Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Mazrufu ıskalamak!

Mazrufu ıskalamak!


Esrarlı bir teras: Yuşa Tepesi (13)

YORUM | M. NEDİM HAZAR

“Kabrin çiçekten bir türbe olmuş,
Dönmüş o türbe bir haclegâhe!”
Abdulhak Hamid

“Sadece gözünle bakarsan;
kolay kandırılırsın.”
Halid bin Velid (Ra)

Giriş notu; sevgili okur şimdi okuyacağınız yazı, bu serinin belki de en uzun yazısıdır, uyarayım. 

Mesleği gereği çok gezen biriydi rahmetli babam. 

Şofördü. 

Üniversiteye gidene kadar her yaz ona muavinlik ettiğim için ben de onunla giderdim. 

Şöyle bir adeti vardı rahmetlinin. Hangi beldeye, kente gidersek gidelim evvela “Şehrin sahibini bulalım” derdi. Kastı elbette manevi sahibiydi. Eğer önceden bilmiyorsak, sorar soruşturur bir türbe, yatır, mezar filan bulurduk. Ziyaret eder, tabiri caizse destur alır, işe öyle başlardık. 

Konya, Sarayönü ilçesine bağlı Ladik kasabası hayatımda derin anlamlar bırakın bir yerdir. Çünkü Ladikli Ahmet Ağa (Hüdai) burada medfundur. 1888 tarihinde (üstadımızla yaşıt) burada doğan bu mübarek insan, 26 yıl askerlik yapmış bir gazi aynı zamanda. Uzun süre çobanlık yaptığı için Çoban Ahmet ya da Ladikli Ahmet Ağa olarak bilinir. 

Rivayete göre Ahmet Ağa, Hz. Hızır ile münasebet kuran nadir insanlardanmış. 

Hatta orada bizzat dinlediğim bir ayrıntı. Bir ara Hızır ile irtibatı kesiliyor. Bir, iki, üç gün derken evin damına çıkar Ladikli Ahmet öylesine canhıraş bir şekilde ağlıyor ki, duyanların ruhu titriyor!

Ahmet Hüdai’nin vasiyet üzerine kapısı hiç kapanmayan evi.

Vaktiyle Allah’ın veli bir kulundan dinlemiştim. Şöyle demişti: 

İnsan hayatında bazı anlar vardır amudi olarak yükselir. Yani hayat bir anda yatay değil dikey yol alır. Askerlik gibi düşün. Normalde bir Yüzbaşı’nın general olabilmesi için yıllar geçmesi gerekir. Ama çok önemli bir savaştan başarıyla çıkarsa bir anda general yapılır. İnsan manen böyledir. Bir veli mertebesine gelebilmek için belli bir zamana ihtiyaç vardır. Ancak öyle şeyler yaşayabilir ki insanoğlu bir anda velayet sıfatı kazanabilir!

Ladikli Ahmet Hüdai’nin hikayesi tam da böyle bir şey. 

Tıpkı Bediüzzaman ve talebeleri gibi Birinci Cihan Harbi’ne katılmış Ladikli. Lakin o Gazze cephesinde savaşıyormuş. 

Çok ağır bir şekilde yaralanınca mecburen bir mağaraya sığınıyor Ahmet Hüdai. İşte rivayete göre ne oluyorsa bu mağarada oluyor ve mağaradan çıktıktan sonra enteresan haller yaşıyor. Mesela aynı anda birkaç yerde görülebiliyor, en olmadık yerlere adeta ışık hızıyla yetişebiliyor. 

Sonraları bazı yakınları bu halin sebebini sorduklarında oturup mağarada yaşadıklarını anlatıyor çok yakınlarına. Hz. Hızır ile mağarada bir süre kaldığını anlatıyor. Ve daha enteresanını söylüyor: “Hızır aleyhisselam ile hala görüşmekteyim!”

Bazıları inanıyor, bazıları, “Savaş kafayı yedirtti galiba” diyor.

Ladikli amcanın Hazreti Bediüzzaman ile de enteresan bir irtibatı ve hikayesi var. 

