Yaralı payitaht (2)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Artık hayatı bırakmak, ölüme sığınmak gerekiyor.
Bunun nedenlerini, şimdi, şu satırları yazarken tamamıyla açıklayabilecek durumda değilim.
Kafama üşüşen karanlık düşünceler arasında bunaldım.
Kurtuluşu ölümde arayacağım…”
(Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları)
Anlattığımız olaylardan neredeyse 50 yıl sonra, yani çok ileriki zamanda; Hilal Dergisi’nin 13 Şubat 1968 tarihli nüshasında Süleyman Teymuroğlu, “Muhterem Said Nursî’nin Doldurduğu Boşluk” başlıklı yazısında şöyle der:
“Ankara’daki Birinci Millet Meclisi’nde bulunan mebusların önemli bir kısmı zaten İstanbul’dan gelen ve bilfiil Kuvayı Milliye hareketine katılan ûlema ve “sarıklı mücâhidler”di.
Bediüzzaman’ın ilmî vükûfiyetini, Birinci Dünya Savaşında Gönüllü Alay Kumandanı olarak Şark Cephesinde dört bini bulan talebeleriyle ve milisleriyle cansiperâne savaşmasını, peşinden esâretindeki kahramanlıklarını, 31 Mart hadisesinde Ayasofya ve Sultan Ahmed gibi selâtin camilerindeki vaazlarıyla, sekiz taburu itaate getiren nutuklarıyla, dönemin gazetelerindeki yazılarıyla hizmetlerini takdir etmişler.
Keza çoğu Osmanlı resmî devlet yazışmalarında yer alan Ordu Kumandanı Enver Paşa ve diğer bazı paşalarla ve devrin devlet ricâli yanındaki değerini; Harp Madalyasına sahip olduğunu, Osmanlının en büyük dinî kurulu olan Darü’l Hikmeti’l İslâmiye azalığını ve yine Osmanlının Şeyhülislâmdan sonra en yüksek ilmî pâyesi olan “Mehreç Mevleviyeti”ne sahip olduğunu bilmekteler…
Görünürde Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, Bediüzzaman’ın çalışmalarını ve mücâdelesini çok yakından tâkip eder ve takdirle karşılamaktadır. Milletvekilleri, İstanbul’da İngilizlerin bütün şeytanî desiselerini bozan ve açığa çıkaran, İstanbul efkâr-ı umûmiyesini, bilhassa ûlemanın fikirlerini İngiliz aleyhine çeviren Bediüzzaman’ı müteaddit telgraflarla ısrarla Ankara’ya dâvet ederler.”
Evet… Dünya, yine siyasetin cazip havucunu kullanarak Pir-i Mugan’ı bir kez daha bırakmak istememektedir.
Talebelerinden Zübeyr Gündüzalp, Millî Savunma Bakanlığı Din İşleri Dairesi Başkanı Osman Nuri’den naklen şunları anlatır:
“Otuzbeş sene evvel, İstanbul dehşetengiz düşmanlarımız olan ecnebilerin işgali altında iken de, Hazret canını feda edercesine ölüm ve idamı istihkar (hakir görüp hiçe sayarak) ederek onlarla mücadele ve mücahede etmekten bir an geri kalmadı. Bir zaman sonra Ankara hükûmeti belki on defadan fazla şifre ile dâvet etti. Hazret gitmedi. Nihayet çok dindar olan bir paşanın tavassutu ile dâvetin tekrarlanması ve Ankara’ya teşrifi hatırlatılınca, onun vasıtasıyla son dâveti almıştı. O günlerde bir gün bu âcize, bir şey meşveret edeceğini söyleyerek, Ayasofya çayhanesinde bulunacağımız saati kararlaştırdık. Ben o saatten evvel çayhaneye gidip Hazret-i Üstâdın teşriflerini beklemeye başladım. Biraz sonra Hazret-i Üstâdın oturduğum mahalle doğru gelmekte olduğunu gördüm. Hazretimiz teşrif ettiler ve bana lütfen buyurdular ki:
“Beni kerratla Ankara’dan dâvet ettiler. Ben de büyük tehlikenin İstanbul’da olduğunu, burada düşmanlarımızla mücadele edeceğimi beyân ederek gitmedim. Bu günlerde bir dâvet daha geldi. Sen burada kalmamı mı, yoksa Ankara’ya gitmemi mi faydalı görürsün, hangisi münâsibtir?”
