Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Rejimden kim mesul?

Rejimden kim mesul?


 YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN

Erdoğan tek başına iktidara geldi. Fakat rejimi kurabilmek için yeterli değildi bu. Dahası ta en başından beri rejimi bu noktalara taşımak istiyor muydu, doğrusu emin değilim. İsteseydi de bunu başaramazdı ve bunun bilincindeydi. Siyaseten var etmezlerdi onu, eğer buna kalkışsaydı. Dolayısıyla 2002’yle 2023 arasında bir süreklilik mevcut değil. Başbakan olduğu ilk gün, 2023’teki konumunu ve gücünü hayal etmemişti, edemezdi (rasyonel aktör olduğunu varsayıyorum). Dolayısıyla 2002’den 2023’e, 20 yıllık süreçte her şey bir plan dâhilinde gerçekleşti demek mümkün değil. İstekler olabilir. Tercihler olabilir. Zafiyetler ve ihtiraslar olabilir. Tesadüfler olabilir. Reaksiyonlar olabilir. Ama bütünsellik arz eden, hesaba-kitaba dayanan, tutarlı ve inatçı bir rasyonel plan yok. 

Bu rejimin kurulması da, konsolide olması da, kendisini sürekli yeniden üretmesi de salt Erdoğan’la açıklanamıyor. Sinsi bir plan yapan, yaşananların yegâne sorumlusu, tüm fenalıkları indirgeyip onda vücutlaştırabileceğimiz bir figür değil, Recep Tayyip Erdoğan. 

Erdoğan ve ekibinin bu rejimin ana taşıyıcı kolonlarından biri olduğu gerçeğini görmezden gelmiyorum, bunları söylerken. Erdoğan ve AKP’nin ortaya çıkma koşulları olmasaydı, bu tür bir rejimin oluşması da mümkün olmayabilirdi. Öyle ya, Türkiye birçok karizmatik ve güçlü politikacı gördü, pek çok askeri darbede sert güç kullanımında bulunma kapasitesi olan askeri karar alıcılarla karşılaştı, yerli ve uluslararası çok sayıda faktör üzerinden bu tür eksen kaymalarının eşiğine geldi, ama bunların hiçbiri Türkiye’yi hukuktan ve demokrasiden bu kadar koparamadı. 1980 askeri darbesi gibi olağanüstü güçlü bir ara rejimde bile hukuk bu kadar ayaklar altına düşmedi. Dahası 12 Eylül’ün apoletlileri, ellerindeki muazzam kudrete rağmen yargı üzerinden iktidarlarının devamını sağlayabilecek bir mekanizmayı inşa edemediler. Buna kalkışamadılar bile! Çünkü en zayıf anlarında dahi Türkiye’deki siyasi arenada güç dengeleri mevcuttu. Dahası seçmen ya da daha doğrusu vatandaş tepkisi dikkate alınmak zorundaydı. Aşırı bir güç yoğunlaşması haliyle mümkün değildi. 

Bazen her şeyin ters gittiği anlar meydana gelir. İdeal olmayan sosyal gerçeklikte ihtimal hesaplarına göre gerçekleşmeyecek kadar küçük olasılıklar bile denklemin bir parçasıdır. En ufak olasılık bile gerçekleşme potansiyeli taşır. Birbirinden farklı ufak ihtimallerin eş zamanlı gerçekleşmesi de birbirlerinin çarpımına denk şekilde olasılığın gerçek olma durumunu negatif etkiler. 

Erdoğan ve AKP’nin yanı sıra, Avrasyacıların, MHP’nin Çözüm Süreci’nden duyduğu ileri seviye rahatsızlığın, CHP’deki ulusalcıların AB ölçütlerini ve demokratik hukuk devleti yönündeki değişimleri benimsememesinin, 1980’lerden beri sistematik biçimde İslamcılaştırılan Türkiye sosyolojisinin ortaya çıkardığı sosyo-politik dinamiklerin, kötü eğitim sisteminin, AB rüzgarıyla bertaraf edilen askeri vesayet temelli denge ve kontrol mekanizmasının ve diğer birçok başka faktörün ortaya çıkan durumda rolü vardı. 

