Bediüzzaman Ankara’da (10)
“Geçmişe ait hayallerin depolandığı,
ideolojiler ve retro modalardan başka bir şeyden ibaret olmayan,
bir boşluk alanı, yitirdiğimiz bir gönderenler sistemi, bize ait bir mittir.”
Baudrillard
Galiba tarih kadar konjonktürden, popülariteden ve ideolojilerden etkilenen başka hiçbir alan yoktur!
Hele hele bizim gibi yüzyıllar boyunca bir medeniyet olarak yaşamış kültürlerin tarihi oldukça tartışmalı şekillerde kayda geçilmiştir. Resmi ve gayr- resmi tarih arasında bazen tamamen zıt hakikatler ifade edilir.
Kocaeli Üniversitesi’nden Ayşegül Yılmaz’ın “Tarihsel Hatıratların Suistimaline Bir Örnek: Cemal Kutay, “Süleyman Tevfik’in 31 Mart Günlükleri” başlıklı incelemesi (Sanırım bir tezdir bu çalışma) tarih bilimi açısından oldukça ibretli veriler barındırır.
Yılmaz, daha girişte şu mühim tespiti yapar: “31 Mart Vakası’nın siyasi, askeri vememur kesiminin hatıralarında yer alması geniş bir çerçeve sunması açısından önemlidir. Bubağlamda hatıratlar, yazarının görüşü, yazdığı dönem ekseninde gelişmiştir. Bazı hatırat metinleriise, hatıratı yazan kişi tarafından gazeteci ve tarihçilere verilmiştir. Bu türdeki metinlerinçoğunluğuna yapılan müdahale, metnin orijinalliğini etkilemiştir. Bu bağlamda bu makaleninkonusu 31 Mart vakasına yönelik hatıraların tarih yazımı açısından değerlendirilmesiyle birlikte, temel olarak gazeteci-yazar Süleyman Tevfik Özzorluoğlu’nun, Cemal Kutay tarafından derlenen 31 Mart Vakası’na dair günlüklerinin analizi üzerinedir. Makalemizdeki iddiamız söz konusunotların Süleyman Tevfik tarafından yazılmadığı, Cemal Kutay tarafından kurgulanmış olduğudur.Makalemizde Süleyman Tevfik’e atfedilen günlükler, diğer metinlerle karşılaştırılarak irdelenecektir.” (s1)
Merhum Kutay’ın sağlam üfürdüğü çalışmalarından biri.
26 sayfalık çalışmada adını itibarlı tarihçiler arasına yazdıran Cemal Kutay’ın tarihi nasıl oyuncağa çevirdiğini göstermesi açısından ibretliktir. Gerçekten de Cemal Kutay’ın kitabı incelendiğinde Süleyman Tevfik’e atfedilen günlüğün tamamının Cemal Kutay tarafından uydurulduğu ortaya çıkar.
Ve ne yazık ki, piyasada o kadar çok böyle eser vardır ki. Hiçbir hatırat tutmadığı kesin olan padişahlara ait günlükler mi istersiniz, savaş notları mı, gizli belgeler mi?.. Tamamen uydurma, kolpa metinleri tarihi belge diye pazarlmayan profesyonel yazar-tüccarları çoktur bu ülkenin.
Bu sebeple eğer bir kitapta “günlük” ibaresi geçiyorsa mutlaka mesafeli yaklaşılmalıdır. Çünkü büyük bir ihtimalle tamamen hayal ürünü olmasa bile yazarın tıynetine göre yorumlamalar, zorlamalar, eksiltmeler ve eklemeler olacaktır. Bu çalışmada ayrıntılı olarak ele aldığımız Rıza Nur’un Hayatım ve Hatıratım isimli eseri bunun için şahane bir örnektir.
Malum olduğu üzere tarihçi (!) Cemal Kutay 1974 yılında “Bilinmeyen Tarihimiz” isimli bir kitap yayınlar. Aynı kitabı yıllar boyu başka başka adlar altında defalarca yayınlamaktan da çekinmez. Zira önemli olan para kazanmaktır! Dolayısıyla Örtülü Tarihimiz, Yazılmamış Tarihimiz isimli kitaplara denk gelirseniz yine Cemal Kutay’ın aynı içeriğinin takdim-tehir edilmiş yutturmacasıdır.
