Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Bir cinayet ve kopan tespih!

Bir cinayet ve kopan tespih!


Bediüzzaman Ankara’da (12) 

“Hayal gücü insanda, 
ruh ve bedenin bitişme yerinde bulunmaktadır.”
Michel Foucault

“Birçok insan, zehirli bir yılanın ısırığından daha tehlikeli bir dille donatılmıştır.” 
 Ovidius

“Ressam tablosundan hafifçe uzaklaşmıştır. Modeline bir bakar; belki son bir fırça darbesi yapması söz konusudur, fakat daha ilk çizginin çekilmemiş olması da mümkündür. Fırçayı tutan kol, palet yönünde sola doğru bükülmüştür; bir ân için tuval ile boyalar arasında hareketsizdir. Bu maharetli el, bakış karşısında havada asılı kalmıştır ve bakış da bunun karşılığında, durdurulmuş hareketin üzerinde sabitleşmiştir. Fırçanın ince ucuyla bakışın çeliği arasında, gösteri hacmini serbest bırakacaktır. Burada, incelmiş, ustaca bir sıyrılma sistemi yok değildir. Ressam biraz geri çekilerek, kendini yaptığı işin yanına yerleştirmiştir.” Mehmet Ali Kılıçbay’ın şahane çevirisiyle Michel Foucault, “Kelimeler ve Şeyler”de yazıyor bunları (s27) 

Hayat ya da sanatla araya mesafe koyup, ihata eden bir perspektife geçerek izleyebilmek her faninin harcı değildir. 

Gerek Bediüzzaman gerekse Mustafa Kemal böylesi bir donanıma sahiptir aslında. 

Bu iki güçlü karakterin kafa kafaya tokuşmasına devam edeceğiz ancak…

Bu bölüme Abdurrahman’dan söz ederek başlamak istiyorum. 

Ardından biraz ansiklopedik bilgi aktaracağım. 

Bahsini ettiğim şahıs, Hazreti Bediüzzaman’ın ağabeyi Molla Abdullah’ın oğlu Abdurrahman. 

Eğer Risale-i Nur’a bir aşınalığınız varsa, şu görsele muhakkak denk gelmişsinizdir. 

Esaret sonrası İstanbul’a gelen Bediüzzaman Said Nursi’ye yardımcı olması için İstanbul’a gönderilmişti yeğeni Abdurrahman. Henüz 15 yaşındaydı ama amcası Bediüzzaman onun için: “Bir deha-yı Nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman” der. (Barla lahikası, s19) 

Risale-i Nur’da onun adını sıklıkla sadece “Abdurrahman” ya da “biraderzadem” olarak görürüz. 

İstanbul ve Ankara’da bulunduğu süre içinde Bediüzzaman ile kalır. Yaklaşık 5 yıl boyunca gece gündüz amcasının işlerini takip eder, hususi kâtibi, muhasibi, hizmetkarı olur. 

Bediüzzaman ile beraber Ankara’ya gider. Bediüzzaman’ın burada kaldığı 7 ay boyunca yanından ayrılmaz. Ve büyük ihtimalle yapılan bütün tartışmalara şahit olmuş, yaşanan tüm gerilimlerde aynı ortamda bulunmuştur. 

Şu demek, 1918 yılında başlayan bu beraberliği 1923 senesi Mayıs ayına kadar devam etmiştir. Merhum Abdurrahman, belki de amcası Bediüzzaman en zor zamanlarında; esaretten çıkmış ruhen ve bedenen tükenme noktasına geldiği dönemde adeta Hızır gibi yetişmiş, her türlü hizmetinde bulunmuştur. Ancak onun esas katkısı amcasının dikte ettirdiği eserleri kaleme almak, editörlüğünü yapmak, yayına hazırlamak ve baskısını takip etmektir. Bu arada çok ama çok gençtir. Hatta Bediüzzaman onun faytonla çarşıya çıktığını öğrenince “seni muhasiplikten azlettim” der. Çünkü Bediüzzaman Çamlıca’dan Üsküdar’a kadar hep yürümüş, hiç faytona binmemiştir. O sıralarda 15/16 yaşlarında olan genç Abdurrahman’ın böylesi bir lüksü yaşaması (!) onu rahatsız etmiştir. 

Bediüzzaman’ın yazdığımız ve yazacağımız olaylardan sonra Ankara’dan ani gidişinde neler oldu bilmiyoruz ama Abdurrahman 5 senedir yanından hiç ayrılmadığı amcasıyla beraber gitmeyip Ankara’da kalıyor. Ardından -muhtemelen- askerlik ve dönüşü yine Ankara’ya yapıyor. Önce Meclis’e katip olarak giriyor. Şahsen bu işin, amcasıyla beraber geldiği dönemde kurduğu ilişkilerden dolayı olmuş olabileceğini düşünmekteyim. 

Çalışmamızı yakından takip edenler Ankara bahsine başladığımız zaman değindiğimiz Zülfazl Köyü ve özelliklerini yazdığımızı hatırlayacaklardır. (BKNZ) Bu köyün Bediüzzaman için ne anlama geldiğini orada anlatmıştım. 

