Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Yeni payitaht ve Ejderha!

Yeni payitaht ve Ejderha!


Bediüzzaman Ankara’da (3)

YORUM | M. NEDİM HAZAR

“Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.”
(7. Söz)

Bu bölümleri okurken bazı önemli hususları akılda tutmamızda büyük fayda olacaktır. 

Bir kere bu çalışmanın amacı yargı dağıtmak değil, anlamaya çalışmak. Bu birkaç bölümde yakinen göreceğiz ki, aslında iki temel dünya ya da ahiret görüşü çatışmaktadır. Bizim işimiz kimseyi kötülemek ya da yüceltmek olamaz olmamalı. Çünkü olayın kahramanları çoktan adaleti tartışmasız olan birinin huzuruna gitmiş durumda. Bizim haddimiz değil bu. 

Tarih satranç gibidir sevgili okur. Ne kadar yakından bakarsanız o kadar zor çözümler ve anlarsınız. Araya giren mesafeler olayları bağlamına oturtmak anlamında faydalıdır. Hani moda tabirle konjonktürel değerlendirme, deniliyor ya. 

Kahramanlarımız (iyi ya da kötü anlamda kullanmıyorum, arketip anlamında kullanıyorum) aynı düzlemin insanları olmadığı için birini yaptıklarıyla, diğerini yazdıklarıyla anlamaya çalışıyoruz. Şüphesiz bizim yaptığımız değerlendirmeler subjektiftir. Ancak emin olun belli bir bagaj yükü ile yaklaşmıyoruz olaylara ve insanlara. Mümkün mertebe ön yargılardan korunaklı bir alana çekmeye çalışıyoruz hadiseleri ve bu çalışmanın geneline sinmiş olan bir perspektife oturtmaya çabalıyoruz. Bunu ne kadar başarabildiğimiz konusunu elbette Allah bilir. Eskilerin söylediği gibi, gayret bizden Tevfik Allah’tan…

Şimdi konumuza geri dönebiliriz.

Bediüzzaman Ankara’ya ayak basar basmaz ayağının tozuyla ne yapıyor dersiniz?

Önce şehrin sahibine gidiyor elbette: Hacı Bayram Veli Camii.. Oradaki misafirhanede kalıyor. 

Ardından kentin en yüksek yerine, doğrudan Ankara Kalesi’ne çıkıyor. Oradaki ruh halini kendi anlatımıyla okuyalım: 

“Bir zaman ihtiyarlığımın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılab ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya, beni Eski Said zannedip oraya istediler; gittim. 

Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kal’asının başına çıktım. O kal’a, tahaccür etmiş hâdisat-ı tarihiye suretinde bana göründü. 

Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kal’anın ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devleti’nin ihtiyarlığı ve Hilafet saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı; bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir halet içinde, o yüksek kal’ada geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört-beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissettiğimden bir nur, bir teselli, bir rica aradım.” (Lem’alar, s228)

Bediüzzaman artık sinematografik bakışı içselleştirmiş, bir düşünce modeli haline getirmiştir. Önce “Flash back” yapıyor: 

“Sağa, yani mazi olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken; bana mazi, pederimin ve ecdadımın ve nev’imin bir mezar-ı ekberi suretinde göründü, teselli yerine vahşet verdi.”

Sonra ise “Flash Forward” geliyor:

“Sol tarafım olan istikbale derman ararken baktım. Gördüm ki: Benim ve emsalimin ve nesl-i âtinin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehşet verdi. Sağ ile soldan tevahhuş edip hazır günüme baktım. O gafletli ve tarihvari nazarıma o hazır gün, yarım ölmekte ve hareket-i mezbuhanedeki ızdırab çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü.”

Hz. Bediüzzaman, zamanda ileri geri kayarak ibret devşirme hasletini o kadar ilerletiyor ki, bu kez dikey hareket görüyoruz. Yani yukarı ve aşağı:

“Sonra bu cihetten dahi me’yus olunca, başımı kaldırıp ömrümün ağacının başına baktım. Gördüm ki; o ağacın tek bir meyvesi var, o da benim cenazemdir; o ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor. O cihetten dahi tevahhuş edip başımı aşağıya eğdim, o ömür ağacının aşağısına, köküne baktım. Gördüm ki: O aşağıda olan toprak, kemiklerimin toprağıyla, mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış bir surette ayaklar altında çiğneniyor gördüm. O da derman değil, belki derdime dert kattı.” (s229)

Bitti zannediyorsanız büyük yanılgı içindesiniz. Daha tüm yönleri tamamlamadı zira. Büyük müceddidin düşünme sistematiği ve metodolojisini anlayabilmek adına sadece bu örnek bile yeterlidir kanaatimce. Devam edelim: 

“Sonra mecburiyetle arkama baktım. Gördüm ki; esassız, fâni olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilâve etti. O cihette dahi hayır göremediğimden ön tarafıma baktım; ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki; kabir kapısı tam yolumun üstünde açık görünüp, ağzını açmış bana bakıyor. Onun arkasında ebed tarafına giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.”