Sadece bu oyunları da yapmaz Kutay… Kitabı tabiri caizse dilim dilim eder ve farklı farklı isimlerle ayrı olarak da yayınlar. Mesela bu kitabın içeriğini “31 Mart İhtilalı’nda Sultan Abdülhamit” (1977) ve “Otuz Bir Mart 85. Yaşında Bir Geri Dönüşün Mirası” (1994) tekrar tekrar kitaplaştırır!
Merhumun handiyse cinayet boyutunda işlediği vahim hatalar vardır. Bunların sadece birini yakından okumak isterseniz şöyle buyurunuz.
Cemal Kutay kendi yaptığından olsa gerek herkesin bu tür vesikalarda kendi meşrebince eğip bükmeler, oynamalar, ekleme ve çıkarmalar yaptığına inanır. Bu sebeple “Mustafa Kemal ne yazık ki kendi nutkunda Milli Mücadele’nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır!” diyerek tarihe bodoslama dalar!
Bir de bazı hatıralar ve belgeler vardır ki, gün yüzüne çıkma imkanı bulamamıştır. Size Kazım Karabekir’in ailesinin bile haberi olmadığı, bir hırsızlık sonrası tesadüfen ortaya çıkan günlüklerinden bahsetmiştim. O günlükler bulunup yayınlanmasa bugün özellikle Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemine ait bildiğimiz pek çok ayrıntı karanlıkta kalacaktı.
Size böyle bir günlükten bahsedeceğim. Gerçi bu çalışmada daha önce ondan bahsettiğimi hatırlayacaksınız. (BKNZ) Önce hatıratı tutanı tanıyalım.
1880 tevellütlü olan ve Rüştiye tahsili (Karahisar Şarki Rüştiyesi’nden ‘Aliyyüla’la’ ile mezun olmuştur) ) yapan Ali Süruri (Tönük) 1. Ve 2. Dönem Şebinkarahisar vekilliği ve bir dönem de TBMM Başkanvekilliği yapmıştır. 1926 senesinde (Bir trafik kazası neticesinde) vefat ettiğinde hala başkan vekiliydi. Genellikle Yıldız Mahkemesi Başkanı olan (Mithat Paşa ve arkadaşlarına idam cezası vermişti) hakim Ali Süruri Efendi ile karıştırılır. Hukukçu kökene sahip nadir vekillerdendir.
Süruri Bey “Bazı Hatırat” adlı yazma defterinden 1922-1923 yıllarına ait olup TBMM çalışmalarına ve Ankara’nın o yıllardaki günlük hayatına ilişkin ilginç tespitler içeren günlük notlar tutmuştu.
Prof. Dr. Sadık Sarısman, Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü Dergisi,’nde kaleme aldığı son derece kıymetli bir araştırma olan “Şebinkarahisar Mebusu Ali Süruri Bey’in Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki Faaliyetleri” başlıklı çalışmasında “Birinci Dönem TBMM’nin en aktif milletvekilleri arasındadır. Buna rağmen hakkında hiçbir bilimsel çalışma yapılmamıştır.” dedikten sonra, Ali Süruri Beyi şöyle tanımlıyor:
“Bey Ali Süruri Bey 9 Mayıs 1920’de milletvekilliği görevine başlamıştır. Mecliste hukukçu kimliği ile sıklıkla söz almıştır. Usul meseleleri başta olmak üzere çok sayıda konuşma yapmıştır. Son derece titiz bir kişi olduğu için kanunlarda uygun kelimenin kullanılması için çaba sarf etmiştir. O, en çok önerge veren milletvekilleri arasındadır. Oylamalarda çok sayıda çekimser ve ret oyu da kullanmıştır. Aklına ve vicdanına yatmayan hiçbir konuda kabul oyu vermemiştir.” (Millî Mücadele’den Milli Egemenliğe Karadeniz Özel Sayısı, s169-189)
Gerçekten de Meclis Tutanaklarını incelediğimizde merhumun 6 yıllık vekilliği (Ki çoğu TBMM Başkanvekili olarak geçmiştir) sırasında tam 295 kez söz alıp hemen her konuda konuşma yaptığını görüyoruz.