Genç Abdurrahman bir süre uzaktan mektupla da olsa amcasına yardım etmeye devam etmesine ediyor ama çok ama çok genç yaşta (26) vefat ediyor. Tarih ve tarihçiler Bediüzzaman’ın peşine düştüğü için bu genç yardımcının Bediüzzaman sonrası hayatı hakkında çok malumatımız yok. Amerika Houston’da yaşayan bir torunu var, iletişim kanalı bulup, bir mesaj yolladım, -bu serimiz bitmeden- geri dönüş olursa kendi merakımı ve sizinkileri gideririm diye düşünüyorum. 

1929 yılında vefat eden Abdurrahman’ın mezarı neredeyse tam 100 sene sonra nerede bulunuyor biliyor musunuz?

Zülfazl köyünde!

Betonun yeniliğine bakılırsa, muhtemelen Bediüzzaman’ın sevenleri tarafından son bir yıl içinde  restore edilmiş mezar Zülfazl (Solfasol) mezarlığındaki kabri.

Tüyleri diken diken eden bu ayrıntıyı öğrendikten sonra şahsen Zülfazl köyünün kurucu irade tarafından “Solfasol” ismine çevrilmesinde başka şeyler aramaya başladım!

Bu haber bana Foucault’nun girişteki tespitini hatırlattı zaten. 

Her şey zehirdir!

Merhum Necip Fazıl, şöhreti anlattığı şiirinde “İstemem ne mülk ne mal/bana ne verdiysen al/sazını kafana çal!” diyor. 

Bediüzzaman Nursi’nin talebeleri (Ki bu konuda yazılar hatırat ve tarihçelerin tamamı -neredeyse- fikir birliğindedir.) 18/19 kez zehirlendiğini ifade ederler. Yeri geldikçe spesifik olarak bu iddiaları yakından inceleriz inşallah ama hayatını anlatan kitaplar ilk zehirlenmenin Meclis’te olduğu dönemde yaşandığını yazarlar. Son zehirlenme tarihi ise 1956’dır. Yani Menderes Hükümeti döneminde de defalarca zehirlendiğini düşünmektedir Bediüzzaman’ın talebeleri. 

Biz bugün ilk zehirlenmesine odaklanalım. 

Önce zehirlenmenin tanımına bakalım: 

Zehirlenme, toksik veya zararlı maddelerin vücuda alınması sonucunda ortaya çıkan, vücudun normal fonksiyonlarının bozulduğu patolojik bir durum. Bu maddeler, solunum, sindirim ya da deri yoluyla vücuda girebiliyor. Zehirlenme belirtileri, alınan zehirli maddeye, miktarına ve kişinin genel sağlık durumuna bağlı olarak değişiklik gösterebiliyor. 

Bu son kısım çok önemli.

İsviçreli bilim insanı Doktor Paracelsus der ki; “Her şey zehirdir, mühim olan dozdur!”

Yaklaşık 2,5 yıl son derece zor şartlar altında dünyanın en soğuk bölgesinde, kötü muameleyle esir hayatı yaşayan Bediüzzaman’ın ruhen ve bedenen ne kadar yıprandığını yazmıştık. Özellikle ruhunda açılan yaralar önemliydi, çünkü aynı zamanda iç dünyasında büyük bir metamorfoz yaşamaktaydı. 

Ruhen ve bedenen ne kadar yıprandığını resmi vazifesinden izin için aldığı doktor raporundan anlıyoruz. Ve doktorunun kendisine terapi için sinemayı tavsiye ettiğini de. 

Bunun üstüne bir de Ankara’ya geldikten sonra ruh dünyasında yaşananlar ve Mecliste olan bitenler eklenin hazretin çok da sağlıklı bir halde olduğunu söylemek mümkün değil. 

Bunun etkisinin yıllarca devam ettiğini 1948 yılında Afyon mahkemesinin temyiz duruşmasındaki şu cümleleri teyit ediyor: 

“… Ve Ankara’da Divan-ı Riyasette, -Afyon kararnamesinin yazdığı gibi- M. Kemal hiddetle ona dedi: “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilâf verdin:” (Büyük Tarihçe-i Hayat, s120) Türkiye Cumhuriyeti kurucusu ve yaşayan bir efsane olan bir kişinin size bu cümleleri sarfettiğini ve bu azarlama cümlesinin Bediüzzaman gibi bir insanın ruhunda nasıl onulmaz bir hasara yol açabileceğini bir düşünmenizi rica ediyorum. 

Dönelim Tifo’ya…

Tifo, Salmonella Typhi adlı bir bakterinin neden olduğu ciddi bir enfeksiyon hastalığı. Genellikle kirli su ve kontamine gıda yoluyla bulaşıyor. Tifo, yüksek ateş, baş ağrısı, karın ağrısı ve genellikle ishal veya kabızlık gibi belirtilerle karakterizedir. Eğer tedavi edilmezse, tifo ölümcül olabiliyor.

Tifo, tarih öncesi dönemlerden beri insanları etkileyen bir hastalık olmuştur. Antik yazıtlarda ve tıbbi metinlerde tifo benzeri belirtilerden bahsedildiğini biliyoruz. Özellikle 19 Yüzyıl bu hastalığın altın çağıdır diyebiliriz. İnsanlık ancak bu çağda hastalığın su ve gıda yoluyla bulaştığını fark ediyor. 