Mükemmel fırtına koşulları böyle oluştu. 

Bunlar içerideki belli başlı faktörler. 

Dışarıdaysa başka bazı önemli koşullar, Türkiye’deki rejim değişikliğinin önünü açtı. Özellikle Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin Avrupa güvenliğinde oynadığı rolde yaşanan dramatik önem azalması çok önemlidir. Bununla bağlantılı olarak, Türkiye’de yaşanan kimlik ve aidiyet bunalımı, yine önemli bir zemin hazırlayıcı oldu. Bu bağlamda Kürt sorunu Türkiye’yi kimlik bunalımına sürüklerken, içeride coğrafi temellerde civic bir yeni kimlik arayışından ziyade, bilakis etnik-ırkçı İttihatçı ve erken dönem Kemalist temellere başvuruldu. Sovyet ardılı Türkî cumhuriyetlerin “Türk dünyası” olarak lanse edilmesinden ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” bir aidiyet dünyasının sosyal olarak inşasından sonra, Türkiye’nin ana yönelim sorunu bir tür kimliksel maceraya evrildi. Bu içeride Kürtleri daha da marjinalleştirdi ve ulus bilincine ulaşma süreçlerini hızlandırdı ve kolaylaştırdı. Diğer yandan Türkiye’deki Türk üstünlükçü ve ırkçı, etnik Türklük üzerine inşa edilen kimliği biledi ve keskinleştirdi. Türk tarih tezi denen garabet ile, 1990’larda tüm dünyada Batılı halklar Küreselleşmeyle beraber devletlerini dönüştürürken, Türkiye bu treni kaçırdı, daha fazla içine kapandı, daha fazla komplekslerinin esiri oldu. İşin kötüsü bu ortamda son 30 yılda jenerasyonlar bu zehirle endoktrine edildiler. Dünyadan ve daha da kötüsü gerçeklikten kopuk, mental olarak sağlıklı olarak nitelenemeyecek kitlesel psikolojik patolojide bir toplum ortaya çıktı. Tüm bunlar Türkiye’yi seri adımlarla bugünkü sosyo-politik ortama yaklaştırıyordu. 

Diğer bir dış belirleyici, yukarıda özetlediklerimle bağlantılı olarak, AB’nin Türkiye’yi entegre etmemeye karar vermesiydi. Eğer 2005’te bir tam üyelik tarihi verilmiş olsaydı, AB süreci Akdeniz demokratikleşmesi veya Doğu Avrupa demokratikleşmesi gibi bir Anadolu demokratikleşmesine imkân sağlayabilirdi. Avrupa, kendisi açısından rasyonel olanı yaptı. Finansal, kültürel, jeopolitik, AB bütünleşmesini derinleşmekten yana pozisyon alan bu tercihle, Türkiye yalnızlığa mahkûm, 2010’lara geldi. 

Arap Baharı, üçüncü dış etki olarak kaçınılmaz sonu hızlandırdı. İslamcılar, Şam Emevi Camii’nde Cuma namazı hayalleri kurarken, Suriye ve Irak Sünnilerinin radikalleşmesi karşısında başlarını diğer yöne çevirdiler, bu Sünnici radikalizmi sağarak onu siyaseten kullanmayı seçtiler. Böylece Türkiye güney kuşağını istikrarsızlaştırdı ve ciddi demografik etkilere gebe bir süreci tetiklemiş oldu. 

