KENT YAZILARI | ALPER ENDER FIRAT
Demiştin baharda görüşelim diye
Bahar geldi geçti, sen gelmez oldun.
Yaradan aşkına ne olur dön, kuşlar kondu göçtü
sen gelmez oldun, sen gelmez oldun, sen gelmez oldun
Biz bu sonbaharda buluşacaktık
Bahar geldi geçti sen gelmez oldun
Taşlara mı döndü kalbin gelmedin
Aylar geldi geçti sen gelmez oldun, sen gelmez oldun.
Boş yere mi yemin ettik ikimiz.
Her bahar gelinlik giyer, bütün şehir çiçek denizine dönerdi. Uçsuz bucaksız, bembeyaz bir çiçek denizi. Dağlar, tepeler, bağlar, bahçeler, ovalar, vadiler, dere kenarları, yol boyları beyaza, bembeyaza bürünürdü. Dağların karlı, ovaların çiçeğe durmuş, coşkun bir bahar şenliğinde, yeniden doğuşun bayramı yaşanırdı.
Tam yedi yıldır her bahar bu sefer “uyanışa” yetişirim, baharı yaşarım diye ümitle bekliyordum. Bu yıl da olmadı ama gelecek yıl olur ümidiyle tam yedi yıl geçti. Kayısılar çiçek açtığında gidecek, beyaz denizde kaybolacak, Affan Dede’ye sattığımız çocukluğumuzu, kayısı bahçelerinde bulacaktık. Her yıl kışın bitişini, baharın gelişini ümitle bekledik, sürgün bitecek bu bahar orada olacaktık.
Oysa şimdi şehrin cenazesini izliyorum. Altı buçuk ay önceki felaketten bu yana, yıkılan evleri, terk edilen şehri, yok olan hatıraları her gün izlemek nasıl bir kahır, nasıl bir acıdır bilir misiniz? Tüm şehir alt üst, her yer yerle bir, bütün çocukluğumuz, anılarımız, hikayelerimiz, çocuklarımıza aktardıklarımız hepsi enkaz altında. Altı buçuk aydır bitmeyen bir kabusun içinde, bitmeyen bir cenaze merasimindeyiz.
Şimdi gitsek, başımızı şehrin omuzlarına yaslayıp “geçecek, iyileşeceksin, giden kuşlar da insanlar da, seni sevenler de dönecek” desek bir faydası olur mu?
“Sana çok kırgınız ama yine de bizim şehrimizsin, bağrındaki iyi insanları çok üzdün lakin bütün hikayemiz sende saklı. Bu coğrafyada Moğollardan beri ilk defa kitapları yaktılar, sen öylece seyrettin, zalim ve hırsız bir güruhun bağrında halay çekmesine müsade ettin, Niyazi Mısri’yi mezarında utandırdın. Yedi yıldır bizi bu utanç ile yaşatıyorsun. Yine de bizim şehrimizsin, böyle tarumar olduğunu görmek canımızı acıtıyor. Felaketlerin dilini okumaya başladığında, Niyazi Mısri’nin ruhunu tekrar bulduğunda, asıl kimliğinle barıştığında belki eskisinden de iyi olacaksın’’ desek bir faydası olur mu?
Çok uzak diyarlardan, depremle ruhu örselenmiş hercümerc olmuş şehri her gün izliyorum. Barguzu’da, Çilesiz’de, Kilayik’te, Çırmıktı’da yıkılan binaları… Söylediklerimde haklı çıkmanın büyük acısını yaşıyorum.
Daha on yıl önce şehrin belediye başkanı ve yerel yöneticileriyle bağların bahçelerin, eski mahallelerin imara açılmasından dolayı yaka paça olmuştuk. Dünyanın en güzel meyvelerinin yetiştiği bu bahçeleri imara açmamaları için yalvarmıştık. Bahçe içindeki konakları yıkmamaları, bahçeleri bozmamaları konusunda onlarla kavgaya varan konuşmalar yapmıştık. Yolu genişletme bahanesiyle çınar ağaçlarınızı kesmemeleri için bütün mahalle ayaklanmıştı, fakat dinlemeyip bildiklerini yapmışlardı.
Feryat figan ikazlarımıza kulak tıkayıp da inşa ettikleri binaların, bulvarların, caddelerin hepsi depremle yerle bir oldu. Yapmayın, kıymayın dalbastı kirazına, tanebi üzümüne, limon armuduna diye yazılar yazdığımız için istenmeyen adam ilan edenler bugun orada yaptıkları binaları dinamitlerle ortadan kaldırıyor.
Oysa şehri yönetenler azıcık tarih bilselerdi buraların Aspuzu olduğunu hatırlayacaklar, taa Hititlerden beri sadece meyve yetiştirildiğini, tarım yapıldığını bileceklerdi. Binlerce yılın geleceğini bozup dünyanın en verimli topraklarında bina yetiştirmeye kalkınca her şey ters yüz oldu.
Zaten ‘Melita’ Hititçe bazı kaynaklarda “Bal ülkesi” bazı kaynaklarda ‘meyve bahçesi’ anlamına geliyordu. Gerçekten de tarih boyunca kendisine has çok güzel meyvelerin yetiştiği, bağlar, bahçeler içinde kurulu mahallelerden oluşmuş bir şehirdi Malatya. İnşaata hücum döneminde neredeyse eldeki bütün bahçeler, köşkler, konaklar yıkılarak imara açıldı, son derece verimli tarım alanları rezidans ya da apartman denen barınaklardan oluşan sitelerle doldu. Oysa dedelerimiz o bahçelerdeki her bir ağacı evlat büyütür gibi büyütmüşlerdi.
Bu cahil güruha göre imarla elde edilecek hesapsız, deli paranın yanında başka neyin önemi olabilirdi? Paranın yanında dede hatırasının, kent birikiminin, şehir kimliğinin bir kıymetinin olması söz konusu bile olamazdı. Ama bir sabah her şey ters yüz oldu.
Paradan başka, bütün değerlerin önemini yitirdiği bir zamanda yaşanan deprem felaketi, şehri uyandırmış mıdır?
Yerle bir olmuş bir şehri yeniden kurmak, oradan geçmişin projeksiyonuyla yepyeni bir kent inşa etmek mümkün olabilirdi. Hatalardan ders çıkarılabilir, bu felaketin dilini anlamak için gayret gösterilebilirdi. İnsanların hem barınacağı hem güvenle yaşayacağı, yaşarken geçmişten biriktirdikleriyle bir kimlik inşa edebileceği bir şehir kurmak mümkündü. Ama şehri yönetenlerin ne böyle bir amacı, ne böyle bir derdi, ne böyle bir ufku vardı. Onların belki tek düşündüğü şey, yıkılmış şehirden kendine hangi ihalelerin kalacağı meselesiydi.
Tekrar soralım, deprem felaketi bu şehrin madden ve manen uyanmasına sebep olmuş mudur? Maalesef buna evet diyemiyorum. Korkarım ki böyle bir felaketten bile on gram ders almış gibi görünmüyor.
Bu şehri her gün büyük bir keder ile izliyorum. Hem büyük bir kırgınlık, hem büyük bir üzüntüyle, ama ne yapayım benim şehrimsin.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***