20 asrın başlarında ise Salmonella Typhi’nin tifo hastalığının nedeni olduğu keşfediliyor. 

Birinci Cihan Harbi’nde kayıpların bu denli yüksek olmasının sebeplerinden biri de tifo benzeri salgın hastalıkların çok yaygınlaşması. Biri İngiliz, diğeri alman iki bilim insanı Almroth Wright ve Richard Pfeiffer aşısını keşfettiklerinde yıl 1896… Özellikle Wright’ın geliştirdiği aşı 1920 yılında hastalığı durdurmada etkili olmaya başlayınca hızla dünyaya yayılıyor. 

Bu konulara Corona sebebiyle aşina bir kuşağız. Aşı keşfedilip seri halde üretildiğinde öncelikle devlet büyüklerine uygulanıyor. 

Bundan Türkiye Büyük Millet Meclisi de nasibini alıyor. Tüm vekiller birer birer aşı oluyorlar ve o sırada orada bulunan Said Nursi de bu aşıyı oluyor. 

Bu aşı meselesine kısa bir ara verelim daha sonra zehirlenme ile bağlayacağız. 

Kendi ajandaları olan iki farklı karakter, iki farklı düşünce, iki farklı kutuptu Atatürk ve Bediüzzaman. Yakınlaştıkça sürtüştükleri ve ortaya sağlam kıvılcımlar çıktığı muhakkak. 

Bazı Pollyanna ruhların sevgi pıtırcığı “Aslında birbirlerini severlerdi” abartılarına kimse kanmasın ve hakikati teslim etsin. 

Aradan geçen yüz küsur yıl sonra o haksızdı, bu haklıydı tartışması da enerji kaybından başka bir şey değildir. Her iki kesimin fanatikleri bu işten çok ekmek yiyor. Fanatik Atatürkçüler, Kemalizm ayağından ekmek yedikleri için Said Nursi’yi anarken yobaz, softa, hain, cumhuriyet düşmanı gibi etiketler kullanmayı artık alışkanlık haline getirmiş durumda. Düşünün soy ismi olarak kullandığı “Kürdî”yi bile hakaret sıfatı olarak kullanıyorlar. İslamcı yobazlar ve fanatik nurcular ise “Kafir, deccal, din düşmanı, ayyaş” gibi kontra ataklarda bulunuyorlar. 

Naçizane tavsiyem her iki kesimden de uzak durun. Uzak durun durmasına da bir başta vartaya, aslında iki samimi dost, can ciğer arkadaştılar, nevinden bir diğer ifrata kapılmayın. 

Bu arada önce bir miktar mesafeli yaklaştığımı hatırlayacağınız ama meseleleri bambaşka anlatan biri daha var. Hatırlayacaksınız Vehbi Vakkasoğlu. 

O ise Celal Bayar’ı referans göstererek aynı olayı bambaşka bir kurgu ile anlatıyor. 

Mufassal Tarihçe-i Hayat’tan (s561) okuyoruz: 

“Gazeteci-Yazar Vehbî Vakkasoğlu anlattı: (7-1-1986 günü İstanbul Bahçelievler de) “1980’nin Ağustos’unda Celâl Bayar’ı İstanbul’daki köşkünde ziyaret ettiğimde bir gazeteci olarak birçok meselelere dair sualler sormuştum. En son sualim kendisinin Bediüzzaman Said Nursi’yi görüp görmediği olmuştu. Bu sualim üzerine, Celâl Bayar yarı ciddi, yarı şaka bir eda ile: “Hımm bu da nereden çıktı?” dedi ve fakat devam ederek: “Evet ben Said-i Nursî’yi Ankara’da görmüştüm. O da şöyle oldu: M. Kemal Paşa beni bir gün Said-i Nursi’yi çağırmaya gönderdi. Bir meseleye dair görüşeceklermiş. O günü Said-i Nursî Ankara’da Taşhan diye bir binada kalıyordu. Oraya gittiğimde; eli kolu çemrenmiş, abdestini almış, namaz vaktini bekliyordu. Kendisini M. Kemal Paşa’nın istediğini söyledim. O da: “Görüyorsunuz namaz vakti gelmiş, namazımı kıldıktan sonra geleceğimi söyleyin!” dedi. Bana da dönerek: “Sen namaz kıldın mı?” Yahut da -İyice Hatırlamıyorum: “Namaz kılıyor musun, istersen kal beraber kılalım” dedi. Ben ise yakayı kurtarmak için mazeret olarak çok acele işim vardır diyerek, durmadım ayrıldım.” 

Bu anekdotu iki açıdan değerlendirmek mümkün. 

İlki hatırlayacaksınız, bir başka aktarımda da Gazi’nin mecliste dolanırken teneffüs odasında Bediüzzaman’ı kollarını kıvırmış, ıslak mendilini soba başında kuruturken gördüğünü anlatmıştı isimsiz bir kaynak. 