Ladikli Ahmet Hüdai anlatıyor: “Bir gün Hızır (as) gelir. Eskişehir’de zelzele olacak, taş üstünde taş kalmayacak. Gel, Bediüzzaman’a gidelim ve dua etmesini isteyelim ki bu zelzele hafiflesin.” der. Sonra “Beraberce gidip, Bediüzzaman’a vaziyeti anlattık. Bediüzzaman, “Haberim var, haberim var!” der. Hızır (as), “Dağlara gidip dua edelim!” der. Bediüzzaman, “Ben hastayım, siz dağlara çıkıp dua edin, ben buradan dua edeceğim!” der.”

Mustafa Özdamar’ın kitabında öyle hatıralar var ki, insanın aklı havsalası almıyor. Keza Necmeddin Şahiner’in Son Şahitler’in 3. Cildinde de yine Ahmet Hüdai bulunur: 

“Bediüzzaman’ın sık sık Eskişehir taraflarına gittiği zamanlarda Eskişehir’de deprem olurdu. Onun için Bediüzzaman Eskişehir’e her gün sabah gider, akşam şehre girmeden şehrin dışında namaz kılar, duâ eder ve geri dönerdi. Lâdikli Ahmet Ağa; “Ona vazife verdiler. Sen duâ et, çünkü Eskişehir yıkılacak, taş taş üstünde kalmayacak, duâ et, Cenab-ı Hakk’a yalvar!” dediler. Hastayım diye özür beyan ettiyse de özrü kabul edilmedi. Onun için her gün Eskişehir’e gidip geliyor.” der.”

Mustafa Özdamar’ın kitabından bir hikaye daha: 

“Bediüzzaman Saidi Nursi Emirdağ veya Afyon Hapishanesi’nde yatarken, bir gece Konya’nın Ladik kasabasına Ahmed Ağa’nın yanına geldi. Ahmed Ağa’nın yanında o anda sadece oğlu Zekeriya vardı.

Bediüzzaman tayy-i mekan ederek gelmişti. Ahmed Ağa’nın odasının eşiğinde, ellerindeki kelepçeyi ve ayaklarındaki zincirleri çözdü, içeri girdi:

-Bu çıksın, dedi,

Zekeriya’dan ötürü, konuşacaklarım var…

Ahmed Ağa:

-Mahsuru yok kardeşim, yabancımız değildir, o da duysun, dedi.

Bediüzzaman:

-Ahmed Ağa, üstad Hızıra söyle, tahammülüm kalmadı, dedi.

Ahmed Ağa:

-Olur, söyleyelim kardeşim Said, dedi.

Bediüzzaman tekrar anında kelepçeyi ellerine zincirleri ayaklarına takarak geri döndü.

Bir müddet sonra aynı şekilde Bediüzzaman yine geldi ve:

-Söyledin mi Ahmed Ağa?… Ne oldu netice? diye sordu.

Ahmed Ağa:

– Söyledim kardeşim Said, söyledim, dedi.

Bediüzzaman:

-Ne dedi Üstad? diye sordu.

Ahmed Ağa:

-Sabretmeni söyledi, dedi.

Bediüzzaman bu cevabı alınca, bu defa kapıdan değil, pencereden çıkıp gitti. Yine elleri kelepçeli, ayakları zincirli idi.

Şimdi şöyle bir sorulsa, hem tayy-i mekân edebiliyor, hapishaneye girip çıkabiliyor, kelepçelerini çözüp takıyor. Hem de hapishaneden çıkmak için Hazreti Hızır’dan yardım istiyor… Bu nasıl oluyor diye bir soru akla gelebilir.

Evliyalar bu güce sahiptirler. O kuvvet ve o tasarruf ellerinde var ama, izin almadan kullanamazlar. İşte Bediüzzaman da o tasarruf kendisinde olduğu halde üstadı Hızır’dan izin almadan kullanamamıştır.”

Aslında benzer anlatımlar bizzat Risale-i Nurların içinde de vardır. Eskişehir hayatından şu detay Ladikli Ahmet Ağa’yı tasdik eder mahiyette: 

“Bedîüzzaman hapiste iken bir gün, o zamanın Eskişehir Müddeiumumîsi Üstadı çarşıda görür. Hayret ve taaccüble ve vazifesine son vereceği ihtarıyla, hapishane müdürüne:

— Ne için Bedîüzzaman’ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm, der. Müdür de:

— Hayır efendim, Bedîüzzaman hapishanede, hattâ tecrittedir; bakınız, diye cevap verir.