“Ben de ‘Efendim münasibi zâtınıza daha iyi malûmdur. Benim kanaatim, sizin Ankara’da Meclis-i Meb’usan içine girmeniz büyük bir hizmete medâr olacaktır’ dedim…” (Z. Gündüzalp, Hususi Not Defteri, s87)
Bediüzzaman ilerleyen zamanlarda bambaşka bağlamlarla bu davetten bahseder. Şualar’da mesela:
“Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki defa şifre ile Van vilâyetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Beyin vasıtasıyla beni, neşredilen Hutuvât-ı Sitte’ye mükâfaten taltif için Ankara’ya celb etti…” (Şualar, s462)
Neticeyi de yazar büyük müfessir: “Gittim!”
Gitmesi yapacağı hizmetin zor yoldan değil bir ihtimal kolay yoldan yapılabilme imkan ve ihtimali içindi belki, bilemiyorum.
Ancak bu daveti defalarca reddettiği ancak ısrarlı davetlerden sonra bunun bir ikaz, bir imkân olabileceği için bir şans verilmesi gerektiğine inandı belki de. Üstelik yakın çevresiyle epey istişare de ediyor Bediüzzaman. Çoğu kişi onun gibi geleceğe dair bir tahayyül oluşturmadığı için “Ne güzel Mebus olursun, makam verirler, maddi imkanlar verirler” gerekçesiyle gitmesi için baskı da kuruyordu.
Çağrılmasının esas sebeplerinden biri ise bambaşkaydı aslında!
Sarayda bir şeyh!
1830’da Fransızlar Cezayir’i işgal ettikleri sırada Afrika’nın diğer kısımlarını işgalden kurtarmak için Seyyid Muhammed bin Ali es-Sinusî tarafından kurulan bir tarikat/dini oluşumdu Sinusilik. (Senusilik ya da Sunusilik olarak da bilinir) Bölgeyi yüz yıla yakın emperyalistlere karşı savunan bu oluşum, asıl mücadelesini 1912 yılında Trablusgarp’ı işgal etmek isteyen İtalyanlara karşı vermişti.
Enver Paşa ve Sinusi(gençliği ve yaşlılığı) . Beraberce İtalyanlara karşı direndiler.
Meşhur Enver Paşa ise (Esaret dönüşünde Bediüzzaman’a müthiş bir teveccüh göstermiş, tüm imkanların verilmesine Enver Paşa sağlamıştır) Enver Paşa, bu mücadelede Şeyh Sinusi’nin yanındaydı. Gizlice gittiği Trablusgarp’ta kısa sürede halkı örgütlemiş, iki yıl boyunca İtalyan güçleri çıkarma yaptıkları sahillerden bir adım öte geçememişlerdi. Ne var ki aynı dönemde başlayan Balkan harbi hezimetle sonuçlanmış Edirne, Bulgar işgaline düşmüştü.
Enver Paşa, Edirne için gözyaşları içerisinde Trablusgarp’ı terk etmek zorunda kalacaktı. Yerine Şehzade Osman Fuad Efendi’yi bırakarak payitahta dönmüştü.
Bir kıymeti bilinmeyen kahraman; Şehzade Osman Fuad. 16 yaşında Libya’ya gidip savaşa katılmıştı. Savaştan sonra askeri eğitim almaya devam etti. Berlin askeri akademisinde okudu. 1919’da binbaşı rütbesiyle İstanbul Merkez Kumandanı oldu.