Celal Bayar’ın 8 ciltlik (sonradan 3 cilt halinde basıldı) “Ben de yazdım” isimli hatıralarını didik didik etmiş biri olarak söyleyeyim ki, Bayar, merhum Bediüzzaman’dan sadece bir yerde, birinci ciltte 31 Mart Vakası münasebetiyle bahseder: “Komisyonda Said-i Kürdi, “Dört mezhebi cem’ ile şeriat, kanunlara esas ittihaz edilmeli, Kürtler şeriattan başka bir şey tanımazlar,” dedi.” Bu kadar. Hatta ihtimal ki Bayar, bu söylemi net hatırlamadığı için bu bilgiyi İslam Ansiklopedisi’nin Afganistan maddesinden aldığını da dipnot olarak ekler. 

Tarih yaşanırken apayrı, ahlatırken başka bir şekle dönüşebiliyor. 

Hakikatler anlatımlara hele hele araya giren zaman uzun olunca rivayetlere göre bazen öyle bir değişime uğruyor ki işin içinden çıkmam mümkün olmuyor. 

Bu konuda yaptığım okumalar ve zihnimde meseleyi toparlama çabalarının neticesinde bir kanaate varmış durumdayım. 

Önemle ifade edeyim ki, şimdi yazacaklarım tamamen subjektif, kendi düşüncelerimdir. 

Kanaat-i acizaneme göre gelişmeler şöyle oluyor: 

Atatürk-Bediüzzaman geriliminden hemen sonra (Tifo aşısının bu tartışmadan önce yapıldığını düşünüyorum) Said Nursi Ankara’dan ümidini tamamen kesiyor. Bulunduğu Hacı Bayram Camii misafirhanesini terk edip İstasyon caddesindeki Taşhan’a taşınıyor. Buraya taşınmasının en önemli sebebini ise birazdan yazacağım. Ancak Mustafa Kemal Nursi’yi ekibine katmakta ısrarcı ve hala ikna edeceğini düşünmekte. Bu sebeple bir gün haber vermeksizin atlayıp yalnız halde Taşhan’a gidiyor ve rivayetlerde betimlenen; abdest sonrası kolları kıvrılmış, mendilini sobada kuruturken buluyor onu. 

Ve Tarihçe-i Hayat’ta aktarılan “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilâf verdin.” Cümlesini bu sırada sarf ediyor. Ve o anda tabiri caizse kılıçlar çekiliyor, baş başa (Belki Mustafa Kemal’in yanında bir kişi ver ve Nursi’nin yanında yeğeni Abdurrahman var) iletişim isteği eteklerdeki taşların dökülmesiyle neticeleniyor. 

Belki de Kemal Paşa’nın yanında o sırada Celal Bayar vardı emin değilim. Ya da Mustafa Kemal bu diyaloğu Meclis’te anlattı ve Bayar yıllar sonra sanki kendisi de oradaymış gibi nakletti. Bu da mümkündür. 

İsterseniz “Bediüzzaman’ın otelleri” bağlamında Taşhan’dan bahsedelim. 

Taşhan, 1895-1902 yılları arasında, Ankara Valisi Abidin Paşa’nın mektupçusu İsmail Bey tarafından yaptırılıyor. 

Günümüz Ulus Meydanının ismi önceleri “Taşhan Meydanı” olarak anılmaktaymış. 100 odalı han, Ankara’ya gelenlerin hayvanlarıyla konakladığı bir otel olarak hizmet verirken, Kurtuluş Savaşı yıllarında cepheden gelen yaralıların tedavi edildiği 150-200 yataklı bir hastaneye dönüştürülüyor.

1920’li yıllarda, özellikle TBMM açıldığında, Ankara dışından gelen delegelerin büyük bölümü burada kalıyor.

1928 yılına gelindiğinde ise, burası “Taşhan Palas Oteli” (bir diğer ismi “Hotel d’Angora) olarak faaliyetini sürdürüyor.

Hanın arka bahçesinde Bolşevik ihtilalinden kaçak Rus Juri Karpovich tarafından 1928 yılında kurulan “Karpiç Lokantası” Ankara şehrinin kuruluş yıllarındaki en modern lokantası olarak biliniyor. 

Han, 1933 yılında Sümerbank tarafından istimlak edilince boşaltılıyor ve yerine günümüzdeki Sümerbank binası (şimdilerde Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi kullanıyor) inşa ediliyor.

Bir cinayet ve kopan tespih!

Afet İnan 1971 yılında yayınladığı “M. Kemal Atatürk’ten yazdıklarım” isimli kitabına Kemal Paşa’dan alıntıladığı şu epigrafla başlar: “Mes’udum, çünkü muvaffak oldum!” Kitabın 105. Sayfasında bu cevabı kendisine bir gazetecinin sorduğu: “Mesut musunuz?” sorusu üzerine 21 Haziran 1935’te verdiği yazılı. Mustafa Kemal’in ömrünün kalan 3 yılında başta İnönü olmak üzere kendi arkadaşlarının ona yaptıklarını görmeden bunu söylemesi bence gayet doğaldı. Ancak siyaset tam da böyle bir şeydi, gücü yitirdiğiniz an dönüp sizi yiyen bir zehirli yılan gibiydi!

Birazdan bahsedeceğimiz olayların sadece kaybeden tarafı değil, kazanan tarafı da mesut etmediğini göreceğiz. 

