YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp.
Aşk ile daim uçup, çağırırım dost dost!”
Niyazi Mısri
Beş yıl önce kaybettiğimiz sinema tarihinin en enteresan yönetmenlerinden olan İtalyan Bernardo Bertolucci, güzeller güzeli filmi Küçük Buda’da (Little Buddha) kahramanın iç dünyasını muazzam görselleştirir.
Aslında M.Ö 6 yy.’da yaşanan gerçek hikaye pek çok alim, veli ve ilim ehlinin yaşadığı serencamın aynısıdır.
Gerçek ismi Siddhartha Gautama olan ancak yaşadığı dönemde “Buda (Buddha) – Uyanmış” olarak isimlendirilen kişinin hayat çizgisi çok tanıdıktır.
Yıllarca halkın arasında dolaştı. Bir gezgin dilenciydi. 40 yaşına geldiğinde münzevi olmaya başladı. Sorulduğunda, “insanın acılarını ve hayatın gerçek doğasını anlamak için krallığı ve ailemi terk ettim” diyordu. (UXL Encyclopedia of World Biography)
K. Reeves’in adeta döktürdüğü aydınlanma sahnesi (Little Buddha – 1993)
Hz. Pir, kendisinin “Bir inkilab hengâmı” olarak tanımladığı o derinleşme anında yaşadığı herc ü merci şöyle betimliyor:
“İstanbul’da, ramazan-ı şerifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılab edeceği bir hengâmdadır ki Fatiha-i Şerife’nin âhirinde “Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.” ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hâdise-i misaliye, rüyaya benzer bir hâdise gördüm ki:
Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var ne ziya ne âb-ı hayat. Hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki: “Şu zeminin öteki tarafında ziya, nesîm, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım.” Baktım ki ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünelvari bir mağaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki benden evvel o tahte’l-arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.
Ey hayali ile benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise ehl-i felsefenin efkârı ile hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhîlerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.
Gitgide baktım ki benim elime iki şey verildi. Biri, bir elektrik; o tahte’l-arz tabiatın zulümatını dağıtır. Diğeri, bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrik ile o âlet, Kur’an’ın hazinesinden size verilmiştir.” Her ne ise çok zaman öylece gittim. Baktım ki öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruh-efza bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. Elhamdülillah dedim.
Sonra baktım ki ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette o sahra-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda bir sâik beni sevk ediyordu. Bu defa tahte’z-zemin değil belki seyr ü seyahatle yeryüzünü katedip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimde öyle acayip ve garaibi görüyordum ki tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdit eder, her şey bana müşkülat peyda eder. Fakat yine Kur’an’dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Gitgide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise… O buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efza nesîmi teneffüs ederek Elhamdülillah dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.
Sonra baktım, biri var ki beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi yine beni bir anda o müthiş sahraya getirdi. Baktım ki yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latîf bir nesîm en leziz bir âb en şirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktım ki o asansörler gibi nurani menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki şunlar, Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin cilveleridir.” (Sözler, 30)
Nasıl bir boyutta neler yaşamış hayret verici değil mi?
Hz. Pir, giriştiği bu mücadelenin de farkında.
Bakınız, içinde esaret, yaralanma, sürgün, binlerce kilometrelik yolculuğun olduğu yaklaşık 7 yıllık bir süreçten bahsediyoruz burada.
İşte size Nursi’nin şuur atlası:
“Bin üç yüz otuz ikide İşârâtü’l-İ’câz’ı telif ile beraber Eski Said’den sıyrılmak niyet edip yeni Said suretinde bütün kuvvetiyle mücahede-i mâneviyeye başlayıp, iki-üç sene sonra da Dârü’l-Hikmet-i İslâmiyede bir-iki sene Hazret-i Gavs-ı Geylânî’nin şu vasiyetini ve emrini imtisal ederek envâr-ı Kur’âniyeyi neşretmiş…” ( Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s132)
Burada, size daha önce söylediğim şahsen benim boyumu çok çok aşan hususlar da var, o kapıyı açmaktan ciddi şekilde çekinmekteyim. Zira, bir velinin yaşadığı aydınlanma sürecindeki iç çatışmasına yakınlaşmak epeyce yanmayı göze de almaktır:
“Yâ Risaletü’n-Nur ve Sözler sahibi! Bana bak. Gafil davranma! Bin üç yüz otuz ikide mücahedeye başla. Sözleri korkma yaz, söyle.” (Lem’alar, s238)
Bediüzzaman’ın, aza olduğu “Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye”
Mesela şu olay pek bilinmez ve zikredilmez:
“Bediüzzaman ilme başladığı günlerde, medreselerine bir gün bir derviş gelmiş. Bu derviş, çok perişan, üstü başı kir-pas içinde, saçı-sakalı birbirine karışmış pejmürde bir vaziyette…
Medresedeki talebelerden hiçbirisi gelen dervişle ilgilenmemiş, ondan uzak durmuşlar. Fakat Bediüzzaman bu dervişle yakından ilgilenmiş, üstünü başını silmiş, beraber ayni kaptan yemek yemişler. Hatta bir kaşıkla, bir lokma dervişin ağzına, bir lokmada kendi ağzına almak suretiyle yemek yemişler.
