Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Otel odaları (4) Büyük buluşma!

Otel odaları (4) Büyük buluşma!


YORUM | NEDİM HAZAR

Bugün; aradan 70 yıl geçtikten sonra o günün bağlamını ve tafsilatı bilmeyenlerin ileri geri lakırdılarına bakmayın. 

Yıl 1950’nın hemen başları…

İkinci Cihan Harbi bitmiş, büyük bir yoksulluk ve sıkıntılı dönemden sonra ülkede özgürlük rüzgarları esmeye başlamıştır. 

Başta Bediüzzaman olmak üzere tüm dindarlar tek parti döneminin sultasından usanmış, değişim ile yeni bir özgürlük alanı geleceğine inanmıştır. 

Dönemin iki büyük ismi: Biri şüphesiz “Bediüzzaman” Said Nursi, diğeri “Sultan-uş-şuara” Necip Fazıl Kısakürek…

Bu iki büyük ismin yolu, kaderin garip bir cilvesi olarak İstanbul Sirkeci’de kesişir. 

Daha sonra Necip Fazıl bu buluşmayı ‘Son Devrin Din Mazlumları’ isimli eserinde kaleme de alır. 

Ancak…

Burada enteresan bir “şeyhçilik kıskançlığının” devreye girdiğini görürüz maalesef. 

Necip Fazıl, Şeyh Abdulhakim Arvasi’yi başta bahsi geçen kitapta olmak üzere yerlere göklere sığdıramaz. 

Ki bunda bir sakınca yoktur esasen. 

Arvasi de diğer tüm din alimleri gibi tek parti sultasından çile çekmiştir. 

Acılar yarıştırılmaz şüphesiz, lakin biri 30-40 gün, diğeri 30-40 yıl hapis ve sürgün yaşamış iki alimi ele alırken hiç olmazsa biraz insaf kantarında tartmak gerekir sanırım. 

Ancak “Büyük Mürşit” lakabı takmıştır Bab-ı Ali Necip Fazıl’a…

Arvasi-Nursi gerilimi araştırıldığında kökeni enteresan yerlere uzanır. 

Aslında Nursi’nin, sadece Arvasi ile değil, çağdaşı olan tüm İslam alimleriyle zerre sıkıntısı yoktur. 

Çünkü bir vazifesi olduğuna inanmış ve son nefesine kadar bu yolda koşmuş, işini bitirince de sessizce çekip gitmiştir. 

Arvasi açısından mesele biraz farklıdır. 

Gündelik hayat ile ziyadesiyle ilgilidir. 

Örneğin Şeyhülislamlık meselesinde bile epey iştahlı olduğunu siyasetçilere bildirmiştir zamanında. 

Ve bir gün eline geçen Mesnevi-yi Nuriye eserini çok fazla tetkik bile etmeden -tabirimi mazur görün- anlamadan etmeden, “Bu nasıl tefsir, böyle tefsir olmaz” diyerek (daha ağırı anlatılır ama) bir kenara bırakmıştır.

Bu bakış açısı, şüphesiz Arvasi’ye büyük muhabbet duyan Necip Fazıl üzerinde de etkili olmuştur. 

Necip Fazıl, dinî cihadı ve imana hizmeti cihetiyle takdir edip ondan sitayişle bahsettiği Bediüzzaman Hazretleri’ne, bilhassa içtimaî ve siyasî hayatı yönü itibariyle çok ağır tenkitlerle yükleniyordu.

Bediüzzaman’ın, bilhassa Sultan II. Abdülhamid’in istibdat siyasetine karşı gelmesine, hürriyet ve meşrûtiyetin tesisi yolunda çaba sarf etmesine, İstanbul Sultanahmet ve Selânik Hürriyet Meydanında “Hürriyet Nutku”nu irad etmesine şiddetle çatıyor ve hatta bu gibi noktalarda onun yanıldığını, büyük hataya düştüğünü savunuyordu, Necip Fazıl.

Şüphesiz tarih kimin haklı kimin haksız olduğuna karar verecekti, zaten meselemiz haklı/haksız muvacehesi değil. 

Yıl 1952…

Bediüzzaman Sirkeci’deki Akşehir Palas Oteli’nde ikamet etmektedir. 

Nursi, İstanbul hayatında bazı talebeleriyle Ayasofya Camii karşısındaki Alemdar sinemasına ara sıra gitmektedir.

Aslında sinemayı keşfetmesiyle beraber eserlerini kaleme almada başka bir faza geçtiğini söylemek mümkün. 

Sinemada birbirinden bağımsız sahneleri seyrederek eserlerini böyle birbirinden bağımsız sahneler şeklinde kurar Bediüzzaman. 

Görselliğe indirgenen inancı yine görsellikle yıkıldığı yerden inşa etmeye çabalar. 

Muazzam bir sinematografik göze sahiptir. 

Hayal tam bir sinemadır, zaten insan hayalini sinemaya benzetir. 

Her akşam, gündüz gördüklerini hayalindeki sinemada birbiri ardına yığar ve dünya görüşüne göre arkadaşlarına anlatır Nursi.

