Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Bir kutlu firari!

Bir kutlu firari!


YORUM | M. NEDİM HAZAR 

“Firkatli ve gurbetli bir esârette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır:

Seherlerde eser bâd-ı tecellî, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde.

İnayethâh zidergâh-ı İlâhî Seherdir ehl-i zenbin tevbegâhı.

Uyan ey kalbim vakt-i fecirde, Begün tevbe, becû gufran zidergâh-ı İlâhî.”

“Seher vakti, haşir meydanını andırır. Her şey uyanıp gelmiş, tesbih ediyor. Ey nefsim, ne zamana kadar gaflet uykusu içinde böyle sersem kalacaksın? Ömrünün ikindi vakti gelmiş, kabre doğru sefer başlamıştır. Her canlıdan ayrılıyorsun. Ney gibi inlemek için niyaz ve namaza gayret et. 

De ki: ‘Ya Rab! pişmanım; mahcubum, utanıyorum. Sayısız günahtan dolayı perişanım. Zelilim, gözlerim yaş dolu, hayatim kararsız. Garibim, kimsesizim, yalnızım, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, acizim; hem ihtiyarım hem iradesizim. Aman diliyorum, af arıyorum, yardım istiyorum. Senin dergahından ey Allah’ım …” (18. Söz)

Bediüzzaman burada esaret günlerini “Ayrılık ve gurbet” kelimeleriyle bütünleşik olarak kullanıyor. 

Bu feryattan daha iyi anlıyoruz ki, bir alim çağının çok üstünde ve ötesinde yalnızlık ve ızdırap çekmektedir. Üstelik vatanından çok çok uzakta ve tutsaktır. 

Bediüzzaman’ın esaret günlerini dikkatle incelersek, yaşandıktan sonra o hatıraları yad ederken Hz. Üstad’ın gündelik, fani şeyleri elinin tersiyle itip, kalp ve ruhta bıraktığı etki ve hasarı ifade ettiğini görürüz. Yoksa pek çok enteresan olay da yaşamıştır aslında. 

Bakalım hemen…

“Ruslar fırınlara canlı domuzlar atarlar ve pişirirlerdi. Sonra o fırınlarda ekmek yapıyorlardı. Domuz yağı ekmeklere de karışırdı. Necis oluyordu. Onun için yemiyordum. Ayrıca un ve buğday alıp, el değirmeni ile öğütüp, sacda kendim ekmek yapardım. Yumurta ve patates alıp pişirirdim. Benim bu halimi gören Ruslar “bu delidir diyorlardı.”” Bu ayrıntıyı bize Molla Hamid aktarıyor. Ona da bizzat Bediüzzaman’dan dinleyen Ömer Efendi anlatmıştır. 

Sanırım Bediüzzaman yaşadıklarına kendisi anlatma yasağı koymasa çok renkli, belki üzücü ve bir o kadar da hayret verici detayları öğrenme şansımız olabilirdi. Ancak bilinçli olarak bir ketumluk tercihi var Nursi’nin.

Bediüzzaman’ın özellikle bireysel olarak gördüğü ve ön plana çıkarmanın imani hakikatlere haksızlık olduğuna inandığı için esaret yıllarını ve kaçış öyküsünü pek dillendirmediğinin sebebini yeğeni Abdurrahman şöyle açıklıyor: 

“Harb-i Umumi’de mecburiyetle bütün talebeleriyle harbe iştirak etti. Pasinler Cephesi’nde büyük musibet ve felaketlere uğradıysa da gerek muharebede ve gerek esarette çektikleri mezahimi (zahmetleri) yazmama, harbin aleyhimizde neticelenmesinden dolayı müsaade buyurmadılar.” (Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatı, Abdurrahman Nursi)

Mesela esaretinin ilk saatleri. Şu ayrıntı pek pinhan kalmıştır: 

