Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Gelse o Şeyh Meclis’e!

Gelse o Şeyh Meclis’e!


Bediüzzaman Ankara’da (14)

YORUM | M. NEDİM HAZAR 

“Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,

Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.”

Harbiye Marşı

Güftesi Behçet Çelebi, bestesi Hafız Post’a ait ne şahane şarkıdır “Gelse o şûh meclise!”

“Gelse o şûh meclise, nâz ü tegâfül eylese.

Reng-i hicâbı gülşen-i meclîsi gülgül eylese. 

Ta’n-geri riyâz-ı hûld olur idi vücûh ile…

Âşık-ı zârı gülşen-i vaslına bülbül eylese.”

“Müfteilün mefailün, müfteilün mefailun” vezniyle yazılan şarkının günümüz Türkçesi şöyle: 

“O şen sevgili toplantımıza gelse. 

ve bizi görmez gibi davranıp naz etse.

Utangaçlıkla kızaran yanağının rengi, 

meclisimizin gül bahçesini güllerle donatsa.

Onu ilk kınayan ve azarlamak isteyen, 

Cennet bahçeleri olacaktır; 

eğer ki o sevgili âşıkını kavuşma bahçesinde ağlatıp, 

inleterek bir bülbüle döndürürse.”

(Bu eseri, Meral Uğurlu hanımefendinin terennümüne bayıldığımı kayda geçirmek isterim. Hele o “tiryelelli” kısmına!)

8 Teşrin-i Sani 1338, yani 8 Kasım 1922 günü Ankara’ya kar fena yağıyor…

(Tarihler bazı yerlerde birbirine giriyor, bunun birkaç sebebi var. İlki Rumi ve Hicri takvimdeki farklılıklar. Buna bir de bir süre sonra miladi takvim ekleyince tarihler büsbütün birbirine giriyor. Daha önemlisi güvenlik gerekçesiyle, Şey Hazretlerinin seyahatleri büyük bir gizlilikle yapılıyor, hatta en az üç-beş gün sonra medyaya yansıyor. Yani “Şeyh Sinusi Ankara’ya bugün geldi” diye haber yayınlandığı gün, Sinüsi en az birkaç gündür Ankara’da olmuş oluyor, hatta gitmiş bile olabiliyor. Mesela Varlık gazetesi 14 Aralık’ta “Önceki gün Ankara gelen şeyh Sinüsi Hazretleri” başlıklı haber yaptığında, şeyhin bir haftadır Ankara’da olduğu bilinmektedir.) 

İstanbul treni bir gün gecikmeli de olsa gara yanaşıyordu. 

Çünkü tren İzmit’te mühim bir yolcu almıştı. 

Bir olağanüstülük vardı. 

Özel bir karşılama töreni hazırlanmıştı. Büyük Millet Meclisi Müzikası ve bir kıta muhafız taburu hazır bekliyordu gelen misafiri. 

Kalabalık bir halk kitlesi vardı. Aslında gelen kalabalık, trenden inecek kişiyi çok tanımıyordu ama hükümet dönemin basını için güzel bir ortam oluşturmak için toplatmıştı bu kalabalığı. 

49 yaşındaki Şeyh Sinüsi (Senusi) ağır ağır indi merdivenlerden. Alkışlar, “yaşşa varol” sesleriyle eşliğinde misafirhaneye gitti. Enteresandır, Şeyhi karşılamaya gelmeyip de kalacağı yerde onu bekleyen bir kişi vardı: Kazım Karabekir.

Şeyh Sinüsi istasyondan uğurlanırken.

Anlaşılıyordu ki, Ankara hükümeti artık Bediüzzaman’dan umudu kesmiş gibiydi. 

Şeyh öğlen sonrası Meclise gitti. Tıpkı Bediüzzaman gibi ona da “Hoşamedi” (Hoşgeldin merasimi) yapıldı ve kürsüye davet edildi. 