Cihan Harbi patlak verdiğinde Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in başı ayrı gövdesi ayrı oynuyor, Saray ona hiç güvenmiyordu. Onun yerine o bölgeleri etkileyebilecek en önemli insan Şeyh Sinusi idi. Şeyh bütün alem-i İslam’da tanınıyor ve hürmet görüyordu. Enver Paşa onun hakkında şöyle yazacaktı:
“Şeyh Sünusi Hazretlerini umum âlem-i İslâm için en hürmete değer bir reis olarak telâkki ediyorum Halife Hazretlerinin de kendilerine itimadı vardır. Onun buraya getirilmesi elzemdir. Şayet Şeyh Sünusi Hazretleri gelir ve bu nâzik vazifeyi üzerine alır da Şerif Hüseyin’i yola getiremezse, o zaman Hicaz Krallığını da ileride Trablusgarp’ta kurulacak devletin riyasetini de kendisine vermeğe ve onu bu yerleri meşru hükümdarı tanımağa hazırız.” (Enver Paşa, s210)
Şeyh Sinusi de eski silah arkadaşı olan Enver Paşa’nın davetini geri çevirmemiş ve bir Alman denizaltısı ile İstanbul’a gelip, Topkapı Sarayında Sultan Reşad’ın misafiri olarak kalmaya başlamıştı. Enver Paşa -enteresandır- işler karışıp da idama mahkum edilince yine bir Alman denizaltı ile kaçacaktı!
Talat, Enver ve Cemal Paşa’nın yurtdışına kaçışını duyuran İkdam gazetesi manşeti.
Bu esnada beklenilmeyen bir gelişme oldu.
Osmanlı Padişahı Reşad öldü!
Dolayısıyla Şeyh Sinüsi’yi Hicaz’a yollamayı planlayan Enver Paşa’nın hesapları da alt üst olmuştu. Yerine gelen Vahdettin ise bir türlü yanaşmıyordu bu plana. Oysa Sinüsi kendi elcağızıyla kuşandırmıştı padişah kılıcını. Vahdettin’i epey sıkıştırınca şu cevabı aldı:
“Bundan böyle vazifemiz, İttihat ve Terakkinin tuttuğu yanlış siyaseti düzeltmektir Paşa!. İngilizleri fazlasiyle rencide etmiş bulunuyoruz. Makam-ı saltanat ve hilâfetimiz, bu yanlış yürüyüşten fazlasiyle zarar görmüştür. Bundan böyle düşmanlarımızla aranın bulunmasını istiyorum. Ve Şeyh Sünusi Hazretlerinin Hicaz’a gitmeleri hakkında hazırlanmış programı da bugünden itibaren iptal ediyorum. Maksadım Yıldırım Ordularımıza karşı Suriyeli, Iraklı, Hicazlı, Arap mücahitleriyle İngiliz kuvvetlerinin yapacaklarını işittiğim taarruzun akim kalmasıdır. Bizim düşüneceğimiz şey, itilâf devletleriyle mücadele değil, sulhtur.”
Birinci Meclis’in açılma hikayesini az çok biliyorsunuzdur. İlk seçilen mebusların çoğu ya Anadolu’da kanaat önderleriydi yahut asker veya Meclis-i Mebusan’ın bir kısmı.
Meclis açılmadan iki gün önce Kur’an (hatim) okutulmaya başlanmıştı. Ahali açılışın olduğu gün sel gibi Hacı Bayram Veli camiine akmıştı. Minarelerden salavat-ı şerifler yükseliyordu. Ve Meclis Cuma günü namaz sonrası dualarla açıldı filan.
Halka tam bir dindar Meclis görüntüsü veriliyordu.
Meclis aldığı ilk kararla ne kadar popülist ve stratejik hamle yaptığını kanıtlar gibiydi. Taze meclisin aldığı ilk karar neydi biliyor musunuz? Ağnam resmi miktarının indirilmesi hakkındaki kanun düzenlemesi.
Neydi peki Ağnam?
Ağnam Arapça koyunlar demek. Koyunlarla ilgili verginin düşürülmesi kanunuydu ilk çıkan. Bunun iki sebebi vardı, ilki büyük kısmı hayvancılıkla geçinen Anadolu halkının desteğini almak ikincisi ise kısa süre önce sarayın emri ile 8 katına çıkaran kararı boşa düşürmek!