“Ermeniler de etrafımızı sarmıştı. Taşla, tüfekle bize saldırmaya başladılar. Ruslar bizi aralarına aldılar. Aradan yarım saat geçti. Ruslar, Üstad’ın bacağının kırık olduğunu anladılar. Bir sedye getirdiler. Üstad’ı sedyeye koydular. Beni de arkadaşlarım kollarımdan tuttular. Yakında bir Rus taburunun barındığı hana götürdüler. Binbaşı ile yüzbaşının bulunduğu bir odaya koydular. Soba yanıyordu, sobanın tarafında oturduk. Biraz sonra tercüman getirdiler. Üstad’ı sorguya çekmeye başladılar. Bize sormaya ihtiyaç bile duymadılar. O arada Üstad’a yaralı olup olmadığını sordular. Üstad yaralı olduğunu söyledi. Çizmenin içinde Üstad’ın bacağı iyice şişmişti. Çizme sıktığından daha fazla ıstırap veriyordu. Açık yara olmadığından kırık olduğunu anladılar. Baktık bir sıhhiye geldi. Hemen sardılar, alçıya koydular. 

Aradan bir saat geçmişti. Vücudumuz ısınmış, üzerimizden korku da kalkmıştı. İşte o zaman açlığımızı en şiddetli bir şekilde hissettik. Çünkü korku ve soğuk açlığımızı bastırıyordu. Artık açlıktan üzerimize baygınlık geliyordu. Oturmaya bile mecalimiz yoktu. Acıktığımızı anladılar. Hemen boş kalan evlerden ekmek toplayıp getirmek üzere asker gönderdiler. Bir müddet sonra bir asker içeri girip subaylara selam verdi. Kendi dilleriyle ekmek getirdiğini söyledi. O da: ‘Al getir!’ dedi. Getirdi bir çuval ekmeği önümüze döktü. Tercüman: ‘Ekmeği yiyin!’ dedi. Yemeye başladık. O iki subayın önündeki masada büyük bir tabakta bal vardı, subayın biri o tabağı aldı önümüze koydu, diğeri de beş tane kızarmış tavuk getirdi verdi. Bunları bize yedirdikten sonra akşam ezanı okundu. Bu defa bizi eski hükümet binasında bulunan karargâhlarına götürdüler. Bizi karargâh kumandanına teslim ettiler. Odalarda ne kadar halı, kilim varsa toplayıp bize getirdiler. Bizi, bir adaya yerleştirdiler. Sobalar yakıldı. Bir sürahi içinde kumandan bize çay gönderdi. O geceyi orada geçirdik.” (Molla Hamid Ekinci, s45)

Ve bir iç parçalayan tablo daha. Mehmet Feyyaz Efendi anlatıyor: 

“18 Mart 1916’da develere bindirilerek Bitlis’ten yola çıktık ve akşam vakti Başhan’a vardık. Hanın önünde kırk kadar şehid birbiri üzerine istif edilmişti…”

Bediüzzaman, yıllar sonra kaçmaya nasıl karar verdiğini talebesi Molla Yasin’e şöyle anlatıyor: 

“Çoğu esirler kaçırıldı, kimi bilmem ne oldu. Ben yalnız kaldım. Param da yok, perişanım. Kazan’da geziyorum. Baktım ihtiyar bir adam, üç tane merkebiyle karşımda duruyor. Geldi bana selam verdi. Dedi: ‘Sen Molla Said değil misin?’ ‘Evet benim, sen beni nereden tanıdın?’ ‘Sen memlekete gitmek istiyor musun?’ ‘Evet istiyorum, ama param yok, açlıktan da takatim yok!’ Düştü önüme beni götürdü, mağara gibi bir evin önüne vardık. Kapıyı vurdu. Bir adam çıktı. Kendi elbiselerini bana verdi. ‘Hayvanımı da al!’ deyip bana gideceğim tarafı gösterdi. Bir de ekmek verdi. Ben kalkıp hayvana bindim, ekmeği yiyerek vurdum yola, şehirden uzaklaştım. Akşama bir köye vardım. Baktım melek gibi insanlar. Beni üç-dört gün misafir ettiler. Sonra bana: ‘Gitmek ister misin?’ dediler. ‘Evet, isterim’ dedim. ‘Öyleyse kalk gidelim!’ dediler. Yola düştük, ama bir dağ yoluna, dağın başına çıktık. İkindi namazına yakın, bana refakat eden adam: ‘Ben daha gelemem. Buradan geriye dönmem lazım. Sen bu yolu tut, git! Fakat sol taraftaki geniş yoldan git. O yolu takip edip gidersen aşağıda önüne güzel bir çimenlik çıkar. Orada bir çadır göreceksin!’ dedi, kendisi geri döndü, gitti.”