Şöyle konuştu: 

“İslâmiyet’in yok olmasına kesin gözüyle bakıldığı günlerde Türk milletinin başlattığı cihad-ı milliye, âlemi İslâm’ın bekasına ve din-i mübin-i İslâm’ın ebediyetine ait en güzel beşarettir. Ben bu mukaddes hizmetin saadet-i hakikiye ile neticelenmesini ümit ve dua eylerim. Belki bazı kimseler «cihad» lâzım değildir demişlerdir. Halbuki Hadisi Nebevî, İslâmiyet’in mukaddesatına el uzatanlara karşı cihadı meşru kılmıştır. Siz de bunu yaptınız var olunuz. Allah yardımcınız olsun ve sizi mazhar-ı saadet eylesin. Gayemiz İslâm’ın yüceltilmesidir. Bu sebeple her suretle ben ve memleketim hizmetinize amadedir. Allah muininiz ve Hazreti Peygamber şefaatçiniz bulunsun âmin…”

Hah işte böyle yahu(!)

Milleti birlik beraberlik içinde birleştirecek şeyler söylemek varken, niye namaz kılmıyorsunuz, mescid niye boş, filan oluyor muydu yani? (!)

Milli Kütüphane fligram işini abartmasa, Şeyh Senusi’nin Vahdettin’e yolladığı sadakat mektubunu okuyabilecektik!

Aslında yaşadığı Bursa’da fazla kalmamasını ve Ankara’ya gitmesini ondan Sultan Vahdettin istemişti. Sebebi Şeyh Senusi’nin 20 Nisan 1920 tarihinde Vahdettin’e yolladığı hilafet ve saltanata olan sadakat mektubuydu. (İkdam 20 Nisan 1920, s1) Vahdettin 17 Kasım’da ülkeyi terk ederken ülkenin selameti açısından bazı kararların uygulanmasını istemiş, bunlardan biri de Şeyh Sinüsi’nin Ankara hükümeti ile çalışmasının faydalı olacağı konusundaki fikriydi. 

Bir gazeteci şeyhe yanaştı ve kısa süre önce (1 Kasım) birbirinden ayrılan Hilafet ve Saltanat’ı sordu:

“En önemli farzlardan biri, namazdan sonra gelen cihattır. Egemenlik, kuvvet sahibi olanındır. TBMM, düşmanlara karşı müdafaada bulunup İslam mülkünü istilâdan kurtardığından meşruluğu, her türlü şaibenin üstündedir. Bütün hukuk ve görevler TBMM’nindir. Meclis bu görevi yapmaz ve iyi yoldan uzaklaşırsa, o zaman bütün Müslümanların düşünmesi gerekir.” 

Gerçi bu şeyh de namaza en önemli farz filan diyordu ama, en azından kimseyi “namaz kılıyor musun?” diye sorguya çekmiyordu!

Şeyh Sinüsi Kemal Paşa ile Anadolu gezisinde.

Küçük bir parantez.

Çizgi romanların popüler olduğu bir neslin ahfadıyız biz. 

Sinema pahalı bir eğlence, televizyon tek kanal. En büyük heyecanları kiraladığımız (satın alacak para nerde!) çizgi romanlardan alıyoruz. Teksas, Tommiks, Kızılmaske, Mandrake, Zagor ve daha ismini hatırlamadığım onlarca çizgi kahramanın maceralarını zihnimizde bir film gibi oynatıyoruz. 

Tabii yaş kemale erdikten ve biraz malumat sahibi olduktan sonra anlıyoruz ki adeta bir film senaryosu ve ‘story board’ı mantığıyla çiziliyormuş o romanlar. 

Malum, sinema ve edebiyatta paralel kurgu diye bir şey var. Aynı anda farklı yerlerde birbiriyle bir şekilde ilgili olan ya da olacak olan olayları paralel kurgu ile anlatırsınız. Çizgi romanda bunu yapmak için çizerlerin kullandığı en meşhur cümle şuydu: Bu sırada…

Bu sırada Kulver Kalesi’nde, Bu sırada Darkwood ormanında vesaire..