Sultan Vahdettin Şeyh Sinusi’nin yakınlarında bulunmasından rahatsız oluyordu. Be sebeple onu Bursa’ya yollayacaktı. Oysa Enver Paşa İstanbul’dan kaçarken şöyle demişti:
“Topkapı Sarayında misafir edilen Şeyh Sünusi Hazretleri, Fatih medreselerinde barındırdığımız bunca meşayih, Mısırlı ümera ve zabitan, velhasıl misafiran-ı İslâmiye namı altında İstanbul’a topladığımız mücahitlerin hepsi gidinceye kadar iaşe edilmelidirler. Ayrıca bunların salimen memleketlerine firarlarını temin etmelisin. Bunlar için, Alman Erkân-ı harbiyesiyle anlaştık. Denizaltı tahsis edecekler ve bu sayede kaçmaları garanti edilecektir. Aman Hüsamettin Bey bunlara elinden gelen yardımı esirgeme, çünkü hepsi imparatorluğumuza hizmet etmişlerdir, ileride de edeceklerdir.”
Hamle yapma sırası Şeyh Sinusi’ye gelmişti ve Bursa’da çakılı kalmaya hiç niyeti yoktu şüphesiz. Ankara’ya haber salmıştı bile: “Paşa ile görüşmeye hazırım” mesajı iletilmişti.
Tam bu esnalarda yaşanan bir olay daha Kemal Paşa’ya aradığı kişinin Said Nursi olduğu fikrini pekiştirecekti.
Bogos Nubor ve Şerif Paşa
İkdam gazetesi Paris’te yapılan bir konferansı haber yapmıştı. Habere göre, emperyalist devletler, Osmanlı’nın parçalanmasından pay alacak etnik toplulukların temsilcilerini dinlemişlerdi. Rum, Ermeni, Yahudi, Arap, Nasturi ve Kürt temsilcileri bu konferansa taleplerini bildirmişlerdi. Toplantıda Kürt milli Delegasyonu sıfatıyla katılan, Kürt Şerif adıyla bilinen ve İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden (aynı zamanda Said Halim Paşa’nın kız kardeşi Emine hanımla evliydi) Mehmed Şerif Paşa, Ermeni delegasyonu başkanı Bogos Nubar Paşa ile bir anlaşmaya varmıştı. 20 Kasım tarihli anlaşma, Ermenilerle Kürtlerin Türkiye’den ayrılmak için birleşmelerini, İngilizlerle işbirliği yapmalarını öngörüyordu.
Bazı gazetelerin, özellikle İkdam’ın haberi veriş şekli rezilceydi açıkçası. Ankara Hükümeti’nin buna tepkisi çok sert oldu. Bediüzzaman buna öfkelenmiş ve ağır bir tekzip yazısı yazmıştı:
“İkdam Ceride-i mu’teberesine!
Evvelki günki gazeteler Paris’te Şerif Paşa ile, Ermenî hey’et-i mûrahhasası Reisi Bogos Nubor Paşa arasında; Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir i’tilâf (birleşmek kaynaşmak) akdedildiğini yazarak, Kürd efkâr-ı umumiyesinden istizahatta bulunuyorlardı. Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakâr ve cesur hadim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler, henüz beşyüzbine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihi ve hayatî düşmanlarıyla i’tilâf akdetmek suretiyle; salâbet-i diniyeleri hilâfına iftirak-cûyane âmal takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne mugayir hareket eden zevatı da tanımazlar.. Ve yegâne emelleri de vahdet-i dinî ve millilerini muhafaza olduğundan, keyfiyetin izahına delâlet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ederiz.”
Bu tekzip üzerine meşhur Sebilür Reşad gazetesinde Eşref Edip, Bediüzzaman ile bir röportaj yaptı.