Etkileyici değil mi?

Şöyle betimleyelim mi?

1922 sonbaharı. İhtimal ki, bu mevsimde Ankara Kalesi’nin başında bir insan. Boşluğa bakıyor. Normalde meraklı biri şehri izliyor zannederiz değil mi? Oysa görüyoruz ki, içindeki bambaşka bir evrende ileri geri, sağa sola, yukarı aşağı gezinip duruyor. 

Bu tasvir ve astral seyahat 7. Rica’da yaşanıyor. Şualar’da ise anlıyoruz ki, mahkemelere yazdıklarının didik didik edilmesi için talimat çoktan verilmiştir bile: 

“Yedinci Rica’da, Ankara kal’asında dört-beş ihtiyarlığın ve hilafet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi demiştim. Ondört sene evvel Eskişehir Mahkemesi bu kelimeye ilişti. Ben dedim; saltanatın vefatı değil, belki hilafet saltanatının vefatı demişim. Siz bir “nun”u okumadınız. Sonra sustular…” (Şualar, s428)

Yirmi üçüncü Lem’a’da İbrahim suresinin 10. Ayetini tefsir ederken yine bu konuyla ilgili bir ayrıntı veriyor: 

“Şu sırrı izahtan evvel bir ihtar: 1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” (Lem’alar, s177)

Devam kısmını az ileriye sakladım, çünkü başka olaylar ve gelişmeler de yaşanıyor. 

İlk gözlemlerinin hemen ardından vazifeli olduğu şeyi yapıyor; risale kaleme alıyor: Habab… Arapça olarak yazdığı bu risale daha sonra Mesneviy-i Nuriye kitabına konuluyor ve Türkçe edisyonlarında Hubab olarak geçiyor. 

Mesneviy-i Nuriye benim en çok ilgimi çeken risalelerindendir. Kitabın çevirisini yapan ve önsözünü “Risale-i Nur müellifinin neseben küçük kardeşi ve onbeş sene ondan ders alan” sıfatıyla yazan Abdulmecid Nursi şu muazzam benzetmeyi kullanır: 

“Evet bir tavuk kendi uçuşuyla, şahinin veya kartalın uçuşlarını taklid ve tercüme edemez.” (Mesnevi, s5)

İ‘lem eyyühe’l-azîz!

Habab’ın en beliğ ifadesi neredeyse her paragrafa koyduğu “İ‘lem eyyühe’l-azîz!” seslenişidir. 

Hazreti Bediüzzaman’ın uyarı/ikaz skalasında bu önemli bir eşiktir ve anlamı: “Ey aziz kardeşim, bil ki!”dir ve Mesneviy-i Nuriye’ye hakim olan bir üsluptur. Zerre’de de kullanmıştır: 

“”İ’lem Eyyühel-Aziz! Gâfil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümidvar olur. Âhiret için lâzım olan a’mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki: ‘Matlublarımın dünyada semereleri olmasa da esasları âhiret ile muttasıl ve âhirette faideleri vardır.’ diye müteselli oluyor. Meselâ: İlim gibi, ‘Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardır.’ diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur. Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir.” (Zerre, s239)

Bediüzzaman hazretleri Mesnevi’nin “itizar”ında meseleyi kendi izah ediyor: 

“Eski Said’in Yeni Said’e inkılab etmesi zamanında, yüzer ilimlerle alâkadar binler hakikatlar, ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken, o Said te’lif ederken, mes’elelerin başında “İ’lem, İ’lem, İ’lem”lerle, her bir hakikatı -ki, bir risale olacak derecede ehemmiyetli iken- birkaç satırda, bazan bir sahifede, bazan bir-iki satırda zikrediyorlar. Âdeta her bir “İ’lem”, bir risalenin şifresidir.