Dediğimiz gibi Ali Süruri Bey tam bir not tutma, hatırat yazma meraklısıydı. Ancak hayattayken bu günlükleri ya yayınlatma imkanı bulmadı ya da yayınlanmasında sakınca gördü. Yıllar sonra Elyazması ve Nadir Eserler Uzmanı Dr. Niyazi Ünver tarafından keşfedilip, hazırlanarak yayınlanması için Tarih Kurumu’na gönderilen bu eseri okuyunca anlattığımız olaylardaki eksik taşlar yerine tamamen oturuyordu. Kitap, “Yakın tarihe Tanıklığım” ismi ve “Ali Süruri Tönük” imzasiyla 2013’te yayınlanıyor.
Günlüğe geri döneceğiz ancak, yine bağlam oluşturmak için bir ara mevzu var ondan bahsetmeliyiz.
Bir turnusol: Men-i Müskirat Kanunu
Tarihi değerlendirmeye alırken, olayların arka planı, bireysel bagajlar, farklı ikbal tahayyülleri, ideolojiler, olgular kadar olaylara da tüm bu etmenleri dikkate almak önemlidir. Birazdan aktaracağım bahis, incelemeye çalıştığımız konu ile çok fazla doğrudan ilintili olmasa da, dönemin topografisini çıkarmak açısından mühimdir.
Şunu hemen belirteyim; içki içmek kişinin inancıyla ve tercihleriyle alakalı bir durumdur. Bir toplumda içkinin serbest olmasıla ilgili herhangi bir sıkıntım yoktur, açık alanlarda ölçüsüzce yapılan içki içki eylemleri ise tartışılabilir bir konudur. Devletin kurumsal olarak meseleye bakışıdır incelediğimiz. Çünkü buradan devleti yönetenlerin konu hakkındaki perspektifini de öğrenebilme imkanımız olacaktır. Yoksa, herkes bilmektedir ki, içki içmek devlet eliyle yasaklansa bile önlemez. Öyle olsa Suudi Arabistan gibi şeriatle yönetildiğini iddia eden ülkelerde dünyanın en çok içki satışı yapılıyor olmazdı. Kaldı ki, bakiye üzerine kurulan Cumhuriyet ne kadar yasaklarsa yasaklasın, Osmanlı’da en ağır yaptırımlar uygulanmasına rağmen içkiye, meyhaneye engel olunamadığı da bilinen bir gerçekti.
Men’i Müskirat Kanunu’nu farklı açılardan değerlendirmek mümkündür. Bunlardan ilki,yasanın alkollü içki içtiği bilinen Mustafa Kemal Paşa ile muhalifleri arasındaki kişisel birmücadelenin bir ürünü olduğudur. Kanun teklifinin daha sonra oluşacak olan İkinci Grup’uniki liderinden biri, Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey tarafından verildiği, Mustafa KemalPaşa ve yakın çevresinin uzun bir süre yasa tasarısının kanunlaşmasını engellediği göz önünealınırsa, bu yaklaşım nisbeten doğrudur da… Nitekim Mustafa Kemal Paşa, yasağa rağmen ancakTBMM ordusunun İzmir’e girişinden sonra İzmir’de alenen içki içebilecek ve içki yasağı AliŞükrü Bey’in Topal Osman Ağa tarafından öldürülmesinden sonra ortadan kaldırılacaktı.
Dönemin ruhunu anlayabilmek için (olum ya da olumsuz yaklaşma bağlamında söylemiyorum) Ziya Gökalp’in meşhur Balkan Savaşları’ndan sonra çeşitli mecralarda yayımladığı düşünce yazılarını içeren ve 1918’de yayımlanan kitabında irdelediği tez “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” tam anlamıyla devlet politikasına dönüşmüştü. Enteresandır Gökalp bu yazıların bazılarını Türk Yurdu, bazılarını ise İslam mecmualarında yayınlamıştı. Çok kaba bir bakışla kitabın ana amacının milliyetçilik fikri ile dini birbirine barıştırmaya çabası olduğunu söylemek mümkündü.
Birincisi Meclis’deki inanç ve yaşayış ölçümlemesi yapabileceğimiz önemli bir örnek: Men-i Müskirat Kanunu etrafında yapılan tartışmalardır.
23 Nisan 1920’de açılan Meclis’in önüne, bundan sadece 4 gün sonra; 28 Nisan 1920’de gelen dördüncü kanun teklifi, içkinin üretilmesi ve tüketilmesinin yasaklanmasına ilişkindi.
Birinci Meclis’in profiline baktığımızda Mustafa Kemal’in bir sentez peşinde olduğunu söylemek bile mümkündür. Toplumun hemen her kesimi, özellikle yenilikçi ve muhafazakar kesimin aynı anda temsil edilebilmesine önem vererek seçilmişti ilk meclis üyeleri.