Başka kaynaklarda (Wikipedia da dahil) yer alan Ali Şükrü Bey maddesi klasik Atatürkçü kesimi hop oturtup hop kaldırdığı için doğrudan Atatürk Ansiklopedisinden kaynak olarak yararlanacağız. Şundan eminiz ama, Ali Şükrü Bey hadisesi Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çok önemli bir kırılma noktası, çok mühim bir eşiktir. 

Ansiklopedi (Fahri Çoker’in Parlamento Tarihi isimli eserine atıf yaparak) Ali Şükrü Bey’i şöyle tanıtıyor: 

1884 (1300) yılında Trabzon’un Beşikdüzü ilçesinde (1894’e kadar Görele’ye, bu tarihte Vakfıkebir’e bağlanan o zamanki adıyla Şarlı bucağında) doğdu. Babası Bahriye Kolağası Reiszâde Hafız Ahmet Efendi, annesi Sadbek Hanım’dır. İlköğrenimini Trabzon’da tamamladıktan sonra 1898’de Heybeliada Bahriye mektebine girdi. 1902’de Harbiye sınıfına geçti. 1903 yılında eğitim için İngiltere’ye gönderildi. Başarılı bir öğrenci olan Ali Şükrü Bey, kurmay sınıfına ayrıldı. 26 Şubat 1904 tarihinde de Mekteb-i Fünun-ı Bahriye’nin güverte bölümünden, Bahriye Erkan-ı Harbiye Mülazımı (Bahriye Kurmay Teğmeni) olarak sınıf üçüncülüğü derecesiyle mezun oldu. 1904’te teğmen rütbesiyle Deniz Kuvvetlerine katıldı. Heybetnüma okul gemisindeki güverte mühendisliğinden sonra çeşitli gemilerde seyir subayı yardımcısı olarak görevlendirildi. 29 Ekim 1905’te rütbesi, Bahriye Kurmay Üsteğmenliğine yükseltildi. 3 Eylül 1907’de Mesudiye Zırhlısı seyir subayı yardımcılığına atandı. Sultan II. Abdülhamid’e karşı Meşrutiyet fikrinin savunucusu olarak İttihatçıları destekledi. 31 Mart olayında Hareket Ordusu İstanbul’a gelirken donanmanın orduya yardımını örgütleyenler arasındaydı. Meşrutiyetin ilanından sonra Deniz Kurmay Başkanlığında görevli iken 19 Temmuz 1909’da kurulan “Donanma-yı Osmani Muavenet-i Millîye Cemiyeti”nin 28 kişilik idare heyetinde Bahriye Erkan-ı Harbiye Mülazımı olarak yer aldı. Donanma Cemiyetindeki faaliyeti ve Cemiyetin yayın organı olarak 14 Mart 1910’da yayın hayatına başlayan Donanma dergisindeki yazıları ile dikkat çekti. 27 Nisan 1911’de yüzbaşı oldu. Bu arada Sultaniye, Orhaniye Gemileri, Yarhisar Torpidosu ve Nevşehir Gambotunda seyir subaylığı yaptı. Donanma Cemiyeti tarafından nakliye gemileri almak için Almanya’ya gönderildi. Çanakkale Savaşı’nda kullanılan mayınların Berlin’den temin edilmesinde, Reşid Paşa, Midhat Paşa ve Giresun gemilerinin alınmasında hizmetleri oldu. Yine donanma adına gemi satın alma işlemleri için gittiği Liverpool’da Deniz Hukuku Profesörü Zibel’den özel dersler aldı. Buradaki bazı siyasi cemiyetlerle de irtibat kurdu. Bu sıralarda İtalya ile | 2 Trablusgarp Savaşı olduğundan Liverpool Times’ta yazdığı makalelerle Türkler lehinde bir hava oluşturmaya çalıştı. Ülkeye döndükten sonra Deniz Müzesinde çalışmaya başlayan Ali Şükrü Bey, görevinden istifa etmek istedi fakat Balkan Savaşları nedeniyle istifası kabul edilmedi. 13 Haziran 1914 tarihinde askerlikten istifası gerçekleşti. Donanma Cemiyeti ile ise ilişkisini sürdürdü. Bâb-ı Âli Caddesi’nde “Ayyıldız Pazar” adlı bir kütüphane-kırtasiye dükkânı açtı ve İdman adlı spor dergisinin yazar kadrosuna katıldı. Savaşın sonlarına doğru yine aynı caddede kendi adını taşıyan bir matbaa (Ali Şükrü Bey Matbaası) kurdu. Eserler yazdı, çeviriler yaptı.