Hem “İ’lem”ler, birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatların fihristeleri hükmünde yazıldığından, o mecmuayı okuyanlar, bu noktaları nazara alıp itiraz etmesinler.” (Mesnevi, s9)

Burada yine beni çok etkileyen bir bağlam açılımı yapmak isterim. 

Hz. Bediüzzaman yukarıda alıntıladığımız kısımda “Nefsin elinde iki silah vardır” derken neyi kastediyor olabilir acaba?

Prof. Alaaddin Başar, bu mevzuyu irdelerken, “Nefsin dünyayı ahiretin bitişiğinde zannetmesi, kendini gaflete sokan kişinin, ahiret inancındaki sathiliğini, basitliğini ifade ediyor. Bu adam ahireti belki inkâr etmiyor ama, sadece ölümü düşündüğünde onunla teselli bulup yine yanlış yoluna devam ediyor…

“Bitişik” kelimesi, şöyle bir mana hatıra getiriyor: İnsan seyahat ederken bir otelde kalır, sonra orayı beğenmedi mi bitişikteki bir diğer otele geçer. Dünyadan ahirete geçmek bu kadar basit değil. Arada kabir hayatı var, berzah alemi var, orada ilk sorgular yapılacak. Cennet lezzetlerinin ilk örnekleri de cehennem azabının ilk numuneleri de orada tadılacak. Sonra mahşerin dehşetini yaşama, sonra uzun süre vakfede bekleme, daha sonra mizanda hesaba çekilme var.

Nefis bunları düşünmek istemiyor, çünkü düşünse ona göre hayatına yön vermesi, o ebedi hayat için de bir şeyler yapması gerekiyor.” (Risale-i Nur’dan Kelimeler Cümleler, c1, s44)

Hz. Üstad nefsin sıklıkla kullandığı bu iki silahı muazzam bir belagatle anlatır. Ona göre bu iki silah zannetmek ve aldanmaktır, hem de gönüllü aldanmak. 

Lem’alar’da bunu muhteşem ifade eder: 

“Ey insan, düşün! Sen ala-külli-hal, öleceksin! Biz gidiyoruz! Aldanmakta fayda yok! Gözümüzü kapamakla bizi burada durduramazlar, sevkiyat var.” (13. Lem’a) 

“İki Silah”ı unutmuş değilim, Hz. Pir’den okuyalım: 

İşte silahlar: “Dünyanın zeval ve fenâsının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümitvar olur. Âhiret için lâzım olan a’mâl külfetine gelince, gaflet veya teğafül ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki: “Matluplarımın dünyada semereleri olmasa da esasları âhiret ile muttasıl ve âhirette faydaları vardır.” diye müteselli oluyor. Mesela ilim gibi, “Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faydası vardır.” diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.” (Mesnevi, s170)

Tabiri caizse kendi kendini vuran ama nefsinin sık kullandığı iki insan teçhizatı, silahı. 

Bediüzzaman’ın Ankara’da bulunduğu süre içerisinde aslında muhatapları ile bambaşka alemlerde yaşadığını söylemek mümkün. 

Bakınız, o dönemin ülke ve dünya gündemini özetleyelim. Bakınız neler yaşanmış neler!

22-26 Mart Paris konferansı düzenlendi. Ki İtilaf devletleri bu konferansta perişan yakaladıkları ülkeyi tamamen teslim almak için son hamlelerini yaptılar. Saltanatı, hilafeti kaldırılmasını talep ettiler, padişahın kovulmasını istediler vesaire. Sonraki gelişmelere bakıldığında bu taleplerin pek çoğunun yerine getirildiği görüyoruz. 

Bilmem hatırlar mısınız?

Eski Said döneminde, Nursi’nin İstanbul’a gelmesinin baş sebebi sayılan, İngiliz Müstemleke Bakanı’nın “Bu Kur’an’ı Müslümanların elinden almalıyız” (Ki çok değiştirilerek İslam ülkelerinde dilden dile yayılmıştı bu demeç) içerikli açıklaması yaklaşık 40 yıl sonra adım adım uygulanıyordu. 

1 Kasım’da Saltanat kaldırıldı, o gün için Hilafete dokunulmadı. Bunda en önemli etmenlerden biri, Paris Konferansı’nda kazanan devletlerin birbirine düşüp, Osmanlı’dan en fazla çıkar sağlama kavgalarından dolayı ortak bir karara varamamış olmalarıydı!

Uzun uzadıya değil ama kısaca, bir konuşmadan alıntı yapmak isterim. 