Gayeleri, gelecek tahayülleri bambaşka, hatta taban tabana zıt olan çok grubun enerjisini tek bir potada eritmeye çalışmak gibi zorlu bir işe kalkışmıştı Kemal Paşa. Osmanlı’yı diriltmek ve halifelik bayrağını yerden kaldırmak isteyenlerle, ulus devlet fikriyatından etkilenen milliyetçileri, bağımsızlıkçıları hatta çetecileri kritik dönemece kadar bir arada tutmayı başarması gerekiyordu. Her an patlayacak bir çatışma ile oluşacak olan büyük bir yarık Cumhuriyet fikriyatını daha başında akim bırakma riski vardı.
Meclis parti olayına henüz tam olarak girmemişti ama zihinsel bağlamda iki ana gurup vardı. Birinci Grup’la (devrimci-radikal kanat), İkinci Grup olarak bilinen muhafazakâr (Hatta epey İslamcı diyebileceğimiz) kanat diyebileceğimiz gurup vardı. Bahsi geçen kanun tartışmaları ve oylamaları esnasında göreceğimiz üzere, tam bir denge ve eşitlik söz konusuydu.
Ancak Mustafa Kemal derin zekası ve dehası ile pek çok ayrıştırıcı tartışmayı suhuletle çözdüğü gibi bu konuyu da halledebilecek kapasitedeydi.
Dediğimiz gibi Meclis’in teşekkül etmesinin üzerinden henüz 3 gün getikten sonra dördüncü gününde Trabzon milletvekili muhalif Ali Şükrü Bey ülkede içki üretimi ve tüketiminin yasaklanmasına ilişkin 6 maddelik bir kanun teklifi verdi. Teklif yaklaşık 5 ay boyunca yapılan hararetli tartışmalardan sonra 14 Eylül’de yasalaştı.
Önce teklifle ilgili bazı detaylar verelim, ardından olayı Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelmesi ve gitmesiyle bağlayacağız.
6 Maddelik teklif şöyleydi:
Söylediğimiz gibi son derece ateşli tartışmalar yaşanırken Mustafa Kemal’in aslında taraf olmasına rağmen bu tartışmalarda keskin bir üslup tercih etmediğini görüyoruz. Kanaatimce Kemal Paşa’nın önceliği olan başka konular vardı ve teklif yasalaşsa bile uygulanmasının mümkün olamayacağını, bizzat kendisi kanene delerek gösterecekti zaten!
Aşağıda teklifin son günü yapılan tartışmanın zabıt tutanağı var:
Birinci Meclis’e çok muhafazakardı deriz demesine de görüldüğü üzere o dönemde bile (Men-i Müskirat) içki yasağı “yetmişbir kabul, yetmişbir red, üç çekimser” aldıktan sonra başkanın da oyu sayılınca geçiyor.
Bu arada yıllar boyu “Büyük Anadolu İrfanı” ütopyasıyla kendini kandırmış biri olarak (Bu konudaki fikriyatımı şuradan okuyabilirsiniz) başka içki yasağı olmak üzere, bunun simetrisi olan Cumhuriyet devrimlerinin pek çok yasağı sonrasında Anadolu insanının nasıl komşusunu gammazladığı alışkanlığının o dönemden başladığını da belirtmek isterim. Yani sadece günümüze ait bir hastalığımız değildir gammazlama ve ihbar geleneğimizde vardır.
Geçelim…
Kanun teklifini getiren Trabzon Mebusu Ali Şükrü eski bir deniz subayı. Mustafa Kemal’in Hakimiyet-i Milliye gazetesine karşı Tan gazetesini çıkaran isim. İttihat ve Terakki Cemiyeti karşıtı olan Ali Şükrü Bey’in, Lozan görüşmelerinin kesilmesiyle alakalı Mustafa Kemal ile giriştiği çok sert tartışmaları var. Muhafazakâr grubun liderleri arasındaki Ali Şükrü Bey’in, içki yasağı sürecindeki en büyük yardımcısı Şair Mehmet Akif. Sivil cephedeki destekçilerinin başında da Hilal-i Ahdar (Yeşilay) Cemiyeti geliyor. 5 Mart 1920’de Fahrettin Kerim Gökay, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Velid Ebuziyya ve Eşref Edip gibi isimlerin kurduğu Hilal-i Ahdar, kanunun çıkması ve uygulanması için yoğun bir şekilde çalışan yapıların başında yer alıyor.