Önceki yazıda da belirttiğimiz gibi, bu anlatılanların ne kadarı gerçek, dahası ne kadarını Bediüzzaman’ın anlatımı ne kadarı ekleme yapılmış emin olacak durumda değiliz. 

Ancak yaklaşık bir aydır özellikle esaretten kaçış hikayesi üzerinde titizlikle araştırma yapan biri olarak söyleyebilirim ki, Bediüzzaman, kader planı denilen şeyi hayatı boyunca en iyi idrak eden fanilerden biri. Dolayısıyla bir kaçış planından ziyade zuhurata tabi olarak kaçmaya başlamıştır. İhtiyar adam meselesi minik farklılıklarla birden fazla kişi tarafından aktarılıyor. Ancak Bediüzzaman’ın bu konularda ketum olmasının sebebi bir takım keramet türünden, izahı ve günümüz insanının anlaması çok zor ayrıntılar içeriyor olması olabilir. 

Bunun için bir diğer ayrıntı da Bediüzzaman Hazretleri ile Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin manevi irtibatını biraz kurcalamamız gerekiyor. 

“…Ta iki sene sonra Gavs-ı Geylanî, Fütûhü’l-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.”

“Medet istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti; gördü ki, yollar muhtelif. Tereddütte kaldı, Gavs-ı Azam olan Şeyh Geylanî’nin (r.a.) Futuhü’l-Gayb namındaki kitabıyla tefeül etti. Tefeülde şu çıktı: اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ (Sen dârü’l-hikmettesin; önce, kalbini tedavi edecek bir tabip ara.)”

“Acibdir ki, o vakit ben, Darü’l-Hikmeti’i-İslamiye azası idim. güya ehl-i İslam’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekîm idim. Halbuki, en ziyade hasta, ben idim. Hasta, evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.”

“İşte, Hazreti Şeyh bana der ki:

“Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!”

“Ben dedim:

“Sen tabibim ol!”

“Tuttum, kendimi ona muhatap addederek o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum…” (Tarihçe-i Hayat, s122)

Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı özellikle ehli tarik tarafından “Said Nursi çocukluğunda, ceviz gibi önemsiz bir şey için bile, çoktan ölmüş gitmiş olan Abdulkadir-i Geylani’den yardım dilemektedir. Hâlbuki, Allah’ın yapmaya kadir olduğu durumlarda, yardım sadece Allah’tan istenir. Fatiha suresinde, ‘Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.’ denilerek Allah’tan başkasından yardım istenilemeyeceği açıkça ifade edilmektedir.” Şeklindeki suçlamalar karşısında şunları yazar: 

“Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî İsm-i Âzamı, ‘Yâ Hayy’ olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü’l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne’l-evliya meşhur olmuştur.” (Barla Lahikası, s180)

Taberani’nin El-Evsat’ta kayretti bir rivayet belki meseleyi kavramamıza yardımcı olabilir: “Hz. Enes’ten nakledildiğine göre Hz. Resulullah (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Yeryüzü hiçbir zaman -Halilu’r-Rahman’a benzeyen- kırk kişiden boş olmaz. İnsanlar bunlar sayesinde yağmura nail olur, bunlar sayesinde yardıma mazhar olup zaferlere ulaşır. Bunlardan bir tanesi öldüğü zaman, Allah onun yerine başkasını yerleştirir.”

Bir sır, esrar, giriftlik döngüsü bu sanırım ve Hz. Üstad bu yüzden bu konularda epeyce ketum zannedersem. 