Türk Silahlı Kuvvetleri, bürokrasi, akademi, hariciye ve maliye, ne kadar yerleşik kadro varsa, bu süreçten oldukça rahatsızdılar. Fakat AB sürecindeki reformlar, siyaseti orantısız biçimde güçlendirdi, denetlenemeyen bir siyasi iktidarı mümkün kıldı. Bu güçler her şeye rağmen etkiliydiler. Özellikle de TSK’da! 17 Aralık 2013’te suçüstü yapılan İslamcı kleptokratik elit, kendilerini kurtarmak için daha önce Gülen Cemaati ile beraber ipini çektikleri Ergenekoncu derin yapılarla koalisyona gitme kararı aldı. Türk ordusuna kumpas çıkışıyla beraber, tüm darbe davası sanıkları serbest bırakıldılar. Gülen Hareketi, Paralel Devlet Yapılanması ilan edildi ve üzerlerine çullanıldı. Erdoğan yargıyı ele geçirdi ve yargı bağımsızlığı ilkesiyle beraber kuvvetler ayrılığı üzerine inşa edilmiş olan anayasal devlet mimarisini de ortadan kaldırdı. Bunu tek başına yapamazdı. Ama derinler ve MHP üzerinden oluşturulan yeni siyasal koalisyon, ona bu imkânı fazlasıyla sundu. Sonuçta 15 Temmuz 2016 operasyonunu kotardılar ve TSK’daki eski rejimin son kalıntılarını da onulmaz biçimde temizlediler. Dünya çapında eşi görülmemiş bir tasfiye operasyonu yapıldı. Devlet Erdoğancılar ve Ergenekoncular arasında pay edildi. Sert gücü derin devlet kontrol ederken, vitrinde olan yumuşak gücü de Erdoğan ve avanesine bıraktılar. KHK’larla tasfiyeleri tüm bürokrasiye yaydılar. Özellikle yargı ve akademi tümüyle çökertildi. 

İster istemez bu rejim değişikliğinin birtakım ciddi sonuçları olacaktı. Nitekim öyle de oldu. 

İçeride otoriterleşen ve hukuktan/adaletten/insan haklarından kopan bir rejim oluşurken, dışarıda NATO-AB yönelimli dış politika yerini Rusya-İran-Çin yönelimli yeni bir dış politikaya terk etti. Türkiye’nin kurumsal ilişkileri formaliteye indirgenirken, fiiliyatta Türkiye’de dış politik anlamda tümden bir yön değişikliğiydi söz konusu olan. Bu sayede içeride de AB sürecinin hukuk ve demokrasi baskısı bertaraf edildi. Suriye macerasının sonucu olan on milyonlar Avrupa’ya akmak için Türkiye sınırlarına yığıldığında, Erdoğan bir başka şantaj aracı bulmuş oldu. Böylelikle Türkiye’yi dönüştürme konusunda zaten düzgün bir stratejik iradesi olmayan AB, daha da etkisizleştirilmiş oluyordu. Bu, Erdoğan ve Avrasyacı ortakları için istedikleri rejimsel dönüşümü yapmak adına oldukça avantajlı koşullar oluşturuyordu. 

Türk demokrasisi bu süreçte tümüyle öldü. Siyasal sisteme demokrasi imajı veren makyaj, seçimsel süreçti. Sanki seçimlerle bu rejimden kurtulmak mümkünmüş izlenimini diri tuttular. Oysa 15 Temmuz sonrası Yenikapı’da elde ettikleri stratejik mevzi ile beraber, Erdoğan ve ortakları artık istedikleri modifike devlet mimarisini gerçekleştirmiş bulunmaktaydı. Yurtdışındaki akademik çevreler ve gazeteciler bu tanıyı ısrarla koymadılar. Bilmeden ve istemeden rejimin yelkenlerine rüzgâr oldular. Umut pompalayarak, muhalefetimsi partilerin muhalif olduğu savını ve tezini sürekli diri tuttular. Cenazeyi kaldırmak mümkün değildi, çünkü kimseyi ortada bir mevta olduğuna ikna edemiyorduk. 

Böylece yıllar yılları kovaladı. 

Gerçekler ortaya çıktı. 

Muhalefetin muhalefet olmadığını neyse ki artık birçokları itiraf eder oldu. Rejimi daha bütünsel olarak ayırt etmeye başladılar. 

Uzun erimde Türkiye’de gerçek bir muhalefet elbette ki doğacaktır. Bu muhalefetin doğduğunu, günü geldiğinde kullandığı dilden anlayacaksınız. Bu rejimin diskurunu reddeden, anayasa, hukuk, insan hakları, özgürlük, seküler devlet, gücü sınırlandırılmış iktidar gibi talepleri gündeminin ana maddesi yapan bir hareket veya parti, bu rejimi mutlaka bitirecek. 

2016’da bu platformda yayınlanan ilk yazımda dediğim gibi: başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version