Çalışmamızın son birkaç bölümünde anlattığımız kimi zaman hayret verici, kimi zaman kanlı ve dehşetli gelişmeler yaşanırken bu esnada bambaşka bir yerlerde bambaşka gelişmeler de yaşanıyordu. 

Bu sebeple “Bu sırada” diyeceğiz biz de…

Kapatıyoruz parantezi…

Hatırlarsınız Said Nursi meclise gelip dua ettikten sonra ondan beklenilenin tersine, oturup Kemal Paşa ve birkaç önemli eşhasa mektup yazmıştı. Mektubu okuyan Kemal Paşa’nın sadece canının sıkılmadığını, bir B Planı olduğunu öğreniyoruz. 

Bu sırada Bursa’da mesela…

Mustafa Kemal, Said Nursi’nin tam olarak kendisinin kontrolüne girmeyeceğini anlayınca Şeyh Senüsi’ye Ankara’ya gelmesi gerektiğini bildirir. 

İyi ile kötünün arasındaki fark nedir biliyor musunuz?

Kaybettiklerinde gösterdikleri reaksiyondur. 

Hitler kaybedeceğini anladığı an, kendi ülkesini bombalatmıştı. Yolları, köprüleri yerle bir etmişti; “Bu halk bunları hak etmiyor” diye. Saddam, petrol kuyularını ateşe vermişti. 

Vahdettin öyle yapmıyor ama. Saltanatın ilgasıyla beraber, yolun sonuna geldiğini anladığı halde ülkeyi ateşe verip, hazineyi boşaltmıyor. Hala halkın iyiliği için en iyisi olduğunu düşündüğü şeyleri yapmaya devam ediyor. Mesela kendisine “Kemal Paşa beni Ankara’ya davet ediyor” diye haber yollayan Sinusi’ye, “Git ve beraber çalış” cevabını veriyor. 

Arşiv taraması yaptığımızda aslında Sinüsi’nin bütün bunlar yaşanırken de Anadolu’da gezmeye başladığını görüyoruz. Belki de Kemal Paşa çok önceden ona gideceği yerleri söylemiş ve vazifeye başlatmıştır ve bu belgeler bir yerlerde duruyordur bilemiyorum. 

Bir yıl önce Konya ve Ankara’yı içine alan bir tur yaptığını dönemin medyasından öğrenmek mümkün. Bunun için Vahdettin’den onay alıp almadığını bilmiyoruz. 

Ancak bu gezilerin Ankara Hükümetinin de onayıyla olduğunu iktidarın kontrolündeki medya haberlerinden de anlıyoruz. Saray medyası onu takdim ederken “Trablusgarp Naibüssultanı Şeyh Ahmed Senusi Efendi” derken Ankara mahreçli medya, “Şeyh Senusi”, “Şeyh Ahmed Senusi Hazretleri”, “Şeyh Senusi Hazretleri” olarak takdim ediyor.

Aslında mesele Bediüzzaman perspektifiyle bakıldığında, Şeyh Sinüsi Ankara’ya geldiğinde gösterilen izzet, ikram ve ihtiram Bediüzzaman’a yapılan bir simülasyon gibidir. Hani tabiri caizse “Neler kaçırdığını ve kaçıracağını gör” pratiğidir. Mustafa kemal şeyh hazretlerinin onuruna peş peşe birkaç akşam ziyafet tertip ediyor mesela. 

Ankara medyası şeyhin yaptığı konuşmaları tam metin olarak yayınlamakta, bundan bu metinlerin düzenli şekilde medyaya servis ettiğini düşünebiliriz. 

Paralel bir okuma yaptığımızda Mustafa Kemal’in her ne kadar kapıyı tam olarak kapamamış olsa da Bediüzzaman’dan umudu 19-20 Ocak 1923 tarihlerinde kestiğini söylemek mümkün. 

