve tecellilerinin her an devam ettiğini bilen bir insan, her zaman her şeyin hikmetini anlayamasa bile, bunların yerli yerinde olduğuna, O’nun mülkünde abes hiçbir şeyin bulunmadığına inanır. Hayatlarını bir güne hatta bir saate sığdıran küçücük canlıların bile bir gaye ve hikmete binaen yaratıldığını bilen insan, mahlukatın efendisi olarak kendi hayatının abes ve boş olamayacağını bilir. Dolayısıyla da onu saniyesini fevt etmeden teenni ile, hissederek, duyarak, anlayarak dolu dolu değerlendirmeye çalışır.

İçinde iman olmayan bir hayatı anlamlandırmak ve huzur ile yaşamak sanıldığından çok daha zordur. Uzay boşluğunda devasa gök cisimleri arasında âdeta bir kum tanesinden ibaret olan ve müthiş bir hızla hareket eden bir gezegenin misafiri olmak bile insanı ürkütür. Ölümlerin, yok oluşların, felaketlerin eksik olmadığı bir varlık âleminde iman olmadan bir hayat nasıl anlamlı ve huzurlu yaşanabilir ki? Uğrunda yaşamaya ve hatta ölmeye değecek bir gayesi olmayan bir insan, geçici dünya zevkleriyle hayatına anlam katabilir mi? Katsa bile bu anlam sürekli, sahici ve tatmin edici olabilir mi? Sahip olduğu en değerli varlıklarını elde tutamayan, kendisinin sandığı bedenine dahi hâkim olamayan, en sevdikleri bile tek tek kendisini terk eden bir insan için doğumla ölüm arasındaki kısacık fani bir hayatın anlamı ne olabilir ki?

Hayatın anlamına dair kaleme aldığım bu beş bölümlük yazı serisinde konuyu gereğinden fazla uzatmış ve tekrarlara girmiş olabilirim. Bu konuda biraz rahat hareket etmemin sebebi, modern dünyanın hızı ve keşmekeşliği içinde hayatın anlamının da unutulması ve buna bağlı olarak yığınla problemin baş göstermesidir. Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere dinlerin ve özellikle de İslâm’ın varlık, insan ve Allah’a dair bize sunduğu perspektif, hayatı anlamlı ve bir amaç doğrultusunda yaşayabilmenin tek olanağıdır. Hayatın merkezine, temeline ve hedefine Allah’ı koyduğumuz takdirde hayatımız da, varlık da, varoluş ve yok oluşlar da gerçek anlamını bulacaktır.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version