Kendime not, Bediüzzaman-Gavs-ı Azam ilişkisine yakından bak!

Siz de birkaç yazı önce kaleme aldığımız içe doğru derinleşme yazısına bakabilirsiniz. 

Bediüzzaman değişik zamanlarda, pek çok defa kaçışının ayrıntılarını anlatmış aslında. Ancak bu parçaları bugün birleştirebiliyor ve net bir kaçış rotası ve olaylar zincirini görebiliyoruz. Tabiri caizse, tablo giderek netleşiyor. 

Molla Hamid, Molla Yasin’in bıraktığı yerden alıyor. 

Kendisini getiren adam yanından ayrıldıktan sonra, onun söylediği rotayı takip eden Said Nursi, gerçekten de bir obaya rastlıyor. Nedendir, nasıldır bilemiyoruz ama çadırdan çıkan şahıs onu tanıyordur. Molla Hamid, Bediüzzaman’ın bu çadırda 5-10 gün kaldığını aktarıyor.  

Son günü adamın Nursi’yi karşısına alıp, “Memleketine gitmek ister misin?” diye sorduğunu aktaran Molla Hamid şöyle diyor: “‘Memleketine gitmek ister misin?’ dedi. ‘Evet, isterim’ dedim. Bana bir mektup yazıp verdi. Kendi adını ve verilecek kişinin adını da zarfın üzerine yazdı. ‘Bu yoldan git, yolun üzerinde büyük bir köye rastlayacaksın, bu adamı orada sor, mektubu kendisine ver, senin işini görsün!’ dedi. Hakikaten tarif ettiği gibi büyük bir köye vardım. Köy çok kalabalıktı. Adamı sordum, mektubu götürüp verdim. Mektubu okur okumaz beni alıp götürdü. İzzet ü ikramda bulundular. Beş-on gün de onlar misafir ettiler. Sonra o da bir mektup yazdı. Bana bir at vererek birkaç da silahlı adam yanıma kattı. Beni götürdüler. Böylece kurtulup Türkiye’ye geldim!”

Burada çok enteresan bir nokta daha var. Mektubu aldığı zatın da götürdüğü zatın da ismini biliyor Said Nursi, ancak nedense bunu söylemiyor kaç kere anlatırsa anlatsın!

Önceki bölümde de bağlamı denk geldiği için Binbaşı Ali Haydar Bey’in de eklediği şu detay çok ilginçtir mesela: 

“Bediüzzaman’la beraber Volga Nehri’ni çok harika bir tarzda geçtik. Nehri geçerken ayağımız kara gömülür gibi, bazen topuğumuza, bazen dizimize kadar suya batıp çıkıyorduk. Ben çok heyecanlanıyordum. Nehri geçtikten sonra Bediüzzaman bana dönüp dedi ki: ‘Kardeşim Ali Haydar, Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya (a.s.) denizi musahhar ettiği gibi, bize de senin yüzün hürmetine Volga Nehri’ni musahhar etti.’ Böylece üzerimdeki hayret ve şaşkınlığı gidermek istiyordu. Ben: ‘Nasıl geçip kurtulduğumuzu ben biliyorum Üstad’ım, ama sizin dediğiniz olsun’ diye cevap verdim.” (Son Şahitler, Cilt 1, s88)

Bediüzzaman rotası ve mesafesi konusunda da bu konuya yakın ilgi gösteren pek çok talebesi ve tarihçi titiz çalışmalar yapmışlar. Ancak Bediüzzaman’ın kendisi beklediğimiz gibi tafsilat veriyor sadece şunu söylemekle yetiniyor: 

“Her ne ise… O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı ilâhî de zaaf u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesîleoldu ki şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’- mul bir sûrette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla Rusça bilmediğim hâlde firar ettim. Zaaf u aczime binaen gelen inâyet-i ilahîye ile harika bir sûrette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya ’ya uğrayarak İstanbul ’a kadar geldim ki bu sûrette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları, çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahat i bitirdim.” (Lem’alar, s708)

Hadi şimdi hem rotasını şematik olarak görelim hem de mesafeyi hesaplayalım.