Zira Ankara Hükümeti çok fazla vakti olmadığını, hızlı hareket etmesi gerektiğinin farkında. 

Ancak buna engel iki şey var. 

Birincisi Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefeti, ikincisi Bediüzzaman’ın hiç de hesapta olmayan çıkışları, mektupları…

Kemal Paşa, 15 Mart 1923 tarihinde Adana’yı ziyaret ettiğinde garda onu karşılayanlar arasında Şeyh Sinüsi’yi görüyoruz. Bir süredir bölgede ikamet edip, açıklamalar yapan, avaz ü nasihatlerde bulunan şeyh 17 Mart’ta Paşa ile öğlen yemeği yiyor ve ona kehribar bir tespih hediye ediyor. 

Biz Ankara’ya dönelim…

Zira bir ara dönemin finalinde ve manevi açıdan büyük bir çağın eşiğindeyiz. 

Ne güzel bir kelimedir “Nigahban”…

Evet cumhuriyeti kuruyorduk elbette. Ve kanlı olacağı aşağı yukarı tahmin ediliyordu elbette. Sıkıntı işin irfan kısmındaydı. İrfan kısmı Bediüzzaman’dı, eğitimdi, gelecek nesilleri yetiştirmekti. 

Ne yazık ki Ali Şükrü Bey cinayeti ile beraber ülkenin balansı bozulacak tek tarafı çökmüş halde yola çıkacaktı Cumhuriyet. Belki de bu sebepten her on yılda bir darbe bir tür cumhuriyet geleneği olacaktı. 

Ali Şükrü Bey cinayetini nedense hep Abdülaziz suikastına benzetirim. Hatırlarsınız Hüseyin Avni’nin ayarladığı iki pehlivanın güçlükle bileklerini kestiği cüsseli padişahın trajik ölümünü. Evine kahve içmeye çağırdığı Ali Şükrü Beyi tam karşısına oturtmuş, kahvesini yudumlarken arkasına yanaşan iki izbandut asker metal iple boğazını sıkmaya başlamış, güçlerinin tükendiğini fark eden Topal Osman da onlara katılmış, üç kişi yarım saatte zar zor öldürmüşlerdi Ali Şükrü Bey’i. 

Kahveler başta minder olmak üzere etrafa saçılmış, Ali Şükrü Bey’in avucunda oturduğu hasırın parçaları çıkmıştı. İşin ilginç yanı Topal Osman cinayetten sonra Meclis’e gitmiş ve Meclis’teki “Ali Şükrü Bey nerede?” tartışmalarını soğukkanlılıkla izlemişti. 

Ne hazin!

Yıllar sonra Gazi Paşa yaptığı bir Giresun seyahatinde (1924) Topal Osman’ın evinin önünden geçerken “Paşam işte Topal Osman Ağanın evi” denildiğinde, “Topal Osman değil, cumhuriyetin banisi Osman Ağa Hazretleri” diyerek bu cinayet karşısındaki duruşunu netleştirmiştir! 

Pek çok tarihçi Mustafa Kemal Paşa’nın Ali Şükrü Cinayetinin ilk günlerinde kendinden söz ettirmeyerek gelebilecek aşırı reaksiyonları önlediğini, aksi halde Meclisin cinayetin arkasında kendisinin olduğu izlenimi edinseydi, oralarda duramayacağını çok iyi bildiğini yazar. 

Zaten çok değil bir ay sonar Meclis kendini fesheder ve pek çok muhalif vekil tespih taneleri gibi dört bir yana dağılırlar.

İkinci Meclisin teşekkül etmesinden sonra yeni rejim cumhuriyet, tüm sütunlarını hızla yerleştirmeye başlar. Bu arada çok enteresan bir şey olur, 1924 ile 1927 arasında irili ufaklı pek çok isyan başlatılır. Bu isyanlar ile beraber (Bazıları menemen gibi daha lokal eylemlerdir) ülke genelinde inanılmaz bir kıyım da başlamıştı.