Ali Şükrü Bey’in bu çabaları birinci grubu ve elbette Mustafa Kemal’i oldukça rahatsız ediyor. Meclis’teki oylamaya katılmayan Mustafa Kemal’in bu kanuna karşı olduğunu ve özel ortamlarında kanuna oy vermediği gerekçesiyle içki içmeye devam ettiği biliniyor. Falih Rıfkı’nın aktarımına göre, İzmir’in alınmasının ardından şehre girip yerleştiği Kramer Palas’ta rakısını umuma açık olarak da içiyor. Atay bu tarihin 9 Eylül olduğunu yazar. (Çankaya, s131) Yanına çağırdığı garsona Kral Konstantin’in bu otelde rakı içip içmediğini soruyor ve garsonun ‘’hayır’’ yanıtı üzerine, ‘’öyleyse bir insan neden İzmir’i almak ister?’’ diye ironi de yapıyor.
Daha sonra 13 Eylül 1922 Çarşamba günü Mustafa Kemal çalışmalarına aynı sabah İzmir’e bir savaş gemisi ile gelen Fransız Yüksek Komiseri General Pelle görüşmesiyle başlar. Chicago Tribun Gazetesi muhabiri John Clayton ile de “Bütün Türk toprağında gerçek bağımsızlık istiyoruz” sözünü içeren demeci de aynı gün verir. Bu arada görüştüğü kişiler arasında o dönem İkdam Gazetesi muhabirliğini yapmakta olan Yakup Kadri de vardır.
Mustafa Kemal’in İzmir’e geldiğinde kaldığı Kramer Palas Oteli.
Ali Şükrü Bey meselesine tekrar gireceğiz, çünkü Bediüzzaman’ın Ankara’dan ayrılışı sebepleri arasında bardağı taşıran son damla olduğunu düşünüyorum.
Kanunun uygulaması büyük şehirlere nazaran küçük yerlerde daha başarılı olurken Hükümetin kanunu uygulamadaki gönülsüzlüğü, verilen cezalara çıkarılan aflar, üst düzey memurların ve pek çok mebusun özel alanlarda içki içmeye devam etttiğini belirtelim.
Bu arada bu çalışmada epeyce bahsini ettiğimiz Dr. Rıza Nur’un hatıratındaki bir detay oldukça ilgi çekicidir. Dr. Nur, Ankara’da içki imalatında kullanılan imbiklerin toplatıldığını ancak bazı nüfuzlu memurların bu imbikleri evlerine yerleştirdiklerini yazıyor. Hatta dönemin Ankara Polis Müdürü Dilaver’in bu imbiklerden elde ettiği rakıyı satarak çok ciddi servet yaptığını ve rakının bir dönem ‘’Dilaver Suyu’’ diye anıldığını aktarıyor. Halktan kişilerin de tencerelerine bakır boru ve kapak uydurarak rakı imalatını evlerinde sürdürdüklerini belirtiyor. (Hayatım ve Hatıratım, C2, s645-646)
Elbette bu yasağa karşı hamleler de peşpeşe geliyor. Misal, Alaturka müziğin ilga edilmesi.. Lakin bu konuda doğrudan ana konumuzla ilgili değil.
Ali süruri Bey’in günlüklerine dönecek olursak. Hz. Bediüzzaman’a özel bir yakınlık hissettiği ve Meclis’te onu yakından takip ettiği anlaşılan Ali Süruri Bey, hatıratında üslup olarak alabildiğince hakkaniyetli bir yaklaşım gösterdiğini söylemek mümkün. Bir kere Dr. Rıza Nur’un ki gibi, dedikode ya da nefret/öfke ile yazılmış satırlardan oluşmuyor. Bizzat şahitliğe dayanıyor.