Gündoğuşu 1 Nisan 1335

Ali Şükrü Bey, Donanma Cemiyeti çatısı altında ülkesi adına yararlı çalışmalar yapmıştır. Halkın Türk donanmasına yardımını temin etmek üzere 1914 yılının şubat ayında Cemiyet üyesi olarak Trabzon’a gönderildi. Yine Cemiyet adına 1918’in haziranında ticaret gemisi satın alma işlemleri için Romanya’ya gitmiş kısa bir süre sonra da (7 Eylül 1918) bu Cemiyetteki görevinden ayrılmıştır. Mütareke döneminde İttihatçılara karşı oluşan havadan Donanma Cemiyeti de payını alacak ve bu oluşum 1 Şubat 1919 tarihinde Meclis-i Vükela kararıyla kapatılacaktır. Ali Şükrü Bey İstanbul’da basın yayın faaliyetlerini sürdürdüğü bu dönemde “Gündoğuşu” adında kısa ömürlü (1 Nisan-22 Mayıs 1919) bir dergi çıkartmıştır. Mütareke döneminde siyasî faaliyetleri ile de dikkat çeken Ali Şükrü Bey, Millî Kongre’ye katılmış ve bağlantıya geçtiği Karakol Cemiyeti’ne çeviri, beyannamelerin yazılması ve İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve cephane sevkiyatında çalışmak gibi yararlı faaliyetleri olmuştur. İlyas Sami Bey ve Binbaşı Osman Bey ile birlikte Trabzon’a giden Ali Şükrü Bey, gerek verdiği konferanslarla gerek teşkilatçılığıyla buradaki örgütlenme faaliyetlerinde aktif olarak görev aldı. Osmanlı Mebusan Meclisi’nin son döneminde seçilen altı Trabzon milletvekili arasında (Ali Şefik Bey, Ali Şükrü Bey, Eşref Bey, Hasan Hüsnü Bey, Hüsrev Bey, Muhtar Bey) yer alan Ali Şükrü Bey’in mazbatası, 9 Şubat 1336 (1920) tarihli Meclis oturumunda onaylandı. Meclis-i Mebusanda faaliyetleri arasında, Misâk-ı Millî’nin kabulünde rol oynaması, matbuata uygulanan sansür nedeniyle 16 Şubat 1336 tarihli oturumda Dâhiliye Nezaretine sözlü soru yöneltmesi, “Vilâyat-ı müstahlasa aşarının iki sene müddetle affına” ve “Kanunun Heyet-i Umumiyesi tâyin-i esâmî ile reye konulduğu zaman red edenlere ait fark-ı muhassasatın mensup oldukları vilâyetler eytâmına terkinin taht-ı karara alınmasına” dair kanun teklifleri vermesi gösterilebilir. Ali Şükrü Bey, Meclisin dağılmasından sonra Mehmet Akif Bey (Ersoy) ile birlikte araba, at ve Geyve’den dekovil ile 18 günde Ankara’ya gelerek 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışında hazır bulunmuş, Trabzon mebusu olarak da bu mecliste yer almıştır. İlk önergesini (İntihap edilecek İcra Vekillerinin muvakkat olmasına ve kati seçimin teşkilâtı idariye programının kabulünden sonra yapılmasına dair takrir) 25 Nisan 1920’de veren Ali Şükrü Bey, Mecliste Dışişleri, İrşad, Anayasa, Millî Savunma, Millî Eğitim ve İçtüzük komisyonlarında çalıştı. 28 Nisan’da önerdiği 6 maddeden oluşan Men-i Müskirat (İçki Yasağı) Kanunu 14 Eylül 1920’de kabul edildi. Yine suistimallerin yasaklanması ve bu yolla elde edilen servetlerin geri alınmasına, “Memurinin usulü muhakemesi hakkında” ve “Umum zabitan ve | 3 mensubun askeriyeye seyyanen birer nefer tayını zammına” dair teklifleri vardır. Ali Şükrü Bey’in dinî ve millî hassasiyetlerinin ne kadar yüksek olduğu ve bunları ön planda tuttuğu, sözlerinden ve faaliyetlerinden anlaşılmaktadır. Millî ruhun uyandırılması için Sultan Ahmet’teki mitingin düzenlenmesinde rol oynamış, halkı Millî Mücadele’ye çekmek için konferanslar vermiş, vatan kavramının önemini vurgulamış, millî hâkimiyetin esas olduğunu kabul ve beyan etmiştir.

Sebilürreşad, 24 Eylül 1337

Ali Şükrü Bey, Millî Mücadele’ye sonuna kadar inanmıştı. Lozan Barış Konferansı sürecinde yaşanan problemlere karşı verilen mücadelenin büyüklüğünü hatırlatmış ve tavizsiz bir tutum izlenmesi gerektiğini gerekirse de savaşa devam edilmesini savunmuştur: “Bendeniz diyorum ki… bizim tarihimizde birçok muzafferiyeti askeriye vardır. Fakat en mühim muzafferiyet de budur. Dünyada muhik bulunduğu şerait istisna edilirse bunda büyük muzafferiyet mevcut değildir… Öyle bir muzafferiyettir ki nakliyatı askeriye için kağnısı elinden alınmış, merkebi elinden alınmış, oğlu cephede harbe iştirak etmiş karlar içinde bendeniz kendi gözümle gördüm. Yalın ayak kar içerisinde sırtında cephane taşımıştır. Bu harp bunların fedakârlığı neticesinde kazanılmıştır. Bendeniz isterdim biz bu muazzam zaferden azami istifadeyi temin etmeli idik. Maatteessüf edemedik ve edemiyoruz…”. 28 Ocak 1923 tarihli gizli celse oturumunda bunları söyleyen ve Lozan’da İsmet Paşa’nın çabasını takdir ettiğini de belirten Ali Şükrü Bey, heyetteki diğer isimlerin özellikle de Ahmet Ferit (Tek) Bey’in ise hatalar yaptığı düşüncesindeydi: “Ferit Beyin ne kadar müşkül mevkie soktuğunu görsünler ve bin netice bundan bizim ne derece mutazarrır olduğumuzu görsünler. Ferit Bey müttefiklere meydan bile okumuştur. Eğer meydan okumak lâzım gelseydi İsmet Paşa’nın salahiyeti daha fazla idi…”. Ali Şükrü Bey, İngiltere’nin tarihte ilk defa Türk-İslam ulusu tarafından mağlubiyete uğratıldığı fakat konferansın uzamasının sadece İngilizlere hizmet ettiği görüşündeydi. Ona göre hükûmet, askerî durumu ve tüm olasılıkları iyice değerlendirerek savaş ya da barış üzerinde bir karara varmalıydı: “Ben ne vaziyeti askeriye ve ne de vaziyeti maliyeyi layıkıyla bilirim ve ne de vaziyeti siyasiyeyi bilirim… Bunu bilecek olan mütehassıs makamatı âliyedir. Onları birer muvazene, terazi yapmadıkça burada şöyle yapın, böyle yapın demeye salahiyetim yoktur ve doğru bir iş değildir… Rica ederim, bunları tenvir buyursunlar.”