Bu derviş, o gece medresede kalmış, sabahleyin birden kaybolmuş…
İşte bu hadiseden sonra, Bediüzzaman’ın halinde, zihninde harika bir inkişaf başlamış…”
Olayı kitabına koyan merhum Badıllı’nın aktarımı “mış”lı olduğu için orijinalliğini bozmak istemedim. Yoksa bu olayı bizzat Bediüzzaman’ın biraderi Molla Abdulmecid aktarmaktadır. (MTH, s91)
Bu arada aklıma yeni gelen bir mevzuya da değineyim.
“Eski-Yeni Said arasındaki o tehlikeli çizgide gidip gelirken ne diye devletten maaş aldı ki?” sualinin cevabını çok net olarak tatmin edici şekilde öğrendim. Gerek aldığı paraların sadece çok cüz’i bir kısmını harcaması diğerine hiç dokunmadan yeğeni tarafından biriktirilmesi, ahirinde bu meblağ ile kitap bastırılması ayrı bir konu.
Yeğeni Abdurrahman Efendi Bediüzzaman Hazretlerinin esaretten döndükten iki buçuk sene sonra İstanbul’da, yani 1921’de basımını yaptırdığı ettirdiği mevzun LEMÂAT eserinin sonunda yer alan arzuhalinde şöyle diyor:
“LEMAAT divanının sahibi amucam Said-i Kürdî’nin tercüme-i halini muhtasaran bir risalede yazmıştım. Fakat iki buçuk seneden beri DARÜL HİKMET İL İSLAMİYE vazifesini ona yüklettirdiler. O da derdi: “Ben bunu terk edeceğim. Fakat millete de bir hesap vermek istiyorum.”
Ben de amucamın Darül-Hikmet-il İslâmiye’deki vazifesinden (Millete) nasıl bir hesap vermek istediğine dair birkaç söz yazıyorum: “Bundan iki buçuk sene evvel, ki 1334 (1918) senesi idi. Amucamın rızası olmadan DarulHikmet-il İslâmiye’ye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, on ay me’zunen vazifeye gitmedi. Hatta çok defalar istifa etmek teşebbüsünde bulundu. Amma ahbapları bırakmadılar. Bunun üzerine vazifeye ciddî devam etti. -Ki bir buçuk sene oluyor.
Bidayette haline dikkat ediyordum ki, zaruretten başka kendisine masraf yapmıyordu. “Maişetçe neden bu kadar fena yaşıyorsun?” diyenlere cevaben derdi : “Ben Sevad-ı A’zama (Büyük çoğunluk, halk topluluğu) tabi’ olmak istiyorum. Sevad-ı A’zam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ekalliyet-i müsrifeye (İsrafçı azınlık) tabi olmak istemem. Darül-Hikmet’ten aldığı maaştan miktar-ı zarureti ayırdıktan sonra, mütebakisini bana vererek: “Hıfzet!” derdi. Ben de bir sene zarfında fazla kalmış olan parayı amucamın bana olan şefkatine, hem malı istihkar etmesine itimaden, haberi olmadan tamamen sarfettim. Buna muttali’ olunca dedi ki: “Bu para bize helâl değildi. Milletin malı idi. Ne için sarfettin? Madem ki öyledir, ben de seni harçlık vekilliğinden azl ile kendimi nasbettim. Bu hadiseden sonra, ayda bana yirmi banknot vererek, kendisine de onbeş ayırmaya başladı. Kalanını kendisi yanında hıfzetti. Fakat bütün umumî masraflar da onun kendisi için ayırmış olduğu o onbeş banknotundan yapılırdı. Demek ki ayda kendisine on banknot kalmış oluyordu. Fazla kalan paradan yediyüz banknot kadar toplandı.” (Lemaat, 1921 baskısı, önsöz)
Ve yine iç çatışmasından muazzam bir örnek:
“Saç ve sakalımdaki beyaz kılların ve bir vefadarın sadakatsizliği neticesinde, o şa’şaalı ve zahiren tatlı ve süslü İstanbul’un hayat-ı dünyeviyesinin ezvakından bir nefret geldi. Nefis meftun olduğu ezvakın yerinde, ma’nevi ezvak aradı. Bu ehl-i gafletin nazarında soğuk ve ağır ve nahoş görünen ihtiyarlıkta bir teselli, bir nur istedi. Felillahilhamd, Cenab-ı Hakk’a yüzbin şükür olsun; bütün o hakikatsiz, tatsız, âkibetsiz ezvak-ı dünyeviye yerine; hakikî, daimî ve tatlı ezvak-ı imaniyeyi LAİLAHE İLLA HU’da ve nur-u tevhidde bulduğum gibi; ehl-i gafletin nazarında soğuk ve sakil görünen ihtiyarlığı, o nur-u tevhid ile çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm…” (Onbirinci Rica)
Sekizinci Rica’da yine aynı mevzuya döner:
“…İhtiyarlığın alameti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumî’nin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ü şeref vaziyeti; hatta Halifeden, Şeyh-ül İslâmdan, Başkumandandan tut, ta medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle; gençliğin sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki: adeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünvaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum.”