Mesela bu çalışmada daha önce bahsettiğimiz gibi Bediüzzaman’ın Ankara’ya kesin geliş tarihini sadece tahmin edebiliyorduk. Bunda özellikle Abdulkadir Badıllı’nın yanlış aktarımları ve Miladi/Rumi takvim karmaşasının da etkisi vardı. Ali Süruri Bey evvela bu konuya noktayı koyuyor:
“İki gün evvel [7 Teşrînisânî 1338 / 7 Kasım 1922] Ankara’ya gelmiş olan Bedîüzzamân Saîd-i Kürdî Efendi sâmiîn locasında idi. Vilâyât-i Şarkıyye meb’uslarından ba‘zısının takrîri üzerine Meclis alkışlarla müşârü’n-ileyhe beyân-ı hôş-âmedî etdi. Kendisi de locada ayağa kalkarak ta‘zîmâtla ve birkaç kerre selâm vermek sûretiyle teşekkürde bulundu.Bil’âhare Riyâset Odasında görüştük.. 324’de [1908-1909’da] gördüğüm Saîd-i Kürdî hiç değişmemiş ve ihtiyarlamamış!.. Fakat rûhen hasta olduğu hem meşhûd, hem mervî.. Hattâ tedkīkāt ve te’lîfât-ı İslâmiyye a‘zâlığı teklif olunmuş ise de hastalığından bahisle i‘tizâr etmiş. Yine, kâ’l-evvel[evvelki gibi] millî elbisesiyle geziyor.” (Yakın tarihe Tanıklığım, s37)
Gelişinin üzerinden iki hafta geçtikten sonra Bediüzzaman’ın gördüğü tablodan hoşnut olmadığını yine bu günlüklerin 25 Kasım 1922 tarihli sayfalarından öğreniyoruz.
Bu arada…
Bediüzzaman ve Atatürk.
İki bambaşka lakin iki baskın karakter.
Zaman zaman aynı gayeye hizmet etseler de yolları o güne kadar pek çakışmamış yüzyüze gelmemişler.
Biri asker, diğeri Din alimi.
Biri doğal olarak muhafazakar, diğeri dine mesafeli.
Şunu da teslim edelim, Mustafa Kemal dine karşı mesafeli olmasına rağmen din konusunda çok hassas ve milletin bu kodlarıyla oynamaktan hassetmiyor. Yapacağı devrimleri de yavaş yavaş halkı ürkütmeden yapmak istiyor.
Saten Nursi’nin Ankara’ya çağırılmasının sebebi de bu: bir tür Halkla İlişkiler personeli olarak kullanılma niyeti.
Çünkü daha önce Said Nursi padişaha karşı bazı eylemlerde de İttihat Ve Terakki ile aynı saflarda olmuş, hatta onların talepleri doğrultusunda bazı şeyler yapmış. Cihan Harbi’ne katılma sebebi de belki de buydu emin değilim.
Nursi Ankara’ya, Meclis’e geldikten sonra güzel karşılanıyor şüphesiz ve kısa sürede odak noktası oluyor. Ve fakat mekanın bir de sahibi var: Mustafa Kemal Paşa.
Nursi’nin hiçbir zaman Kemal paşa’yı çiğnemek, onu yok saymak ya da düşman olarak görmek gibi bir niyeti yok. Kendisi bunu açıkça ifade ediyor. Üstelik tam birbirine zıt düşünürken söylüyor bunları. Geçmiş bölümlerde aktardım, yeni gelince tekrar edeceğim şüphesiz.
Şöyle düşünelim.
Yakın zamanda yaşanan içki yasağı tartışmaları halen devamk ediyor. Kanun yürürlükte ama delik deşik ediliyor, bizzat vekiller tarafından da. Pek çok üst düzey bürokrat ve resmi yetkili, bırakınız içki içmeyi, içki üreticisine dönmüş durumda.
Meclisin muhalif muhafazakar kesimi zafer kazanmış gibi hissetmiyor nedense. Çünkü hükumet yasağı uygulamada oldukça lakayt davranıyor onlara göre.
Bediüzzaman bazı zamanlarını doğal olarak TBMM mescidinde geçiriyor ama vakit namazlarında bile bir saf dahi olmuyor.
Bediüzzaman’a göre millet inancı ve yurdu için cihana kafa tutmuştur ve saltanatı yıkmıştır. Yerine konulacak olan Cumhuriyet prestipler bağlamında Bediüzzaman’a asla ters bir şey değildir. Eskiden karıncalara yem verirken “Onları seviyorum çünkü Cumhuriyetçiler” diyebilecek kadar klasik İslamcı perspektifinin çok dışında bakışı var.
Bu gerçeği yıllar sonra seküler kesim bile teslim etmişti. Radikal gazetesi yayın hayatına başlarken (1996) “O bir Radikal” mottosuyla Einstein’dan Nazım Hikmet’den pek çok yenilikçi ve muhalif ismi reklamlarında yer verirken bunlardan biri de Said Nursi idi.
