Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

İçe doğru derinleşme dönemi!

İçe doğru derinleşme dönemi!


YORUM | M. NEDİM HAZAR

“Benliğimden uzak olmaktır esaret bence.
Böyle bir zillete düşmek ne hazîn işkence.
Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım.
Dest-i kudretle yapılmış kaledir imanım.”
Asa-yı Musa

Çok ağır bir esaret yaşayan ve bu dramı gün be gün hatıratına yazan Hüsamettin Tuğaç’ın ‘Bir Neslin Dramı’ isimli anılarından okuyoruz: 

“İçinde yaşadığımız binalar subay evleri idi, ayrıca yakınımızda tuğla ve betondan yapılmış üçer katlı büyük askeri kışlaları ve komutan ve subayların resmi odaları vardı. Bütün Sibirya baştan başa, özellikle demiryolu ve sınır boyu böyle askeri binalarla doludur, her büyük şehrin ve icabına göre küçüklerinin bile birkaç kilometre ötesinde askeri şehir adı verilen bu yerler mevcuttur.”

Tuğaç muhtemelen Bediüzzaman ile kontak noktasını da şöyle anlatıyor: 

“Biz Türk subayları bir yolunu bulmuştuk. Her cuma günü ibadet için mescide gitmek Ruslarca da kabul edilen bir dini konu idi. Buna müsaade ediliyordu. Süngülü muhafızlar beş Türk subayını her hafta evvela hamama sonra da mescide götürür ve geri getirirlerdi. Mescitte bizi gören uzaktan, yakından ilgilenirdi. Her Tatar sevap kazansın diye iki eliyle elimize sarılır öper ve selamlaşırdı. Ondan sonra da hürmet usulüne uyarak hemen çekilip giderdi. İlk mescide gittiğimiz gün namazdan sonra cemaat dağılmadan evvel imam (Tatarlar “Hazret” diyorlar) halka birkaç söz söyledi bunun üzerine yere bir mendil serildi, herkes bu mendile para koyuyordu. Gümüş ve kâğıt epey para birikti. Bu para bize yardım içinmiş… Arkadaşlar arasında en kıdemli ben idim. İmama ve halka teşekkür ettim. Devletimiz hesabına Rusların bize, maaş verdiklerini, paraya ihtiyacımız olmadığını söyledim. Şunu da ekledim ki Müslüman kardeşlerimizin bu lütuflu yardımlarını kabul ettik. Bu parayı kendi adımıza hayır cemiyetine bırakıyoruz. Cemaat bu jestimizden ziyadesiyle duygulandı… Gözlerinde Türk subayının şerefi ve itibarı yükseldi.”

Gerek Hilal-i Ahmer müfettişlerinin raporları gerekse Rus araştırmaları ve gerekse Türk esirlerin hatıratlarından anlıyoruz ki, esaret süresi uzadıkça, sınırlı bir serbestlik tanınmış esirlere. Ancak Bediüzzaman bu serbestiyetten çok önce bulunduğu ortam ile bir türlü uyum sağlayamadığı, özellikle ileride yapacağı hizmet-i Kuran’iyenin zihinsel altyapısı için artık inzivayı (hep) tercih edecektir. Bu sebeple Tatar köylülerin de talebiyle yakındaki bir camide imamlık yapmasına ve orada ikamet etmesine izin verilir. 

Bunun izine yine kendi eserlerinde rastlamak da mümkün: 

“Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamürrâhimîn, bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faydasını verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini zayıf vücuduma yüklemedi.” (Mektubat, s50)

Bunun Kosturma ile ilgili detaylarını ise Abdurrahim Dede’nin kitabından şahitler vasıtasıyla ayrıntılı olarak öğrenebiliyoruz. 