Eşref Edip’in yazısından bir bölüm:
“… Bu hususta en ziyade söz söylemek salahiyetini haiz bulunan ve kürdlerin Salabet-i diniye, necabet-i ırkıye ve celadet-i İslamiyesini bihakkin temsil eden Darül-Hikmetil-İslamiye azasından Kürd eşraf ve mütehayyızanından bulunan fâzıl-i şehîr BEDİÜZZAMAN SAİDİ KÜRDİ Efendi Hazretleri buyuruyorlar ki: “Bogos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen muhaveleye en müskit ve beliğ cevap, vilayât-ı şarkiyyede Kürd aşairi rüesası tarafından çekilen telgraflardır. Kürdler, Camia-i İslamiyeden ayrılmağa asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler, mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve Kürdlük namına söz söylemeye salahiyettar olmayan beş-on kişiden ibarettir… Kürdler, İslamiyet nam ve şerefini i’la için 500 bin kişi feda etmişler ve makamı-ı hilafete olan sadakatlarını îsarettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir…”
Zaten Mustafa Kemal’in Sinüsi hakkında bazı tereddütleri vardı. Şeyh Türkçe bilmiyordu ve kendilerinin Anadolu’yu karış karış dolaşıp halkı ikna edecek manevi önderlere ihtiyacı vardı.
Hani Hicaz, Filistin, Libya gözden çıkarılmamış olsa amenna, Şeyh Sinusi buralarda etkili olabilirdi ama Anadolu insanı üzerinde bir etkisi olması mümkün değildi. Mustafa Kemal’in masasına Hucumat-ı Sitte’yi tam da bu günlerde koydular. İçerik çok fazla dini idi ama bunu önemsemedi Kemal Paşa. Asıl önemli olan müellifin kimliğiydi. Abdulhamid’e karşı durmuş, Divan-ı Harp’te yargılanmış, gönüllü komutan olarak savaşa katılmış, esir düşmüş, yıllar sonra ülkesine dönmüş, kahramanlık madalyası almış ve hala başta İngilizler olmak üzere işgal kuvvetlerine son derece sarih ve beliğ ifadelerle yüklenebilecek yüreklilikte bir din adamı: Said Nursi… İkdam’a verdiği sert ve beliğ cevap hala hafızasındaydı. Üstelik çok genç ve Türkçe ’ye ilaveten Kürtçe de biliyor.
Eşref Edip Fergan’ın yine gazetede yayınlanan şu cümleleri Ankara’yı epey heyecanlandırmıştı:
“…Herkes bilirdi ki: Üstad kefenini boynuna takmış, her tehlikeye karşı ölümü gözüne almıştır. Fıtratındaki bu celâdet ve şehametle Darül-Hikmet’te her türlü siyasî tesirlere karşı demir gibi dayandı.. Ve Darül Hikmet’i de dayattı. Yanlış fetvalara karşı pervasızca mücadele etti.. Ve Anadolu’daki Kuvay-ı Milliye hareketini destekledi. İslâmiyete karşı muzır cereyanlarla arslan gibi pençeleşti, eserler neşretti. Hitabeler irad etti. Bütün kuvvetiyle bir an mücadeleden geri durmadı.” (Risale-i Nur Müellifi, s42)
Pek çok kişi ile haber yolluyor önce Kemal Paşa. İşte “efendim Ankara hükümeti sizi acayip takdir ediyor, kim bilir belki mebusluk verecekler, belki madalya ile taltif edecekler” filan.
Nursi bu havuçların hiçbirine kanacak kişi değil zaten.
Dile kolay, farklı yol, kişi ve vesilelerle tam 18 kez davet edilmişti Bediüzzaman. (MTH, s525)
Ancak ısrar kıyamet devam ettikçe, gitmesinin kalmasından hayırlı olacağına karar veriyor. Aslında niyeti pohpohlanmak, takdir edilmek filan değil, son bir umut yıllardan seri zihninde kurduğu projelerine bir kaynak ve destek bulabilmesi…
O esnada bittabi Ankara’da bambaşka bir hava vardı şüphesiz. Kimi şahsi ikbal peşinde, kimi vurgun, kimi samimi şekilde memleket adına çırpınıyordu.