(Aşağıdaki rakamlar kuş uçuşudur, malum günümüz navigasyon haritaları mesafeyi seyahat aracınıza göre ölçümlemektedir.)

Tarihini ise bizzat kendisi açıkça şöyle yazar: 

“Hicri 1337, Rumi 2 küsur fark eder. O halde Rumi 1334’e iniyor. O tarihte yalnız, tek başımla Rusya’nın şimalinde, en korkulu bir vaziyette esaretten firar ettiğimin zamanıdır.” (Lem’alar, s869)

Yine kendi ifadesi ile, “Bahara yakın” dediği bir ayda (Kış değil ama bahar da değil!) “camiye alındıktan birkaç gün sonra” dediği için bu tarih çok büyük ihtimalle 1918 yılının Mart ayıdır. 25 Haziran 334 yani 8 Temmuz 1918’de İstanbul’a vardığı için yaklaşık 4 bin kilometrelik yolu yaklaşık 3 ay 25 günde katetmiştir. 

“Leningrad’dan Almanya sınırına gelen Bediüzzaman’ı Alman askerleri karşılar. Topçu General Faik Pamir, Dr. Albay Memduh, Topçu Albay Hikmet Bilgin, Topçu Yüzbaşı Şakir, Bnb. Kâmil Kanra, Er Fikri Bitlisli’nin anlattıklarına göre, Rusya’daki Türkler ve Müslümanlar onu çok sever ve sayarlardı. Alman sınırına geldiği zaman kendisini hudutta karşılayan Alman askerlerine Türk subayı olduğunu ve esaretten döndüğünü söylüyor. Alman askerleri derhâl esas duruşa geçerek kendisini selâmlıyorlar. Kendisini alarak karargâha kumandanların olduğu yere götürüyorlar. Kumandanlar kendisini alâka ve hürmetle karşılıyor. Almanya’da bir müddet kalan Bediüzzaman’ın Almanlar resmini de çekerler. Alman edip ve filozoflarının bulundukları bir toplantıda konuşan Bediüzzaman kendisini hayranlıkla dinleyen muhataplarına hitaben şöyle der: “Türk-Alman, Alman-Türk tarih boyunca kadim dostturlar. Türkler Alman dostluğuna sadakatte çok hassasiyet gösterirler” (A. Badıllı, MTH, s416)

Almanların çektiği fotoğraf

Tekrar merhaba İstanbul!

Bediüzzaman Osmanlı’nın son döneminde bir gayret ve çırpınışla sadece kurtuluş reçetesi vermemiş, aynı zamanda elini taşın altına koymak istemiş ama sesini kimseye duyuramamıştır. Çünkü ülkenin kaderini elinde tutanlar esas hastalıkla değil septomlarla uğraşmayı ve kulaklarının üzerine yatmayı, böyle yaparlarsa zamanla kendiliğinden düzelebileceğini düşünmüş ve Harb-i Umumi gibi büyük bir belayla cezalandırılmışlardır! 

Bediüzzaman yaklaşık 2,5 yıl sonra binbir çile ve sıkıntı yaşadıktan sonra tekrar vatanındadır artık. 

Petersburg’dan Varşova’ya, oradan Viyana yoluyla Sofya’ya, oradan da trenle İstanbul’a gelmiştir.  İstanbul’a gelişini muhtelif gazeteler ve bu arada 16 Ramazan 1334 tarihli Tanin gazetesi şu şekilde verir:

“Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle beraber Kafkas cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Kürdî Efendi ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir.”

Esaret dönüşü Osmanlı Sultanı ve Harbiye Nezareti-Genel Kurmay Başkanlığı tarafından kumandan Bediüzzaman’a verilen gazilik madalyası. Madalya bugün Abdülmecid Ünlükul merhumun torunu Seyda Ünlükul’dadır.

Ve vatana avdet (dönüş) belgeleri ile birinci esaret dönemini kapatalım…

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version