Cumhuriyet tarihinin ilk büyük siyasi cinayeti

Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal’in hassas bir matematikle kurduğu ilk meclisteki muhalefetin başıydı diyebiliriz. Döneme göre çok bilgi sahibi bir entelektüel olması, kullandığı retorik ve etkin söylev gücü onu bir rol modele dönüştürdüğü gibi, kurucu iradenin önünde çok ciddi bir engel olarak tutuyordu. 

Aslında Mustafa Kemal ile olan gerginliği meclis öncesinden başlamıştı. 

Ali Şükrü Bey, Lozan görüşmelerinde Türk heyetine ilişkin eleştirilerini sürdürünce 6 Mart’ta yapılan gizli görüşmelerde Mustafa Kemal Paşa ile aralarında kısa bir söz düellosu yaşandı. Mustafa Kemal Paşa, Lozan heyetini müdafaa ederken Ali Şükrü Bey, eleştirdi. Mustafa Kemal Paşa, ona “Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardide ediyorsunuz.” deyince Ali Şükrü Bey, “Kimseyi ithama hakkınız yoktur” sözleriyle Mustafa Kemal Paşa’ya tepki göstermişti. Meclis oturumunu yöneten Ali Fuat Paşa (Cebesoy), gergin havanın tutanaklara geçmeyen bazı ifadelerle birlikte hem oturum sırasında hem de oturumdan sonra devam ettiğini hatıralarında belirtmekte. Bu gerginliğin tanıklarından birisi de “Milis Yarbay” rütbesi verilerek hem Mustafa Kemal Paşa’yı hem de Meclisi korumakla görevlendirilen Topal Osman Ağa’ydı. 

Kalemi kırılıyor!

Son faaliyetlerini 24 Mart 1923 tarihli gizli ve açık oturumlarda yaptı. Açık oturum tutanaklarına göre “Makamı Hilâfete mahsus sancağa dair” İcra Vekilleri Heyeti Riyasetine bir takrir verdi. Kapalı oturuma ise kendisinin teklifini verip kabul edilen Men-i Müskirat Kanunu’nun bir süreliğine takipsiz bırakılmasına dair Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey’in teklifi üzerine konuştu. Yine sözünü sakınmadı: “Bu memleketin bence üç senelik şerefini haysiyetini kırmıştır. Lüzumu var mı idi, yok mu idi. Hiç münakaşa etmeyeceğim”.

Bu konuşma sadece Meclis’te değil yaşamındaki son sözleri olarak kalacaktı, çünkü 26 Mart 1923 gününden sonra Ali Şükrü Bey, bir daha gözükmedi. Aramalar yapıldı fakat bulunamadı. 29 Mart 1923 Perşembe günkü celsede Ali Şükrü Bey’in kaybolması üzerine müzakere açıldı. Yine II. Grubun önemli isimlerinden Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey söz aldı, iki gündür Ali Şükrü Bey’in kayıp olduğunu ve hükûmetin bulamadığını söyledi ve ekledi “Ya siyasi ise efendiler! Ya siyasi ise? Demek ki bu memlekette herhangi bir fikrin serdarı ölecektir. Hiçbir zaman ölmez…” Hükûmet adına Hüseyin Rauf (Orbay) Bey bilgilendirmeyi yaptı. Salı gecesinden itibaren Ali Şükrü Bey kayıptı, çarşamba günü hükûmetin bundan haberi olmuştu ve derhâl adliye, inzibat güçleri olayla ilgili | 5 görevlendirilmişlerdi. Hüseyin Avni Bey’in hükûmeti âdeta töhmet altında bırakacak şekildeki sözlerine ise “Siyasi cürüm veya âdi cinayet diye tasavvur buyurdular. Bunları şu veya bu diyebilmek için hür ve serbest hareket eden Adliyenizin kararına intizar etmek en doğru tarik olur” dedi.