Saltanatın kaldırılması tartışmaları yapılırken yaşanan bir hadise gayet ibretliktir. 

31 Ekim’de Müdafa-i Hukuk grup toplantısında Mustafa Kemal Osmanlı Saltanatının lağvının zaruri olduğuna dair bir konuşma yaptı. 1 Kasım günü ortalık karışmıştı. Kemal Paşa en uzun konuşmalarından birini yaptı o gün. Kafasında kurduğu ülkenin en önemli özelliklerinden biri Osmanlı’nın tamamen tarih sahnesinden (yönetim değil aile olarak da) silinmesiydi. Bir de örnek vermişti bu konuşmasında: Hulagu’nun Halife Mutasım’ı idam ederek yeryüzünde hilafete son verdiğini, Mısır’ı fetheden Yavuz’un sadece unvanı halife olan bir mülteciye önem vermeseydi hilafet denilen bir kurum kalmayacağından bahseder. Aslında konuşma analiz edildiğinde Kemal Paşa’nın hilafet ya da saltanatı ayırt etmeden kaldırmak niyetinde olduğu ortaya çıkıyordu. Ancak ilk adım saltanattı ve saltanatta bu kadar gürültü çıkıyorsa, hilafet de eklenseydi sonuç alınamayabilirdi! 

Neticede önergeler üç aynı encümene havale ediliyor. Ve üç encümen bir odada toplanıyor. Mustafa Kemal Nutuk’ta şöyle yazıyor: “Bu üç encümen heyetinin bir araya gelip, bizim takip ettiğimiz maksada göre meseleyi halledip neticelendirmesi elbette müşkül idi. Vaziyeti yakından ve bizzat takip etmek lazım geldi.” (Nutuk, 527) 

Esas sıkıntıyı Şer’iye Encümeni hocaefendiler çıkaracaktı. Hoca Müfit Efendi toplantının başkanı seçilmişti. M. Kemal ve birkaç güvendiği arkadaşı odanın bir kenarında tartışmaları dinliyordu. Mesele uzadıkça uzuyordu. Sonunda Kemal Paşa dayanamadı ve önünde sıranın üzerine çıkıp bağırdı: “Efendiler!”

O kalabalık odaya adeta bomba düşmüş gibi bir sessizlik oldu. Kemal Paşa, ne kadar kararlı olduğunu kısa ama net cümleler ile özetledi: 

“Hakimiyet ve saltanat, hiç kimse tarafından, hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saItanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı ve bu tasallutlarını altı asırdan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan ederek, kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Ortalık buz kesmişti. Herkes birbirine bakıyordu. Kısa süre sonra Ankara mebuslarından Hoca Mustafa Efendi, (Korkudan titriyordu) “Affedersiniz Efendim” dedi, “biz meseleyi başka bakımdan değerlendiriyorduk; izahatınızdan aydınlandık.” Kemal Paşa, Nutuk’ta bu mevzuyu şöyle bitiriyordu: “Mesele, Müşterek Encümen’ce halledilmişti.” (s528)

Saltanata dair bu anekdotu anlattıktan sonra o dönem yaşanan olayları özetlemeye devam edelim. 

1 Eylül’de Kemal Paşa dillere destan olan “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz, ileri!” emrini verdi. 

26 Ağustos’ta Büyük Taarruz başladı. Birinci Cihan Harbi bitmiş görünüyordu ama, batılı ülkelerin Osmanlı ile işleri bitmemişti henüz!

Eylül ayında birbiri peşi sıra zafer haberleri geldi. Aydın, Manisa, İzmir geri alındı. Bursa kurtarıldı. Yunanlılar kaçarken Akşehir’i ateşe verdiler. 

Ülke bir yangın yerine döndürülmüştü. 

Fransız ve İtalyanlar Çanakkale’den çekildi. (19 Eylül)

İstanbul’daki Yunan donanması uzaklaştırıldı. Gerçekten de geldikleri gibi olmasa da gidiyorlardı!

Ekim ayında İsmet Paşa dışişleri bakanı/ Hariciye Vekili (Çünkü Dışişleri bakanı Lozan’a gönderilen heyete alınmadığını öğrenince istifa etmişti)  oldu. Fethi Paşa da içişleri bakanı yapıldı. 

Saltanattan sonra Tevfik Paşa kabinesi istifa etti ve Osmanlı Hükümeti de tarihe karıştı. 