Eğer bir gerselini bulursam bu çalışmaya ekleyeceğimi bilmenizi isterim.
Gazete açılır açılmaz ilk 10 Kasım’da ise şöyle çıkacaktı:
Reklamcısı kimdi hatırlamıyorum ama çok doğru bir referans noktasından (Gazete ismini daha sonra Referans olarak değiştirmişti) yola çıkmış, Mustafa Kemal ve Said Nursi’yi Radikal olarak nitelendirmişti.
Nursi yıllar sonra belki 4. Said diyebileceğimiz evrede şöyle bir gazeteciye şöyle diyecekti:
“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.” (Tarihçe-i Hayat, s228)
Ve çok enteresandır bunun hemen devamındaki sözler sanki merkeze aldığımız tema ile ilgilidir:
“Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”
Aslında durum tam olarak buydu biliyor musunuz?
Evet iki yangın vardı.
Biri iman, diğeri ülke…
Ve kendi zihninde bu yangını söndürebileceğini düşünen, tahayyülleri olan iki Radikal vardı.
İşte ilk defa 25 Kasım 1922’de bu iki radikal tulumbacı karşı karşıya gelip belki de restleşti.
Bediüzzaman başta Meclis olmak üzere, hükümet ve bürokrasinin din ve inanca dair lakaytlık işini abarttığını düşünüyordu.
Bu sebeple gördüğü manzara en fazla iki hafta dayanmış ve başta Mustafa Kemal olmak üzere pek çok etkili ve yetkiliye birkaç mektup yazmıştı.
(Bu 5 mektubu daha ilerde ele alacağız, çünkü Bediüzzaman’ın sonraki hayatını doğrudan etkileyen mektuplardı bunlar)
Atatürk’e gönderilen mektubu tekrar yayınlıyorum.
“Âlem-i İslâm Kahramânı Paşa Hazretlerine!
Ey Gāzî-i Nâmdâr.. Zât-ı Âlîniz hem muzaffer ordu, hem muazzam Meclis’in şahs-ı ma’nevîsinin timsâlisiniz (…)”
Açıkçası Bediüzzaman’dan beklenmeyecek bir abartılı iltifatla başlayan bir mektuptu ama Bediüzzaman’ın derdi bağcı dövmek değildi. Üstelik Mustafa Kemal’in bir deha olduğunu her fırsatta herkese zaten söylüyordu. Onun için sıkıntı bu dehanın İslam aleyhine dönme riskiydi!
Anlaşılan Bediüzzaman niyetinin tam aksiyle karşılık buldu ve Kemal Paşa onu Riyaset Odası’na çağırttı. Çok sinirlenmişti ama belli etmiyordu başlarda.
İkindi sonrası başlayan sohbet, giderek hararetli bir çatışmaya, hatta atışmaya dönmüş, yükselen sesler odanın dışından işitilmeye başlanmıştı.
İşte tam burada Ali Süruri’nin hatıratı önem kazanıyor zira müthiş bir ayrıntı ile naklediyor:
“Takrîben akşam namâzı sıralarında Meclis dağılırken bakdım, Dîvân-ı Riyâset Odasında Kemâl Paşa ile Bedîüzzaman Molla Sa‘îd-i Kürdî arasında bir mübâhase (sohbet) var. Ben de dinledim. Bir sâat kadar imtidâd (devam) etdi. (bu arada sohbetin en az bir saat önce başladığını varsayarsak, muhtemelen ikindi namazından hemen sonra başladı ve neredeyse akşam ezanına kadar sürdü)
Mübâhasenin ibtidâsı; Bedîüzzamân’ın Kemâl Paşa’ya ve dahâ ba‘z arkadaşlara yazdığı mektubda, namaz kılmalarını tavsiye etmesinden ve Mezheb-i Şâfi‘î’de, târik-i salâtın şehâdeti kabûl edilmeyeceğine nazaran Meclisin ekseriyeti târik-i salât ise, Meclis’in hükümlerinin medhûl ve gayr-i nâfiz olması lâzımgeleceğini beyân etmesinden dolayı imiş.