Samimi olanlardan biri de bahsini ettiğimiz aynı zamanda Yarbay olan Osman Nuri (Tol) Efendi idi. Hatta sırf Bediüzzaman rahat etsin diye Kurtuluş’taki evinin arkasındaki avluda, Misafir Sokak’ta (İsmi sonradan Kıbrıs Caddesi oldu) -kendi evinden bile güzel- bir ev hazırlamıştı.
Bediüzzaman’ı davetin ardındaki en öncelikli kişi Van, Erzurum ve nihayet Suriye valisi iken artık Mebus olan Tahsin (Uzer) Bey’di.
Bediüzzaman, dediğimiz gibi önceleri bu davete hiç de sıcak bakmıyordu. Ankara’dan gelen davetler ve baskı artınca, Ankara Hükümeti’ni desteklediğinin ifadesi olarak üç talebesini yolladı: Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Bitlisli Refik Bey…
Fakat ısrar devam edince artık fazla direnemedi. Belki de dünyaya bir şans daha vermek gerekiyordu bilemiyorum.
Mesela yaptığı geziler, murakabeler, uzletler neticesinde o günkü İstanbul hakkındaki kanaati şöyledir:
“Biçare İstanbul, mütebayin, dâhiyâne prensiplerin telkinat-ı musırraneleriyle kabiliyet-i telkîhasını kaybetmiştir. Zihni âlûfte olmuştur.” (İşarat, s8) Alufte’nin manasını buraya yazmak istemem, arzu eden araştırabilir.
Mustafa Kemal ise Anadolu insanının en yumuşak yerini çok iyi biliyordu. 17 Mart tarihli konuşmasından: “Kuvayı-Milliye, memleketin uğradığı su-i kasıdların başladığı günden beri devam eden samimi bir vahdet ve tesanüd içinde, vaziyetin bütün vehametine rağmen, azm ve metanetle telakki etmekle ve bu son ehl-i salip mühacematına karşı hissiyat-ı müştereke ile mukavemetine emin olmaktan mütevellit bir hissi muzaheretle azm ve imanının âmili olan mücahedede İnayet ve tevfikat-ı ilahiyeye mazhar olacağına itimad eylemektedir. Kurûn-u vustanın şövalye akınlarından bu günün ittifak ve i’tilaflarına kadar meşum bir teselsül-ü ânûdane ile tevalî eyleyen Ehl-i salip fevevanının bu son hamle-i sefilanesi, İslamiyet nur-u irfan ve istiklaline ve tevhid ettiği Uhuvvet-i mukaddeseye bütün Müslüman kardeşlerimizin vicdanında da ayni hiss-i takbih ve mukavemeti ve ayni vazife-i galeyan ve kıyamı uyandıracağından emin olarâk; Cenab-ı Hakkın mücahedat-ı mukaddesemizde cümlemize tevfikat-i ilahiyesini refik etmesini ve Ruhaniyet-i Peygamberiye istinaden teşkilat-i müttehidemize muin olmasını niyaz ederiz.”
Hani değme din adamlarını kıskandıracak cümleler değil mi bunlar!
Üstelik Ankara’da bir şeyler oluyordu!!!
Ankara Hükümeti son olarak (1 Kasım 1922) Saltanat ile Hilafet’i birbirinden ayırmış ve saltanatı bitirmişti. Bu durum bazı din adamlarının şüphesiz hoşuna gidecekti. Zira, Hilafet’in saltanatın eline verilmesi zaten tarihsel bir hataydı!
Ancak Ankara’nın bir planı vardı. Bediüzzaman bunu öğrenmek istiyordu. Üstelik muhataplarını test etme imkanını da bulacaktı.
Nihayet (kanaatimce) 6 Kasım 1922’de (Pazar) yeğeni Abdurrahman ile birlikte Ankara’ya doğru yola çıktı.
Birkaç aylık Ankara dönemini ayrıntılı olarak ele almak zorundayız. Yani, bir sonraki yazıyı bekleyeceğiz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***