Böyle dedi demesine ama 2 gün sonra aynı Rauf Bey, a Lazistan mebusu Necati Efendi’nin, Ali Şükrü Bey meselesiyle ilgili hükûmetin Meclis’i bilgilendirmesine dair bir takrir vermesinden sonra, Ali Şükrü Bey’in Köşk Muhafız Müfrezesi Komutanı Osman tarafından öldürüldüğü anlaşıldığını söyleyecekti. 

Bu cinayet Ankara’da tüm taşları yerinden oynattığı gibi Bediüzzaman’ı da adeta dehşete düşürmüştü. 

Haber dalga dalga yayıldı. Ve elbette iktidarın emrindeki gazeteler meseleyi adi bir kişisel cinayete bağlayacaklardı. 

31 Mart 1923 tarihli İngilizlerin kadım gazetesi The Scotsman’ın 9. Sayfasında haber Reuters kaynaklı olarak veriliyor.

Bu esnada Ankara’dan çok çok uzakta, The Scotsman, The Aberden Daily Journal ve The Northern Whig and Belfast Post adlı üç gazete tarafından İngiliz kamuoyuna taşınmıştı. Gazetelerin tamamı haberlerini 30 Mart tarihli Salı günü İstanbul’dan çekilen Reuter Haber Ajansı’nın telgrafına dayandırmaktaydılar. Üç gazetenin de kamuoyuna taşıdığı Reuter Haber Ajansı’nın telgrafında Trabzon Milletvekili ve Hükümete muhaliflerden Ali Şükrü Bey’in, iki gündür kayıp olduğu bildiriliyordu. Enteresan olan bu kaybolma olayı nedeniyle Ali Şükrü Bey’in “siyasi kurban” olabileceğine dair şüphelerin bulunduğuna dikkat çekilmesiydi. Öte yandan Ali Şükrü Bey’in kaybolmasına dair TBMM Başkanlığına bir gensoru sunulduğu, Başbakan Rauf Bey’in ise bu gensoruya verdiği cevapta meselenin açığa çıkarılması için tarafsız bir soruşturma başlatıldığını ve herhangi bir suç olayı gerçekleşmişse suçluların cezalandırılacağını vaat ettiği bildiriliyordu. Gazetelerden The Scotsman telgrafı: “Kayıp Milletvekili, Siyasi Cinayet Şüphesi Var”(31 Mart 1923: 9) başlığıyla vermişti. Burada dikkat çeken husus adı geçen gazete, Ali Şükrü Bey’in kaybolduğu haberini aktarırken onun siyasi cinayete kurban gidebileceğine şüpheyle yaklaşmasıdır. The Northern Whig and Belfast Post: “Bir Siyasi Cinayet?, Türk Muhalif Lider Ankara’da Kayıp”(31 Mart 1923: 10) başlığıyla farklı bir yaklaşım izlemiş. Başlığında olaya dair doğrudan “siyasi cinayet şüphesi” şeklinde ifade yerine soru işaretiyle aynı mesajı vermeye çalışmıştı. Daha da önemlisi Reuter’in mesajında “muhalif milletvekillerinden” ifadesine rağmen Ali Şükrü Bey’i “muhalif lider” olarak göstermesiydi. The Aberden Daily Journal ise haberi: “Ankara politikaları… Muhalif milletvekilinin öldürülmesinden korkuluyor”(31 Mart 1923: 7) başlığıyla vermişti. Gazete, kayıp olayını Ali Şükrü Bey’in öldürülmesiyle ilişkilendirilebileceğini ortaya koyduğu gibi “Ankara Politikaları” ifadesiyle muhtemel cinayeti, siyasi gerekçelere bağlamıştı.

Bir kaynağa dayanmadan söylüyorum; şahsen ben olsam: “Ali Şükrü Bey gibi önemli bir mebusa bunu yapanlar, bana neler yapmazlar!” diye düşünürüm. Ki bu olaydan sonra kaldığı Hacı Bayram camii misafirhanesini terk edip Taşhan’a yerleşiyor. Dr. Rıza Nur’dan, Kazım Karabekir’e kadar pek çok muhalif vekil verilen mesajı almış, birçoğu ülkeden ayrılacak, bazıları ise siyaseti bırakacak duruma gelmişti. Çünkü enteresan şekilde Ali Şükrü Bey’i öldürtenler bir süre sonra muhalifleri “Ali Şükrü Bey cinayetine karıştı” diye asmaya, sürgün etmeye, cezalandırmaya başlayacaklardı!

Vatan gazetesinin cinayet haberini verdiği 1 Nisan 1923 tarihli nüshası. Ve maalesef yaşananlar 1 Nisan şakası değildi.

Aslında Rauf Bey (Orbay) daha sonra yaşananları “Cehennem Değirmeni” isimli hatıratında aktarırken tam olarak resmi devlet dilini kullanacaktı. Onun hatıralarına bakarak, cinayetin gerçek sebebini ve cinayet koridorlarında yankılanan ayak seslerini duyabilirdik. 

Aşı ve zehirlenme meselesini de bağlayacağız, unutmuş değilim. 

Ve Bediüzzaman’ın bu olay sonrasında artık tam karar vermiş olduğunu da anlamış olacağız. 

Olacağız, diyorum çünkü bugünlük nokta koyalım istiyorum. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version