Bediüzzaman Ankara’da Meclis’teyken çok enteresan bir gelişme daha oldu: İsmet İnönü başkanlığında heyet Lozan’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. 

Halifeliği kaldırmaya cesaret edemeyen Ankara hükümeti halifeyi düşürdü ve Vahdettin’in yerine Abdulmecid halife oldu. 

Meclis bir yandan harıl harıl çalışırken, ülke baştan sonra dizayn ediliyordu. 

Ve bu dizaynlardan belki de en mühimi manevi alanda olanıydı. Çünkü Kemal Paşa’nın bu konuda bir fikriyatı vardı ve bunu adım adım uygulamak istiyordu. 

Bediüzzaman da bu sebeple Ankara’ya davet edilmişti. 

Ahmet Kaya’nın bir şarkısında söylediği gibi “Biz başka kafadaydık…”

Dönemin önde gelen isimlerinden belki de bir tek Said Nursi bambaşka bir kafadaydı. 

Bediüzzaman Meclis’e geldiğinde resmi bir karşılama töreni (Hoşamedi) yapılmıştı. 

Bu arada şu notu düşmek çok önemli. 

Said Nursi’nin Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal Paşa ile anlaşamayıp Van’a gitmesinden sonra sanki gizli bir el onu tarihten silmeye çalışmıştı. Bunu doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlamak doğru olmayabilir ama bu tarihten itibaren günümüze kadar sıklıkla bahsi edilen bir “Kurucu irade”den söz edebiliriz. Öyle bir irade ki, tamamen kontrol altına alınamayan İstanbul medyasına alternatif olarak Ankara medyasını kurmakta hiç gecikmemişlerdi. Nursi’nin Meclis’te yaptığı görüşmelerin çoğu enteresan şekilde kayıtlarda bulunmuyor. Oysa esaretten İstanbul’a dönüşünü alay-ı vala ile duyuran gazeteleri Meclis’teki karşılama haberi hariç, neredeyse tek cümle bahsetmiyorlar. 

Neden acaba?

Bu bölüm biraz da bu sorunun cevabı olacak sanırım. 

Bunun yerine ilerde anlatacağımız Şeyh Sinüsi’nin Ankara’ya gelişi parlatılacaktı!

Hazreti Üstad’ın “Kurucu İrade” yerine kullandığı başka bir kavram var aslında: 

“Evet hükûmet-i cumhuriyenin nazar-ı dikkatine arzediyorum ki; beni bu belaya sevkeden gizli komitenin yaptığı tedabir ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünki hiçbir hâdisede görülmemiş bir tarzda umumî bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır yüzbin dostum varken hiçbiri bana bir mektub yazamadı, bir selâm gönderemedi. Hükûmeti iğfale çalışan entrikacıların ihbaratıyla, vilayat-ı şarkıyeden tâ vilayat-ı garbiyeye kadar her yerde istintaklar, taharriyatlar devam ettiğidir.

İşte bu entrikacıların çevirdikleri plân, benim gibi binler adamı en ağır cezaya çarpacak bir hâdiseye göre tertib edilmiş. Halbuki, en âdi bir adamın en âdi bir hırsızlığı gibi bir hâdiseyi andıracak bir ceza vaziyetini netice verdi. Yüzonbeş adamdan onbeş masumlara beş-altı ay ceza verildi. Acaba dünyada hiç bir zîakıl, elinde gayet keskin elmas bir kılınç bulunsa, müdhiş bir arslanın veya bir ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip kendine musallat eder mi? Eğer maksadı tahaffuz veyahut döğüşmek ise, kılıncı başka yere havale eder. (Şualar, s 457)

Başka bir yerden: 

“…eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz.” (Tarihçe-i Hayat, s506 )

Şurası müthiş: 

“Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar oniki, onüç, ondört, onaltı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. 

Evvelki mes’elenin aksine olarak, geniş dairede vuku’bulan o hâdisatı ve büyük cemaatlere gelen o tokatları, küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mana vermiştim ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük oniki sene sonra en müdhişi dünyayı terkettiği gibi; büyük dairede de onun gibi dehşetli cemaatler; oniki, onüç, ondört, onaltı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtar edildi. 

Ben tevilim ile bu büyük daireyi yalnız küçükte tatbik ettiğim gibi; evvelki nur mes’elesinde de bilakis küçük daireyi ve sırf imanî hâdise-i Nuriyeyi pek geniş daire-i siyasiyede tevilimle mana vermiştim. 