Bakarlar ki Üstad yerindedir. Bu hârika vakıa adliyede şâyi olur. Hâkimler “Bu hale akıl erdiremiyoruz.” diye birbirlerine naklederler.” (Eskişehir hayatı, s2)

Benzeri bir durum Denizli’de de yaşanır: 

“Aynen bunun gibi bir vakıa da Bedîüzzaman Denizli hapsinde iken olmuştur. Üstadı, halk iki üç defa muhtelif camilerde sabah namazında görür. Savcı işitir. Hapishane Müdürüne pür-hiddet “Bedîüzzaman’ı sabah namazında dışarıya, camiye çıkarmışsınız!” der. Tahkikat yapar ki Üstad hapishaneden dışarı kat’iyen çıkarılmamış.”

Yine Eskişehir hapsinde başka bir olay. Bediüzzaman Cuma namazı için dışarı çıkmak ister, müdür alay edercesine “he, olur olur” gibisinden ciddiye almaz. Sonra biraz pişmanlık duyar gönlünü almak için hücreye gittiğinde hücrede kimsenin olmadığını görür. Bir panik başlar. Müdür aceleyle bahsi edilen camiye (Eskişehir Ak Camii) koşar, Bediüzzaman safların en başında sağda namaza durmuştur!

Elbette bu vakıalar bildiğimiz dünyaya epey ters işler. Varlığın metafizik boyutuna inanmayanlar için belki anlam da ifade etmezler lakin Bediüzzaman’ın iki esaret arasında yaşadıkları hakkında birer ipucudur. 

Fakat bir de madalyonun diğer yüzü var. Tarih boyunca insanın kutsaldan rant devşirme ucuzluğu.

Benim, sanırım babamın etkisiyle, mezarlara, büyük insanlarla ilgili içim ürpererek duyduğum saygı, hayatımın ileriki döneminde yaşadığım bir tecrübe ile tuz buz oldu sevgili dostlar. 

Kral TV’nin müzik sektöründe ana belirleyici olduğu yıllar… Prestij Müzik ortalığı yakıp geçiyor. Birbiri ardına popçular çıkarılıyor piyasalara. Kimi tek kasetlik, hatta tek şarkılık. 

Bir yandan üniversite, bir yandan reklam-klip sektöründe ufak ufak çalışmaya başlamışım. 

Bir yeni sanatçının klibini çekmek için Ege tarafında bir köye gitmiştik. Şöyle düşünün, sağdan ve soldan oldukça simetrik bir eğimle yükselen bir tepenin en zirve noktasında bir ağaç. Ne ağacıydı hatırlamıyorum ama kocaman, dalları büyük, yapraklarından gökyüzü görünmeyen bir ağaç. Yönetmenin aklına bir fikir geldi. O dönem henüz piyasada rahatlıkla bulunan ses kasetlerinden birkaç kutu getirdiler. Kasetlerin içindeki bantları çıkarıp ağacın dallarından sarkıttılar. Akşam vakti ters ışık kullanıldığında tiril tiril titreyen bant şeritlerinden yansıyan ışık klibi muhteşem yapmıştı. Yönetmen haklı olarak gurur duymuştu kendiyle. 

Ne ki gece sabaha doğru bitti klip çekimi. 

Ve seti öylece bırakıp yorgun halde otele gitti herkes. 

Aradan kaç yıl geçti bilmiyorum. 

O civarlara yolum düşmüştü arabayla. Geçerken o ağacı hatırladım. Bir bakayım dedim, belki bir iki kare fotoğraf çekerim diye.

Gittim, ağaç hala oradaydı ama başka şeyler de olmuştu gözlerime inanamadım.

Biz o gece ağacın dallarında unutmuştuk binlerce metre uzunluğundaki bant şeritlerini. 

Ve aradan geçen süre içerisinde, gelen geçen bant şeritlerinin yanına çul çaput bağlamıştı. Biri gelip ağacı yeşil demirlerle çevirmiş, başka bir yanına mescid gibi bir şey yapmış, biri büfe koymuş, biri tuvalet bile açmıştı. 

Bizim klip ağacı bildiğin türbeye dönmüştü. 

İnsanlar huşu içinde ağaca bir şeyler bağlıyor, namaz kılıyor, dua ediyordu. İçim ezildi. 

Ömrü boyunca yatırlara, türbelere azami hürmet gösteren biri olarak içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. 