1952’lerde Akşehir Palas Oteli, Sirkeci Garının Sultanahmed’e çıkan caddenin sağında hemen çıkmaz sokakta idi. Adliye yürüme mesafesinde yani çok yakındı. Adliye o zaman ki Büyük Postanenin üst katı, 5. kat… Yürüyerek üç-beş dakika…

Tek parti dönemi Nursi’ye adeta nefes aldırmamaya and içmiş, neredeyse ömrünün üçte ikisini mahkemeler, hapis ve sürgünde geçirmişti. 

Çok partili rejimde de değişen pek bir şey olmamıştı. 

Bediüzzaman Said Nursi’ye Gençlik Rehberi adlı kitabından dolayı bir dava açılmıştı. Bediüzzaman Said Nursi, bu davanın duruşmasına katılmak için 1952 yılının ocak ayında İstanbul’a gelmişti. Sirkeci’deki Akşehir Palas Oteli’ne yerleşti. 

Doğal olarak çatı katına yerleşmişti. 

Bu kat, kenarları teras olan bir yerdi, yani tam Bediüzzaman’a göre, günün büyük kısmını terastan temaşa ederek geçirirdi. 

Oda ise son derece mütevazı: Bir karyola, bir teneke, musluk, birkaç kap kacak, bir de hasır… Hepsi bu.

Dönemin ünlü avukatlarından Hüseyin Rahmi Yananlı dava ile ilgili olarak Bediüzzaman’ı ziyaret edeceğini söyleyince, bunu duyan Necip Fazıl beraber gelmek ister ve Yananlı onu kıramaz. 

Otele haber çoktan gitmiştir bile. 

“Şair Necip Fazıl da gelecek…”

Odada bir sandalye bile yoktur… 

Nursi, Necip Fazıl’ın namaz kılarken bile zor dizlerini büktüğünü bildiği için hemen bir sandalye temin edilmesini ister. 

Buluşma çok samimi bir ortamda geçer. 

Özellikle Nursi, bugün pek çoğumuza abartılı gelen bir iltifatla karşılar Necip Fazıl’ı…

“Kardeşim” diyerek sarılır. 

Ancak Necip Fazıl bir detayı hemen fark eder. 

Odada hizmet eden pek çok genci tanımaktadır. 

Bunlar özellikle Necip Fazıl’ın Büyük Doğu felsefesine inandıklarını düşündüğü, yanına gelip giden gençlerdir. 

Büyük şair şaşırmıştır. 

Bunu fark eden Bediüzzaman şöyle der: 

“”Üzülme! Üzülme! Ben Doğucuları, Risale-i Nur talebesi olarak kabul ettim. Ben seni Risale-i  Nur’a yirmi senelik hizmet yapmış olarak kabul ediyorum. Bizler bir ağacın meyveleriyiz. Aramızda ayrılık-gayrılık yoktur. Ders almak ve kaynak bakımından aynı yere gidiyoruz.”

Emirdağ Lahikası’nda bu olay aktarılırken şöyle bir ayrıntı da vardır: Nursi bunları söyledikten sonra şunu ekler: “Fakat, siyaset noktasında değil!”

“Risale-i Nur’un avukatı Ziya’yı bizim tarafımızdan hem çok teşekkür hem tebrik ediniz. Çoktan beri ruhuma ihtar edilmiş ki, Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük bir hizmet edecek. Bu mesele gösterdi ki o Ziya, bu Ziya’dır. Bizleri ebede kadar minnettar eyledi…” “…Ve Risale-i Nur’un fahrî avukatı Ziya’ya, kısm-ı mühimmini yazdırıp ona hediye etmek niyetindeyim.” (Emirdağ Lâhikası, 24. Mektup, s. 47)

Necip Fazıl gazetecidir aslında. Aradan hiç vakit geçirmeden bu ziyaretine de gündelik olarak neşreder. Bediüzzaman çok önemsemez ancak talebelerinden Zübeyir Gündüzalp (Sonradan Son Devrin Din Mazlumları kitabında da yer alacak bu ifadelere) çok sinirlenir. Gündüzalp’ı çok zor teskin edebilirler. 

Bu arada önceki günkü yazı için unuttuğum bir notu eklemem şart. Bediüzzaman Denizli’de kendisine felsefe konusundaki soruları soran kişinin adı pek bir yerde geçmez ama bu kişi Nureddin Topçu’dur. Topçu o dönem lisede felsefe dersleri vermektedir. 

O gün, bazı başka ziyaretçiler de vardır. Mesela Bediüzzaman’ın avukatı Ziya Sönmez, oğlu Müslihiddin’i (Daha sonra savcı olacaktır) de yanında getirmiştir. 

Genç, Necip Fazıl’ın milliyetçi yönünü bildiği için Bediüzzaman’a ırkçılıkla alakalı sorular sorar. Aslında bu soru, konuşmalarında zaman zaman “Said-i Kürdi” diye bahseden Necip Fazıl içindir. 

Cevap şöyledir: “Ben Kürtçü değilim. Müslüman bir kimse kavmiyetçi olamaz. Türk- Kürt ayrılığı yoktur, İslam hepsini birleştirmiştir.”(Ellerini birleştirerek söylemiştir bunu) Ben nasıl Kürtçü olabilirim? Ben Kur’an’da Türklere dair işaretler bulunduğunu tefsirimde zikretmişim…”

Ayrıntılar hatıra geldikçe yazı zenginleşiyor. Devam edeceğiz…

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version