Onun için, Sırr-ı İnna A’tayna’yı herkes birden anlamaz. 

Hem şahsî isimleri böyle mesail-i ilmiyeye girmemek lâzım olduğundan, o risale hattâ onüç seneden beri elime geçmediğinde isabet var; kardeşlerim dahi onu merak etmesinler. Biri eğer çok merak etse, o Sırr-ı İnna A’tayna’nın başında şimdiki “Sâniyen” ile başlayan fıkrayı ve Lâhika’da geçen aynı mes’eleye dair fıkrayı okumak lâzımdır, yoksa hiç bakmasın. O ikinci harb-i umumî ve o dehşetli şahsın dünyadan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde resmen çalışması ve ehl-i imanın istibdad-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve az bir tevil ile o risaleciğin verdikleri haber aynı tarihlerde vuku’ bulması, o surenin bir lem’a-i i’cazıdır. Fakat heyecanlı tevillerim perde çekmişti, hakikat gizlenmiş.” (Emirdağ Lahikası-1, s209)

İnsan beynini ısındıran ve tabiri caizse duman çıkartan mevzular bunlar. 

Aynı zamanda Bediüzzaman’ın bu kelimeyi gelişigüzel kullanmadığının ispatıdır bu alıntılar. 

İşte burada bahsi geçen ejderhaler ile Meclisin ruhuna hakim olduğunu hissettiği ejderha aynı şey!

9 Kasım 1922 tarihli Meclis Ceride’si. Bediüzzaman Said Molla’nın orada olduğunu gösteriyor.

Bediüzzaman 23. Lem’a’sında durumu şöyle betimliyor: 

“1338’de (1922) Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. ‘Eyvah,’ dedim. ‘Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!’ O vakit, şu âyet-i kerime bedâhet derecesinde vücud ve vahdâniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir burhanı, Nur’un Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim.” (Lem’alar, s292)

Devamını bölümümüzün girişinin devamıyla birleştirelim mi?

“O vakit, şu âyet-i kerime (İbrahim suresi 10. Ayeti) bedâhet derecesinde vücud ve vahdâniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir burhanı, Nur’un Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli burhan tesirini göstermedi.

Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o burhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O burhanın bazı parçaları bazı risalelerde tam izah edildiğinden, burada icmâlen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddit burhanlar, bu burhanda kısmen ittihad ediyor, herbiri bunun bir cüz’ü hükmüne geçiyor.”

Hasılı, Bediüzzaman’ın dua etmek için kürsüye çağrıldığını biliyoruz. 

O günün bağlamının dışında Bediüzzaman’ın Ankara’da, hususan Meclis’te yaptığı temaslarda edindiği en büyük hissiyat muazzam bir ikiyüzlülüktü. 

Kendisine iltifat ediliyor, ileride bahsini edeceğimiz dünyevi bağlamda önüne büyük imkanlar seriliyordu. 

Ancak, bir şekilde muhataplarını samimi bulmuyordu Pir-i Mugan!

Tekrar hatırlayalım: 

“1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusu’nun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasâne çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” (Lem’alar) 

Karşısında duran “şey”i tanımlamak için ne kadar enteresan bir kelime kullanıyor değil mi?

Ejderha…

Ejderha Nursi’nin eserlerinde çok sık kullandığı bir metafordur. Pek çok temsilde ejderha figürünü kullanır. 

Kabri bir ejderha ağzına benzetir Hazret. Kabrin içi ise, ejderhanın daracık midesidir. Alev alevdir!

Bir başka yerde ise yine ejderhan figürünü bu kez başka bir benzetmede metafor olarak kullanır. Okuyalım: 

“.Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müdhiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfî unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenub tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehaliki ile beraber; o cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’an nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.

İşte o dindaşlara adavet ise; dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ana dokunur. İslâmiyet ve Kur’ana karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harab etmek; hamiyet değil, hamakattır!” (Mektubat, s323)

İlginç, çok ilginç…

Sonradan Hubab risalesini kaleme aldığını ancak kitap Arapça olduğu için istediği tesiri oluşturmadığını yazar Bediüzzaman. 

Akabinde yaşanan olayların bu felaket önsezisinin ne kadar haklı olduğunu ispatlar niteliktedir. 

Biliyorum mesele dallanıp budaklanıyor ama inanın anlamaya çalışmak için bu detaylar önem arzediyor. 

Film diliyle söyleyecek olursak, macera devam ediyor…

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version