Acaba, ülkedeki binlerce türbeden kaçı böyle kurulmuştu?

Ali Köse ile Ali Ayten’in beraber kaleme aldığı Türbeler: Bizim Hikayemiz’e (Timaş Yayınları) o zaman denk geldim. 

İnsanoğlunun bidayetinden beri kutsallaştırmayı bir ihtiyaç olarak gördüğünü yazıyordu bu iki değerli araştırmacı.

Yazarlar şahane de bir örnek veriyordu, üstelik din ile alakası olmayan alabildiğince seküler bir örnek. 

Galatasaray futbol kulübünün yıllardan beri kullandığı Ali Sami Yen stadyumu deprem dolayısıyla yıkılmak durumunda kalınca, tribünlerin tuğlaları paketlenerek GS Store’da satılığa çıkarılmıştı!

“İnsan ve mekân ilişkisinde mekânın nasıl kutsallaştırıldığını gösteren önemli örneklerden biri de İstanbul Boğazı’nın manevi bekçileri olduğu inancıdır. Bu manevi bekçiler, Boğaz’ın iki yakasına sıralanmış türbelerdir. İnsanoğlu, çevresinde ilişkide bulunduğu gerek canlı gerek cansız objelerle psikolojik bir bağ kurmaya ve bunları birer psikolojik objeye dönüştürmeye meyillidir.” (Türbeler: Bizim Hikayemiz) 

İstanbul tarihin her döneminde bu kutsallaştırmayı yaşamıştır. Ancak bizim ana konumuz itibarıyla bakacak olursak, denizciler, İstanbul Boğazı’nın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlarmış. İki yakaya ikişerli gruplar halinde yerleştirmişler bu manevi bekçileri. Marmara Denizi girişinde Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdâi ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi. Karadeniz girişinde Beykoz’da Yuşa Hazretleri, Sarıyer’de Telli Baba. Boğaz’ın manevi bekçileri olduğu inancı, insan-mekân ilişkisinde mekânın nasıl kutsallaştırıldığını gösteren şahane bir örnektir. 

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1996 verilerine göre (sanırım iki katına çıkmıştır bu rakam) 1996 yılı itibarıyla Türkiye’de 1236 türbe bulunuyor. Daha enteresanı ise şu, araştırmalar ülkedeki her iki kişiden birinin türbe ziyareti yaptığını gösteriyor. Yılda en az bir kez türbe ziyaret edenlerin oranı ise yüzde 42. 

Buna bir de Lihye-yi, Hilye-yi Şerif gibi ziyaretleri de eklersek, liste epey uzar.

Güncel türbe haritası ve evet var böyle bir site. Tıklıyorsun siteye en yakın türbeyi öğreniyorsun.

Bazı türbe yatırlar, sadece tek din ya da kültür için önem arz etmez. Fazlası da olabilir. Bu sebeple Türkler tekke gibi dini kurumları genelde daha önceki dini mabetlerin yanına yaptılar ve eski dini kültüre ait anlayışları, azizlere ait anlatıları İslami formlara dönüştürdüler. Eskinin tamamen reddedilmemesi, yerli halkın İslam’ı benimsemesini kolaylaştırdı. Tekkeleri eski mabetlerin olduğu yerlere kurma politikası Anadolu’da da uygulandı. Tekkeler eski kilise, manastır veya aziz türbelerinin yanına kuruldu. Bu uygulama bir taraftan yerel halkın İslam’ı kabullenmesini kolaylaştırırken, diğer taraftan eski söylem ve ritüellerin tekkelere ve onun etrafında oluşmaya başlayan türbelere mâledilmesine neden oldu.

Hacı Bektaş’ın 13. yüzyılda Sulucakarahöyük’te kurduğu tekke, Hristiyanlarının takdis ettiği Saint Charalambus kültünü İslamileştirerek kendine mal etmiş, böylece Hacı Bektaş Hıristiyanlarca da benimsenmiştir. Yine aynı yüzyılın ikinci yarısında Balkanlardaki Dobruca bölgesinde bir Türkmen kolonisinin iskanını sağlayan Türkmen babası Sarı Saltık da aynı şekilde, orada eskiden mevcut Saint Nicolas kültüyle özdeşleştirilmişti. Bir örnek daha; Mecidözü yakınındaki Elvan Çelebi Tekkesi’nde Baba İlyas Türbesi. 14. yüzyılda Elvan Çelebi tarafından Saint Theodere ve Saint Georges kültünün yaygın bulunduğu eski Eukhaita köyü civarında kurulan tekke bu kültlerin Baba İlyas’a mâledilmesine yardımcı oldu. Öyle ki, 16. yüzyılda tekkede misafir kalan Avrupalı seyyahlar Baba İlyas’ın kim olduğunu öğrendikleri zaman şaşırıp kalmışlardı. Zira anlatılanların, yukarıda zikredilen azizlerinkinden farkı yoktu. Bu sebeple, Baba İlyas ile bu azizlerin arkadaş olduğunu söylemek zorunda kalmışlardı.