Esaretinin bu döneminde muazzam bir içe doğru yolculuk ve derinleşme olduğunu Risale-i Nur’un değişik kısımlarına serpiştirilen hatıra cümlelerinde de bulabilmek mümkün:

“Esaretteyken bir gün, çam, katran ve ardıç ağaçlarının (Memleketine döndüğünde çam ve katran ağacına olan muhabbetinin kökeni bu olabilir mi acaba?) heybetli suretlerini, hayret veren vaziyetlerini seyrederken pek tatlı bir rüzgar esti. O vaziyeti, pek muhteşem, şirin, gürültülü ve raksa benzer bir zelzele, cezbeli bir tesbihat suretine çevirdiğinden, o eğlence seyri bir ibret bakışıma ve hikmet dersine döndü. Birden Ahmed-i Cizri’nin şu Kürtçe sözleri hatırıma geldi…” (Sözler, s274)

Başka bir yer: 

“Firkatli ve gurbetli bir esarette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır.

Seherlerde eser bâd-i tecelli

Uyan ey gözlerim vakt-i seherde

İnayet hâh zidergâh-ı İlahî

Seherdir ehl-i zenbin tövbegâhı

Uyan ey kalbim vakt-i fecirde

Bikün tövbe, bicû gufran zidergâh-ı İlahî.” (Sözler, s286)

Ve diğer bir yerde: 

“Hattâ -ben kendim- Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rü’ya-yı sadıkada, taht-el Arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat Rus’un istilasından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rü’ya, bazı şerait ve emaratla, geçen hakikata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.” (Mektubat)

Ve başka başka yerler…

“Birden esarette, Kosturma’daki câmideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tedkike başladım. Hangisini tedkik ettimse, baktım ki; çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım?

Görüyorum ki; hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıbta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar, yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?” Her ne ise… Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm. Kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere mübtela olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: “Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım.” diyerek taharriye başladım.” (Lem’alar, s239)

Hasıl muazzam bir iç murakabedir bu?

Bu arada sırası gelmişken yine Rusya esaretiyle ilgili bir kargaşayı da netleştirelim. 

Olay meşhurdur:

Rusya’da esir düştüğü sırada Grandük Nikola Nikolayaviç’e karşı ayağa kalkmaması sonrası kurşuna dizilmek istenmesi ve metanetini bozmaması ve eğilmemesi vesaire…

Bilindiği gibi bu olayı Türk kamuoyu ilk defa merhum Abdürrahim Zapsu’nun kaleminden “Ehl-i Sünnet” adlı mecmuada, 1948 yılında duymuştu. Ancak (Dönemin Soner Yalçınları!) bunun en iyi ihtimalle abartı olduğuna dair yazılar kaleme aldılar ve fikirler beyan ettiler. 

Bediüzzaman kitaplarının bazı yerlerinde bu hadiseyi de detaylandırıyor: 

“O esaret hâdisesi aslı doğrudur. Fakat şahidim olmadığından tafsilen beyan etmemiştim. Yalnız bir manga beni idam etmek için geldiğini bilmiyordum, sonra anladım. Ve Rus Kumandanı tarziye için Rusça bir şeyler söyledi, ben bilemedim. Demek hazır bulunan ve bu hâdiseyi gazeteye ihbar eden Müslüman yüzbaşı anlamış ki, kumandan tekrar tekrar “Affet” demiş.” (Şualar, s523) 

Anlıyoruz ki Rus komutanlar arasında bir Müslüman tatar vardır ve hem olaya müdahale etmiş hem de bir gazeteye bilgi vermiştir.

Nikolai Nikolaevich Romanov- genellikle 194. Piyade Troitsko-Sergievsky Alayı komutanı yüzbaşı Kurayev Nikolay Nikolayeviç ile karıştırılır, yapacak olanları da ikaz edeyim- (1856-1929)

Öte yandan Bediüzzaman her ne kadar “Şahitsiz” olduğu için olayı pek fazla dillendirmediğini söylese de yıllar sonra bir şahit ortaya çıkacaktır!