Her isyanın motivasyonu, sebebi ve sonuçlarını şüphesiz ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Lakin kesin olan şu ki, ya isyan denilen olgunun bulaşıcı bir özelliği var ya da nasıl bir üst akıl var ise (Biz de mi Dış güçler desek acaba?) birbiri peşisıra patlatıyordu isyanları. Hemen bir çırpıda birkaçını sayalım: 

Ağrı Dağı isyanı, Nasturi isyanı, Şeyh Sait isyanı, Şemdinli İsyanı, Raçkotan ve Raman isyanları, Eruhlu Yakup Ağa ve oğulları (Şirket ismi gibi mübarek) isyanı, pervari isyanı, Koçuşağı isyanı, Hakkari isyanı, Sason isyanları, Mutki isyanı, Hoybun isyanı böylece devam eden irili ufaklı onlarca isyan yaşanacaktı üç yıl içerisinde. Ve Menemen Olayı ile finalize edilecekti…

Ezanla gelen sükunet!

Bu arada çok enteresan bir hatıraya denk geldim. 

Türkiye Cumhuriyeti ilk dönem Siverek milletvekilliğini yapmış, Mardin’in eşraf ailesinden olan Yüzbaşı Abdûlgani Ensarî şunları anlatıyor: “Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’dan Ankara’ya ilk geldiği günlerde Daha önceleri de birbirimizi tanıdığımız için, sık sık görüşüyorduk. Ankara’ya geldikten bir müddet sonra, mebusları namaza davet etti. Bir beyanname yazıp neşretmişti. Bu mevzuda Atatürk ile münakaşaları esnasında ben hazır idim. Atatürk’ün hiddetli bağırmasına karşı, Bediüzzaman daha çok şiddetli ve hiddetli bir şekilde bağırarak, ona karşı namazı ve İslâm şeairini müdafaa etti. Münakaşanın tam ortasında, yani ikisi karşılıklı sert konuşurlarken; Sultan Abdülhamid’in meşhur müezzini Hafız Hüseyin Efendi meclis mescidinde Allahû Ekber, Allahû Ekber diye Ezan-ı Muhammediye başlar başlamaz, Bediüzzaman o şiddetli münakaşayı dakikasında bırakarak, namaz yerine koştu…”

Badıllı, bu hatıraya not düşerken bir tarih tashihi yapar. Merhum Salih Yeşil’in ihtimal ki hadisenin tarihini yanlış anımsadığını, bu olayın Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelmesinden yaklaşık 70 gün sonra yaşandığını kayda düşer. (MTH, s572)

Kahramanların hatıralarında çok fazla bahsedilmez. Ne Bediüzzaman ne de Mustafa Kemal ise hiç bahsetmezler lakin, bir detaydan daha bahsetmek isterim.

Gerek Bab-ı Ali, gerek Ankara medyası Şeyh Sinüsi konusunda hep olumlu ve tazimkar haberler yaptılar.

Cumhuriyet gazetesi işgüzarlığı zirveye çıkarmış ve o hengameli dönemde, millet aç biilaç sürünürken “Ankara’nın göbeğine dev Kemal Paşa anıtı yapalım” diye neşriyat yaparken, başta bu tür yalakalığa çok sert tepki gösteren Mustafa Kemal’in “Kahramanlar anıtı” türünden bir yumuşama gösterdiğini fark edince oturup yine bir mektup yazar ve yaverine Mustafa Kemal’e ulaştırması için verir. 

Aldulgani Ensari anlatıyor: 

“O mektubu ben de görmüş, çok korkmuştum. Hatırımda kalan birkaç cümlesi şöyle idi: “Nasıl ki insanın avret yeri mestûr olduğu zaman, sair insan ve mahlûkat görmezler. Amma eğer bir insan, bilerek ve kasten avret yerini açar, dolaşırsa; o zaman herkese maskara olur. Aynen öyle de bu sanem ve heykel dahi, Âlem-i İslamın bin seneden beri bayraktarlığını yapmış olan bu milleti temsil etmediği gibi, gayet ahmak ve divane birisinin avret yerini açarak halka teşhir eder misüllü bir hamakat ve maskaralıktır. Bu millet için yapılacak heykel; yol, köprü, mektep vesaire gibi hizmetlerdir.””