Kırılma zamanı: 1921 Ramazan’ı…
Dünya bütün cazibesiyle çağırmaktadır Bediüzzaman’ı. Ancak onda dünyadan hem nefsani bir tiksinti oluşmuştur hem de Türkiye özelinde İslam aleminin büyük bir karanlık evreye girdiğini hissetmektedir.
Ramazan ayında Kur’an-ı Kerim dinlemek üzere Beyazıt Camii’ne gider. Hafızların tilaveti onda çok farklı bir tesir bırakır: “Kulağıma girip, ta kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti.” şeklinde ifade eder bu etkiyi.
İşte tam da bu dönemde vaktiyle sinemayı yakından takip etmenin muazzam faydasını görür Bediüzzaman Hazretleri. Meseleleri görselleştirerek zihninde kolaylaştırıyor ve kalpteki etkisini derin ve kalıcı hale getiriyordur.
Sinema derslerinde sürekli olarak anlattığımız “Flash Forward” tekniğini tam da bu dönemde keşfeder. Biliyorsunuz, sinema ve edebiyatta “Flash Back” denilen, geçmiş hadiseleri hatırlama sahneleri vardır. Flash Forward ise geleceği, henüz yaşanmamış hadiseleri sahnelemektir. Bediüzzaman bu tekniği ilk bu evrede kullanır ve daha yaşanmamış olan geleceğe zihnen gider ve mukadder olanla yüzleşir. Geri geldiğinde ise artık Eski Said kalmayacaktır.
Özellikle Eyüp sırtlarından şehri seyrettiği zamanlar, zihninde canlanan görseller onu ruhunun ta en derinlerinden büyük sarsıntılara uğratacaktır.
Ve tam bu esnada çok enteresan bir ayrıntı verir: “Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer’de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı A’zam (R.A.) Fütuh-ul Gayb’ıyla, bana bir üstad ve tabib ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) Mektubat’ıyla, bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum. Allah’a şükrettim.” (Onuncu Rica)
Bu esnada yeğeni Abdurrahman’ın yardımıyla, eserlerindeki vecizeleri derlemiş ve 1920 yılında “Hakikat Çekirdekleri 1” ve 1921 yılında “Hakikat Çekirdekleri 2” olarak bastırmıştır. 21 yılının Ramazanı onun yeni dönemi için en beliğ eserlerinden olan Lemaat’i yazdığı dönemdir. Lemaat, kendisinin yolundan gidecekler için bir tür mesnevi ve divan gibidir.
Yıl 1918… Hayat Mecmuası’nda İşarat-ül İ’caz ilanı: “Müellif-i muktedirin şöhret-i şayıası bu eser-i güzin hakkında fazla söz söylemeye hacet bırakmıyor.”
Fıstıklı Bağlar Sokağı!
Bediüzzaman biraz önce bahsini ettiğimiz halvethane dolayısıyla taşındığı yeni bir mekanı vardır: Sarıyer Fıstıklı Bağlar Sokak No: 18…
Bu yazı serimizde daha önce değindiğimiz bir mekan vardı, hatırlayacaksınız: Akşehir Palas Oteli… (Yazısı şurada)
Burayı Sarıyer’deki ev ile bağlayan bir hatırayı, “saf-ı evvel” talebelerinden Selahaddin Çelebi anlatıyor:
“1952 senesinde Üstad İstanbul’da Akşehir Palas Oteli’nin üst katında kalıyordu. Güneşli bir sabahtı. Kendilerini ziyarete gitmiştim. Biraz sohbetten sonra bana: ‘Selahaddin, bugün kısmet olursa seninle eski ikametgâhlarımdan Sarıyer’e gidelim’ dedi. Sonra taksi tutarak Sarıyer’e gittik. Orada
Evin şimdiki sahipleri Bediüzzaman’ın anısına saygıyı ihmal etmemiş, onun yaşadığı odayı hala orijinal şekliyle muhafaza etmektedir.
kahveciden o semtin en yaşlısını sorduk. Kahveci, muhtarın yaşlı bir insan olduğunu söyledi. Aradım ve nihayet yaşlı muhtarı buldum. Ona; Üstad Hazretleri’nin otuz sene evvel bu semtte oturduğunu, şimdi evin nerede olduğunu sordum. Muhtar hemen hatırladı. Fıstıklı Bağlar semtinde yokuşun hemen sağ tarafında durduk. Kapıyı vurunca bir hanım açtı. Hanıma: ‘Müsaade ederseniz Üstad evi ziyaret edecek, otuz sene evvel burada oturmuş.’ dedik. Hanım da: ‘Buyursunlar.’ dedi. Üstad’la beraber eve girdik, merdivenleri çıktık…”
1922 yılı ortalarında Sarıyer’e taşınmış olan Bediüzzaman kısa süre sonra yepyeni bir tefekkür terası keşfeder: Yuşa Tepesi….
Acele etmeyelim bu kutlu lokasyonu da ayrı bir (belki iki, hatta üç!) yazı ile anlatacağım.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***