Kanal 7’de yayınlanan “Said Nursi” adlı bir programda Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay beyefendi, Birinci Dünya Savaşında Ruslara esir düşen babasının Said Nursi ile alakalı anılarını şöyle anlatıyor;

“Babamın Üstad ile tanışması benim bildiğim kadarıyla esir kampında olmuş. Bizimkileri Moskova civarında bir esir kampına götürmüşler. Oradayken Said Nursi merhum oraya getirilmiş. Tanışması o şekilde olmuş.

Kampı teftişe gelen Rus generaline ayağa kalkmaması hadisesine babam şahit olmuş. –yanlış hatırlamıyorsam- Herkes ayağa kalkmış, Üstad kalkmamış. Komutan tercüman vasıtasıyla sormuş “Bu, benim kim olduğumu biliyor mu?”

-Biliyorum, sen bir generalsin.

-Peki, niye ayağa kalkmıyorsun?

-Ben bir din âlimiyim, İslam âlimiyim. Bizim dinimizde kâfirin karşısında ayağa kalkmak yoktur. Bir din âlimi, kâfirin karşısında ayağa kalkmaz” demiş.

Süleyman Hayri Bey, Üstadın Kosturma günleriyle alakalı babasından naklen şunları anlatıyor; “Subaylar genelde Üstada İslami meseleler etrafında soru soruyorlarmış. Diğer esirleri, babamları filan haftada bir, iki haftada bir Moskova’nın belli yerlerini gezmelerine müsaade ediyorlarmış. Ama Üstad için böyle bir yasak yokmuş. Üstadı her istediği zaman girip çıkmakta serbest bırakmışlar. İstediği zaman girip çıkabiliyormuş.

“Hatta çarşıda yürüdüğü zaman” diyor babam, “Rus halkı da kendisine çok hürmet gösterirdi. “Turiski Molla, (Türk Mollası) diye hürmet gösterirlerdi.”

Giriş çıkışı belli olduğu için dışarıda istediği zaman gezebiliyormuş. Babamın bana söylediği benim hatırımda kalan şey bu; “bir gün ayrıldı, bir daha gelmedi” demişti.” 

Aslında esaretten firarını anlatmayı düşündüğüm bu bölümde maalesef yazının uzaması nedeniyle sadece esaret kısımlarındaki derinleşmeyi ele alabildik. Bir noktaya daha değinip, devamını sonraki yazıya bırakalım…

Dönemin Rus medyasında yayınlanan bir karikatür!

Mehmed Salih Yeşiloğlu…

Hayatı başlı başına ciltlerce kitap olacak kadar önemli ama bilinmeyen bir muhterem insan. 

Dârü’l-muallimîn (Erkek Öğretmen Okulu) ve Medrese mezunu ve hafız olan Yeşiloğlu, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’na gönüllü olarak katıldı. Öğretmenlik ve müdürlük yaptı. 1. Dünya savaşında Bediüzzaman Said Nursi ile Kafkas cephesinde savaştı. Erzurum Rusların eline geçince İstanbul’a geldi. Şemseddin Yeşil’i mânevî evlât edinip eğitimini üstlendi. Serbest ticaret yaptı, Bursa Redd-i İlhak Cemiyeti ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kuruculukları ve Başkanlıkları yaptı. TBMM I. Dönem Erzurum Milletvekilliği yaptı. Bu sırada Bediüzzaman Hazretleri ile dostluk ve sohbetleri oldu. İstiklal Madalyası sahibi. Bediüzzaman 1946 yılında Afyon’un Emirdağ ilçesinde mecburî iskândayken zamanın İçişleri Bakanı Hilmi Uran’a Üstad’ı tanıtan, kefil olduğunu ifade eden ve istirahatini rica eden bir mektup yazdı. 

Ama en çok Bediüzzaman’ın biyografisiyle ilgilendi Mehmed Salih. Tafsilatlı bir eser için Nursi ile sıklıkla mektuplaştığını biliyoruz. Ve bir mektubunda Üstad’ın tarihçesini yazmak ile yakından ilgilendi ve Üstad’dan bazı aydınlatıcı bilgiler istedi.