Beykoz Yuşa Türbesi’nin bu örnekleri onaylayan benzer bir hikayesi var. Tıpkı Eyüp Sultan Türbesi’ni İstanbul’un fethinden sonra Akşemseddin’in manevi keşifle bulması gibi, Beşiktaşlı Şeyh Yahya Efendi de Yuşa Türbesi’ni buluyor. Hikâyeyi tekrar detaylı anlatmama gerek yok. Klasik bir rüya sahnesi, davet ve sonrasında mucizevi bir olay ve makamın tespiti. 

Her ne kadar o noktanın yatır olarak seçilmesi, çobanın “koyunlarım burada otlamıyor” demesine bağlansa da Yahya Efendi’nin “Yuşa Hazretlerinin kabri buradadır” dediği yerde Hapios Michael Kilisesi bulunması da ayrıca enteresandır. Yuşa makamı açılmadan çok önce Hıristiyanlar bu kiliseye ve çevresindeki aziz mezarlarına hala rağbet etmekteydi. Tabii ki bu durum Anadolu’nun bir Türk, bir İslam beldesi olduğu fikrine zarar vermekteydi. Yahya Efendi’nin Kur’an’da zikredilen ve bazı müfessirler tarafından Yuşa’ya atfedilen “iki denizin birleştiği yere kadar varacağım” (Kehf ; 60) ifadesine de uygun olarak bu tepede Yuşa’nın yattığını manevi keşifle belirlemesiyle birlikte, kilisenin ve Hristiyanların bölgedeki sosyal etkisi sona erdi ve böylece bölge, deyim yerindeyse millileştirilmiş oldu. 

Diyanet’in tüm gerçeği bildiği halde, işi kıvırmak için döktüğü destan!

Bu türbe bahsini serimizin final kısmında Hazreti Bediüzzaman’ın ebedi istirahatgahı dolayısıyla tekrar ele almak üzere burada kapatıp, Hz. Pir’in Yuşa Tepesi ve diğer yüksek yerlere gidişiyle ilgili fikriyatımızı toparlamadan önce müsaadenizle bir sektörden bahsedeceğim sizlere. 

Osmanlı, İslam’daki resim ve tasvir yasağı için harika bir çözüm bulmuştu: Minyatür…

İsterseniz şimdi putperestliğin temellerine doğru bir hatırlama yolculuğuna çıkalım. 

Şahsi kanaatim İslam’ın suret ve heykele olan sert duruşunun temel sebebi doğduğu topraklarda oldukça yaygın olan putperestlikti. 

Put bir sektördü özellikle Arap dünyası ve Orta Doğu’da. 

İslam öncesi, Arabistan’da yaşayanların çoğu putperestti. İsa’nın ölümünün üzerinden geçen 600 yıllık bir zaman kapkaranlık bir sosyal iklim oluşturmuştu. Bununla beraber Hristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik, Sabiilik olduğu gibi Hanif dinine (tevhid dini) inananlar da vardı.  

Arap toplumlarının bir kısmı Tanrı-İlah fikrini inkâr eder ve “zaman” (dehr) veya “Doğa”ya (tabiat) tapınırlardı. Bu inanışa göre, her yaratılış, tabiat kanunlarının eseriydi. Kur’an-ı Kerim’de bu inançta olanlardan “Derlerdi ki, bizim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur. Ölür ve diriliriz. Bizi öldüren de zamandan başka bir şey değildir” diye bahseder (Câsiye ; 24).