Takdir edersiniz ki, hiç de hoşa gidecek ifadeler değildir bunlar!

Mustafa Kemal muhtemelen Bediüzzaman Ankara’da iken aynı zamanda Şeyh Sinusi’yi de Ankara’ya davet etmesi bir tür pozitif rekabet hissi oluşturmak amacı taşıyordu. Bediüzzaman’a “Bak hala inat edersen, Şey Hazretleri ile devam ederiz” mesajı vermek istiyordu. 

Servet-i Fünun tam sayı Şeyh Sinüsi’ye ayırdığı sayısında bir de röportaj yayınlamıştı.

1918 yılında (Eylül) payitahta geldiğinde Servet-i Fünun onun için tam bir sayı yayınlamıştı. İkdam ise şöyle yazmıştı:

“Uzun boylu, geniş gönüllü […] açık bir nâsiye [alın] altında iki küçük mütefekkir nazara mâlik olan Afrika’nın muhterem şeyhi uzun beyâz bir ihrâm iktisâ’ eyliyordu. Şeyhin, huzûrundakilere bir hürmet-i dîn-dâr-âne telkin eyleyen vakur bir tavrı vardı. 1290 tarihinde Senusilerin merkez idâresi olan (Cağbub) da tevellüd edip el-yevm 46 yaşında bulunuyorlar. Afrika’dan şimdiye kadar hiç ayrılmamış, denizde asla seyâhat eylememiş olan Şeyh Ahmed Senusi Hazretlerinin emîrü’l-mü’minî ziyaret etmek maksadıyla bir tahte’l-bahr seyâhatine katlanarak birçok müzâhim ve meşâkk ile İstanbul’a gelmesi merkez hilâfete olan râbıtasının kuvvet ve şiddetini göstermeye kâfî değil midir? Ağır ve menâfi’ bir lisân ile zî-nüfûz İslâm reîsi bize lütfen beyânât-ı atiyyede bulundular:” 

Servet-i Fünun bir hafta sonra ona dair bir başka haber yayınladı. Başlığı: “Şeyh Ahmed Şerif Senusi Hazretlerinin Bir Mektûbu.” 

Ancak yeni sultan onun misyonunu hiçbir zaman benimsememiş lakin onu kırmamıştı da. Epey bir süre kızakta bekledikten sonra Mustafa Kemal ile irtibata geçmiş, onun verdiği vazifeleri kapasitesi nispetinde yerine getirmişti. 

Arada saltanat ilga edildi, ikinci meclis kuruldu ve en nihayet 3 Mart 1924’te, Ali Şükrü Bey’in katledilmesinden bir yıl sonra Hilafet kaldırıldı. 

Yenigün gazetesi 27 Mart tarihli nüshasında Şeyh Ahmed Senusi Hazretleri’nin Mevlid-i Şerif kıraat ettirip, muhacirlere ziyafet verdiğini haberleştirdi. 

Saltanatçılar boş yere onun hilafeti ele almasını arzulamasınlar diye bir de röportaj yayınlandı. Muhabirin, İzmir’e giderek orada bir hilafet kongresi gerçekleştireceği yönündeki iddiaları sorması üzerine şöyle diyordu: 

“Herkes bilir ki Bursa’dan vatanı kuvvetli bir îmân ile müdâfaaya âzim eden Kuvâ-yi Milliyye’ye iltihâk için çıktım. Serpilen nifâk ve şikakın elden geldiği kadar izâlesi için bütün mesâîmi sarf ettim. Bu mühim ve mahdûd vazîfe ile iştigal benim için kâfî idi. Cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâ ederim ki bu hizmetim de dîn ve vatan selâmetinden başka hiçbir maksad ve ârzûya tâbi’ olmaksızın nihâyet bulmuştur. Benim bundan sonra ale’d-devâm duâdan başka bir vazîfem kalmamıştır. Bu memlekette ikametim ise, sırf Türkiye Reîs-i Cumhûr’u Gazî Paşa Hazretleri’nin bir misâfiri olmaktan ibârettir.” (Yenigün, 27 Mart 1924, s.1).