Bir mektubu o kadar çok tafsilatlı sorular içeriyordu ki, Bediüzzaman iman hizmetinde kendi hikayesinin önemsiz olduğunu gerekçe göstererek pek ayrıntı yazmadı. Bu sorulardan biri şu idi: 

“Umumi harpte nerede esir oldunuz? Ruslar size hangi şehirlerini gezdirdiler? Hakkınızda ne gibi muamele yaptılar? Tazyikde, hakarette bulundular mı? Hangi tarihte esaretten firar edip, hangi tarihte İstanbul’a geldiniz? Ve hangi tarihte Dar-ül Hikmetil-İslâmiye aliyesine a’za oldunuz?”

Böyle yüzlerce soru sormuştu Yeşiloğlu. 

Mehmed Salih çok sosyal bir karakterdi. Sıklıkla Bab-ı Ali’de meşhurlarla oturup kalkıyor ve onlarla istişareler ediyordu. Bunların başında Mehmed Akif geliyor. Akif ile yaptığı sohbetlerin özetini, Bediüzzaman’a yazdığı mektuplarda ayrıntılı anlatıyordu. Hatta bir vesile ile İçişleri Bakanı Hilmi Uran’a yazdığı mektupta Akif ve Bediüzzaman için şunları aktarıyordu: 

“Şair-i meşhur Mehmet Akif Bey merhumun rivayetine nazaran; Mısır’ın en ma’ruf ulemasından olan ve Garb’ın müteaddit lisan ve felsefesine âşina bulunan Üstad-ı A’zam Abdülaziz Çaviş’in, yirmi küsûr sene evvelisi “EI-ehram” ceridesindeki “Said hakkında” yazdığı “Fatîn-ül-Asr” başlıklı makalesini okuyan ve kendisiyle bizzat görüşen ilim adamları, bu zatın ilmî kudretini ve İlâhî mesleğini takdir edebilirler…”

Üstad belki soruların tamamına cevap vermeyi önemsememişti ama Kastamonu Lahikası’nda (15. Parça) Mehmed Salih’e hitaben yazılanlardan bir bölüm bulmak da mümkün: 

“Aziz, sıddık kardeşim, bu fâni dünyada hamiyetli ve ciddi bir arkadaşım!

Evvela: Bütün dostlarım ve hemşehrilerimden en ziyade zatınız ve bazı Erzurumlu zatların, benim bu işkenceli mazlumiyet haletimde şefkatkârane ciddi alâkadarlığınıza ve imdadıma fikren koşmanıza cidden çok minnettarım ve âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Size bin mâşâallah ve bârekellah derim.

Sâniyen: Mesleğime ve Risale-i Nur’dan aldığım dersime bütün bütün muhalif olarak ve on seneden beri fâni dünyanın geçici, ehemmiyetsiz hâdiselerine bakmamak olan bir düstur-u hayatıma da münafî olarak, sırf senin hatırın ve merak ettiğin ve bu defaki uzun mektubun için vaziyetime ve zalimlerin işkencelerine ait birkaç maddeyi beyan edeceğim…”

Buradan itibaren ilk gençlik yıllarından beri gördüğü eziyet, sıkıntı, cefa, tehdit ve yargılamalarından örnek veren Üstad bir noktada ise şöyle diyor: 

“Birden kalbime ihtar edildi ki: zalimlere hiddet değil, acımalısın. Onların her birisi, pek az bir zaman sonra, sana muvakkaten verdikleri azap yerinde bin derece fazla bâki azaplara ve maddî ve manevî cehennemlere maruz kalacaklar. Senin intikamın, bin defa ziyade onlardan alınır. Ve bir kısmı; aklı varsa dünyada da kaldıkça, geberinceye kadar vicdan azabı ve idam-ı ebedî korkusuyla işkence çekecekler. Ben de onlara karşı hiddeti terk ettim, onlara acıdım. Allah ıslah etsin dedim.”

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version