Öte yandan bir kısım Araplar ise Allah’a inanır, fakat ahiret hayatını, mücâzât ve mükafâtı inkâr ederlerdi. Kur’an-ı Kerim, onlara da şöyle seslenir: “İnsan der “bu kurumuş kemikleri kim diriltecek. (Ya Muhammed), de ki: İlk defa onu kim vücuda getirdiyse, işte O, onu yeniden diriltir” (Yasin ; 79)

Bazı Araplar ise Allah’a hatta ahiret gününe inandıkları halde, peygamberliğe inanmazlardı. Onlar peygamberlerin ancak bir insanüstü melek (“Ferişteh” bu anlama gelir) olması gerektiğini düşünür öyle inanırlardı. Yine Kur’an’ın tespitiyle: “Bunlar, bu Peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor… Hiç Allah insandan peygamber gönderir mi? dediler” (Furkan ; 7)

Puta tapmalarının mantığını ise şöyle izah ediyorlardı: “Biz bu putlara, ancak bizi Allah’a yaklaştırmaları için tapınıyoruz.”  (Zümer ; 3) Düşünen ve döneme göre entelektüel birikimi yüksek olanlar böyle savunma yapsa da halkın doğrudan putlara ilah muamelesi yaptığı da bir gerçekti. 

Tarih kaynaklarına göre Ceziretül Arab’a putperestliği getiren kişi Amr bin Luhayy idi.

Huza’a kabilesinden olan Amr, Kâbe mütevelliliğini Cürhum kabilesiyle yaptığı savaşı kazanarak devralmış ve bu hizmeti yürütürken işi büyütmek gerektiğine inanmıştı. Ancak ona göre her ne kadar içinde bulunduğu coğrafya için çok önemli sayılan bir mekan olsa da, Kabe’yi cazipleştirecek yeni şeylere ihtiyaç vardı.  Sık sık başka diyarlara gidiyor ve araştırma yapıyordu.  Suriye’ye yaptığı bir ziyarette halkın meydanlarda taştan yontulmuş heykellere tapındığını görmüştü. 

Hubel’in kızları!

Suriye’nin Belka yöresindeki Amalika (Amerika değil) kabilesinin bu tapınışı Amr’ı hayrete düşürmüş ve meselenin muhteviyatını sormuştu. Amalikalılar kendilerinin insan şeklinde put yapıp buna tapındıklarını ve bu putların kendilerini koruduğunu ifade edip şöyle demişlerdi: 

“Bu putlar arzularımızı tatmin ediyor. Kuraklık zamanlarında bize yağmur gönderiyor, savaşlarda da zafer bahşediyorlar.”

Bunun üzerine Amr tereddüt etmeden bir put satın almak istediğini söylemiş ve Belka valisi ona kırmızı akikten yapılma Hübel’i (Ya da Menat) satmıştı. 

Vakit geçirmeden Hübel’i Mekke’ye getiren Amr, onu Zemzem kuyusunun hemen yakınına, Kabe’nin dibine koymuş ve herkesi ona tapınmaya çağırmıştı. 

Yaptığı aşının tutmaya başladığını hisseden Amr bir Luhayy hiç ara vermeden seri şekilde pek çok putu Mekke’ye getirmeye başladı: İsâf, Nâile, Ved, Süvâ‘, Yegūs, Yeûk, Nesr ve daha onlarca putu (Sadece Mekke’de 300’den fazla put olmuştu) getirerek bir sektör açan Amr, İslam Peygamberi (SAV) tarafından özellikle lanetlenmişti. Araplar’ı bu putlara çağırarak İbrahim ve İsmail peygamberden gelen Hanif inancını ifsat eden Amr hakkında Hz. Muhammed (ASM) “Yaptıklarından dolayı bağırsaklarını cehennem ateşinde sürürken gördüm” demiştir. (Buhari ve Müslim) 

Yaptığı putperestlik aşısının tuttuğunu gören Amr bütün Arap coğrafyasını önüne alıp bir put haritası çıkarmıştı. 

Arap putlarının en eskisi olan Menât, Kadid yakınlarında deniz sahilinde bir yere konulmuştu. Yesrip halkından Evs ve Hazrec kabileleri bu puta tapmaya başladı. Bununla beraber Huza’a ve Huzeyl kabileleri de aynı puta tapmaya başlamıştı. Lat ise Sakıf kabilesinin putuydu ve Taif’de bulunuyordu. Vedd,  Dumetu’l- Cendel’deydi, Kelb kabilesinin putuydu, Süra, Huzeyl kabilesine aitti, Yegus,  Mizhac ve bazı Yemen kabilelerinin tapındığı puttu. Yeük ise Yemen’de bulunuyordu ve Hemdan kabilesine aitti.