Kemâl Paşa, meâl-i mektûbun siyâsete derkâr olan mahâzîrinden ve hiç olmazsa yalnız kendisine yazılsa idi bu mahzûrun o kadar vârid olmayacağından bahisle Bedîüzzamân’a darıldı. Bedîüzzaman da bu mahzûru düşünemediğini i‘tirâf etdi. Bedîüzzamân da, evvelce biraz haşînce söylüyor idiyse de sonra te’vil ve tahaffüf etdi. Ve aralarındaki kırgınlık zâhiren zâil oldu gibi ise de herhâlde iki taraf da birbirine muğber kaldılar zan ederim.
Kemâl Paşa, çok mühim mes’elelere temâs etdi ve hakīkaten zekâsını gösterdi.
Bedîüzzamân’ı yalnız şu mübâhasede dinleyenler, şöhretini pek de hakīkate muvâfık bulmadılar sanıyorum. Ma‘mâfih yine güzel cevablar verdi. Ve Meclis’in çok mübârek ve mübeccel olduğundan bahs etdi. O, bilhassa Kemâl Paşa’ya hitâben; ‘Siz Kur’ân’ı ve İslâm’ı kurtardınız. Kur’ân’ı omuzunuza kaldırdınız. Kur’ân ise, her sahîfesinde salât ile emr ediyor. Mâdem ki, Kur’ân’ı böyle muhâfaza etdiniz, onun emri olan salâta da beynel-Müslimîn te’mîn-i müdâvemet içün teşebbüs etmeniz lâzımdır. Ve o mektûbu size onun içün yazdım. Sizden başkalarına yazdığım doğru olmayabilir. Fakat, böyle bir teşebbüsü sizin hâtırınıza onlar da getirsin diye yazdım.’ meâlinde güzel sözler söyledi.
Bir aralık Bedîüzzamân, salona çıkmışdı. Kemâl Paşa, Bedîüzzamân’ı beğenmediğini söyledi. ‘Böyle ulemâdan Ümmet-i İslâmiyye’ye hayır gelmez.’ dedi.”
Avam olacak ama söylemek zorundayım; aman aman aman, neler olmuş öyle?
Bu arada kabri nur, mekanı cennet olsun Ali Süruri Bey’in çok önemli bir müşkülatı yara bandı çeker gibi kolaylaştırdığı için.
Aslında Süruri Bey çok kibardı ve “Mübahese” diyordu amma ve lakin yaşananlar en hafif tabirle “Münakaşa”ydı.
Ki başka bir kaynak, Siverek Mebusu Abdulgani Bey bu tartışmayı aynen doğruluyor:
“Bedîüzzamân Hazretleri İstanbul’dan Ankara’ya ilk geldiği günlerde dahâ önceleri de birbirimizi tanıdığımız için, sık sık görüşüyorduk. Ankara’ya geldikten bir müddet sonra, meb’ûsları namaza dâvet etti. Bir beyannâme yazıp neşretmişti. Bu mevzûda Atatürk ile münakaşaları esnâsında ben hâzır idim. Atatürk’ün hiddetli bağırmasına karşı, Bedîüzzaman dahâ çok şiddetli ve hiddetli bir şekilde bağırarak, ona karşı namazı ve İslâm şeâirini müdâfaa etti. Münâkaşanın tam ortasında, yânî ikisi karşılıklı sert konuşurlarken; Sultan Abdülhamîd’in meşhur müezzini Hâfız Hüseyin Efendi meclis mescidinde ‘Allâhü Ekber Allâhü Ekber’ diye Ezân-ı Muhammediyye’ye başlar başlamaz, Bedîüzzamân o şiddetli münâkaşayı dakīkasında bırakarak, namaz yerine koştu.” (Yeni Asya Gazetesi, 2 Ocak 2011 Pazartesi nüshası) (BKNZ)
Tartışmalardan çıkardığımız sonuçlardan biri de meselenin Bediüzzaman’ın bu mektubu Mustafa Kemal ile beraber başkalarına da yollamış olmasıydı. Kemal Paşa mektup sadece kendine yazılsa, ya da uygun bir zamanda ve zeminde söylense belki de çok başka bir reaksiyon gösterecekti. Bediüzzaman da bunun bir hata olduğunu o anda anlasa bile yıllar sonra yazarak itiraf edecekti.
Yine ziyadesiyle uzadı yazı ama meselenin en alevli anlarındayız, en iyisi yarın devam edelim mi?
Hem mevzuyu daha rahat bağlama imkânımız olur, hem dün söz verdiğim pot/put paradoksunu ele alma imkanımız olur.
Hadi bakalım…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***