Gerçekten de Meclis kulislerinde Kemal Paşa’nın Şeyh Sinusi’ye en az iki kez Halifelik teklif ettiğini ama şeyhin bunu kabul etmediği dolaşıyordu. 

Şeyh Sinüse Anadolu’da gezdiği ve vaaz ettiği süre zarfından bütün konuşmalarını Arapça irad etmişti. Yerel basın bunu eleştiren haberler yayınlamıştı ama Ankara bunları çok önemsemiyordu. İtalyanlar onun Anadolu’da bulunmasından rahatsızlık duyduklarını defalarca yeni hükümete bildirdiler. Zira Libya’daki öncelikli düşmanlarıydı Sinüsi aşireti ve liderleri. Bir süre Mersin’de bir Hristiyan köyünde mecburi ikamete tabi tutulan şeyh hakkında bir süre sonra enteresan haberler yayınlanmaya başladı. 1926 yılında Osmanlı hanedanı ile temas kurduğu gerekçesiyle Türkiye’den ayrılması istendi. Suriye’ye gitti. Fransa güdümündeki Suriye hükümeti topraklarını etmesini istedi. Filistin’e geçti. Bura da İngilizleri rahatsız etti ve mecburen Hicaz’a gitti. Mekke’ye ayak bastığı an karşısına çıkan yetkililer onun bu topraklara gelişinden Kral İbn i Suud’un rahatsızlık duyduğunu bildirdiler. Yemen’e, ardından tampon bölge olan Asir’e geçmek zorunda kaldı. 

Bir dönem Osmanlı’yı kurtarması için İstanbul’a davet edilen, sonra padişah tarafından istenmeyen adam ilan edildikten sonra Ankara Hükümeti’nin sahip çıkıp bir süre kullandığı Şeyh Ahmed Şerîf es-Senûsî, pek çok Müslüman ülkede “Persona non grata” ilan edilmiş ve en nihayetinde Medine’ye gizlice gitmişti. Şayialara bakılırsa, kabul etse İslam halifesi olacak kişi, kaçar bir sürgün gibi İslam topraklarında gezinip durdu yaşlı haliyle. 

Ve tarih 14 Mart 1933’u gösterdiğinde Anadolu Ajansı şöyle bir haber geçecekti: 

“Mekke’den bildirildiğine göre 1915 ikinci teşrinde Mısır’a yapılan istîlâ hareketini idâre eden Şerif Ahmet Senusi ölmüştür.”

Üç satırlık haberde Senusi’nin Türkiye Cumhuriyeti için yaptıklarından tek satır bile bahsedilmiyordu. 

Tabii Bediüzzaman bu vazifeyi kabul etse aynı şekilde mi muamele görürdü Allah bilir. 

Ve fakat…

Bediüzzaman başka bir alemdeydi adeta. 

Bunu bambaşka bir kaynak, Şeyh Şamil’in torunu ve çok ilginç bir tarihsel karakter olan Said Şamil’den öğrendim. 

Said Şamil’in hayat hikayesi, Bediüzzaman olayını değerlendirmesi ve artık yeni bir devrin başlangıcı için bir yazılık daha sabır edeceksiniz sanırım. 

Not: Yazıda şeyhin isminin farklı yazılımları, aldığım kaynakların farklı kullanımından kaynaklanmaktadır. Arz ederim. 

Not2: Bu yazıyı Youtube’tan açacağınız “Gelse o şuh meclisi” şarkısı eşliğinde okursanız etkisi artacaktır!

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version