Hişam Bin El-Kalbi meseleyi incelediği “Kitabül Esnam”da bu put sektörünün öyle doğaçlama gelişmediğini arkasında çok büyük bir aklın olduğunu ileri sürer. Hişam’a göre Luhay ve ekibi Yunan mitolojisinin üzerinden giderek put üretiyordu. Söz gelimi Lat, Yunan Athena ve İtalyan Minerva’ya karşılık olarak kullanılıyordu. 

Lat, Menat ve Uzza, putlar liginin üç büyükleriydi!

Öte yandan zamanla çok farklı inanışlar da gelişmişti. Misal Yemen’in Himyer kabilesi Mecusi idi. Kinâne kabilesi Ay’a, Temim Deberân adli yıldıza, Kays Şi’râ’ya, Esed Utarid’e, Lahm ve Cüzam kabileleri de Müşteri (Jupiter) gezegenine tapıyordu. 

Buhari putlara kurban adama âdetini Arap toplumuna yine Amr bin Luhayy’ın enjekte ektiğini aktarır. 

Cahiliye döneminin en önemli ritüellerinden olan kurban adama şöyleydi: 

Kurbanın sahibi putperest kurbanını Sâibe, Bahîre, Vasîle ve Hâmî isimli putlara adadıktan sonra oraya bırakırdı. Adandığı için kutsallık kazanan kurbana kimse dokunamaz, etini, derisini, yününü alamazdı… 

Nitekim inen ilk ayetler bu duruma sert şekilde karşı duruşu beyan ederken çok haklıdır:

“Allah bahîre (kulağı çentilen), sâibe (putlar adına salıverilen), vasîle (erkek-dişi ikizler doğuran) ve hâm (on kere yavrulamasından dolayı sırtına yük vurulmayan) gibi hayvanların adanmasını meşru kılmamıştır. Fakat kâfirler -bu inançlarını- Allah’a atfederek yalan söylerler. Zaten onların çoğunun akılları ermez!” (Maide – 103)

Dediğim gibi Türbe sektörünün kalan kısmını dizimizin finalinde ele alma ümidiyle biz esas mevzumuza dönelim. 

Bediüzzaman Said Nursi, Saltanatın devrilmesi, dünya savaşının çıkması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu zihniyetinin din ile koyduğu mesafeyi gördüğü an, kendini insandan, toplumdan ve dünyadan geri çekmenin ruhani fizibilite ve analizini esarette yapıyor. 

Eski Said’in yeniye dönüşmesi adına acı ve hüzün dolu ama bir o kadar epik bir dönemdir bu. 

Hz. Bediüzzaman esaretten kaçarken muhtemelen kendi iradesiyle karar vermekten ziyade, manevi olarak kendine üstad olarak gördüğü büyük zatlardan destur beklemiştir. 

Yazı dizimizi başından beri takip eden dostlarımız Bediüzzaman’ın özellikle esaretten kaçış süreci hakkında neredeyse hiçbir şey anlatmamasını “Özgürlüğe Kaçış” başlıklı bölümde “şahsının ön plana çıkmasını istemiyordu” şeklinde izah etmiştik. Çünkü kendisine bu konu her sorulduğunda aşağı yukarı böyle cevap veriyordu. Şahsen Pir-i Mugan’ın bu konuda mezun olmadığını düşünmekteyim. 

O yazıyı kaleme alırken ki fikrim bu meseleyi çok deşmemekti. Birincisi benim haddimi aşıyordu, ikincisi bazı girift meseleleri kurcalamak -manevi açıdan- hayli tehlikeli neticeler doğurabilirdi. Nurcu Selefilerinin linci de cabası olacaktı. 

Fakat esas soru şu idi; esaretten dönen Bediüzzaman ne diye her gün buralara gidiyor, saatlerce seyre dalıyor ve daha önemlisi ne düşünüyordu? Bunun Yuşa Tepesi ile doğrudan ilgisi var mıydı?

En azından bu konudaki bazı bulanıklıkları gidermeyi gelecek yazıya bırakıyorum. 

Lütfen kızmayalım, tam 18 adet A4 uzunluğunda yazmışım ya hu!

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version