Dr. İlhan DÖĞÜŞ
1990’ların özellikle ilk yıllarında banka reklamları “Mevduatınıza en yüksek faiz bizde. Tasarrufunuzu bizde değerlendirin!” şeklindeydi. Kemal Derviş programı ile şekillenen yeni ekonomik tasarım sonrasında 2000’li yıllarda banka reklamları “En düşük kredi faizi bizde. 3350’ye SMS ile TC kimlik numaranı gönder, ihtiyaç kredin anında cebinde” şeklinde oldu.
Peki ne oldu da mevduat toplamak için yarışan bankalar kredi dağıtma yarışına başladı?
Bankaların topladıkları mevduatları kredi olarak verdiğini, tasarruf sahipleri ile kredi ihtiyacı olanlar arasında aracılık yaptığını sanan anaakım bakış içinden bakılırsa, bankalar yurtdışından gelen para nedeniyle tasarrufları toplama yarışına girme gereği duymadılar ve bu gelen parayı kredi olarak dağıtmaya çalıştılar, denebilir.
Peki öyle mi?
Öyle değil, çünkü birincisi o yurtdışından gelen sıcak para, tahvile ve borsaya gitti. (Ortada şirket, fabrika kuran bir doğrudan yabancı sermaye de pek yok. Gelen doğrudan yatırımlar, halihazırda var olan şirketleri satın aldı. Borsada hisse satın almaktan farkı, gerekli bürokratik işlemler dolayısıyla sürecin uzunluğudur.)
İkincisi, bankaların yurtdışından aldığı sendikasyon kredileri, Türk bankacılık sektörünün kredi miktarı ile mevduat miktarı arasındaki farka yetmiyor- ki zaten sendikasyon kredileri alındığında yapılan açıklamalarda bunun dış ticaret ödemeleri için kullanılacağı yazar. İthalat ödemeleri ihracat gelirlerini aştığı sürece sendikasyon kredilerine ihtiyaç devam eder.
O halde banka reklamlarındaki bu değişimi nasıl açıklamalı?
TASARRUF FAZLASINDAN TASARRUF AÇIĞINA
Öncelikle Kemal Derviş programıyla makroekonomik açıdan neyin değiştiğini berraklaştırmak gerekiyor.
Aşağıdaki grafikten görüldüğü üzere, 1990lı yıllarda tasarruf fazlası veren Türkiye, 2000lerde tasarruf açığı vermeye başladı. Bu grafiğe bakan anaakım iktisatçılar, “Tasarruf açığı nedeniyle cari açık veriyoruz. Cari açığı kapatmak için tasarruf etmeliyiz, kemer sıkmalıyız” diyorlar.
Oysa burada 2 hata var:
1-Bütün toplum aynı anda kemer sıkıp tasarruflarını artırırsa, harcamaların düşmesine mukabil firma karları ve dolayısıyla istihdam ve ücret gelirleri düşeceğinden, sürecin sonunda daha az tasarruf elde edilir. Yatırımların tasarrufları yarattığını, tasarruflarla fonlanmadığını kavramadıklarından ıskaladıkları bu olguya, literatürde ‘tasarruf paradoksu’ denir.
2-Tasarruf dengesi, sebep değil; cari denge ve grafiğe konulmayan bütçe dengesinin sonucudur.
Bütçe dengesini gösteren bu aşağıdaki grafikle yukardaki grafiğe birlikte bakıldığında görülecektir ki, cari açığın artması ve bütçe açığının kısılması birlikte tasarruf açığını artırmakta. 1990larda bütçe açığı, çok da büyük olmayan ve %2 civarında seyreden cari açığın üzerinde olduğu için Türkiye’de tasarruf fazlası veriliyordu.
Kaynak: https://www.mahfiegilmez.com/2016/11/butce-acgyla-buyume-modeline-donus.html
Gayrisafi Milli Hasıla (GSMH) hesaplaması bunu berraklaştırmaya yardımcı olur:
Harcamalar olarak GSMH, Tüketim Harcamaları (C), Kamu Harcamaları (G), Özel Yatırım Harcamaları (I) ve Net İhracattan (NX) oluşur.
Gelirler olarak GSMH da, Maaşlar (W), Karlar (P) ve Vergiler (T) olarak hesaplanır.
İki hesaplama da eşit olduğundan denklik olarak yazdığımızda:
C+G+I+NX=W+P+T
Özel sektöre ait büyüklükleri denkliğin sağ tarafına alarak denkliği yeniden yazarsak:
G-T+NX=W+P-C-I
Özel sektörün kar ve maaş gelirlerinden özel sektörün tüketim harcamalarını düştüğümüzde geriye tasarruflar kalır:
W+P-C= Tasarruflar (S)
Bu durumda aşağıdaki denkliği elde ederiz:
G-T+NX=S-I.
Yani Kamu bütçe dengesi + dış ticaret dengesi = özel sektörün tasarruf-yatırım dengesi.
Dışa kapalı ve devletin denk bütçe verdiği bir ekonomide, yatırımlar kendisi kadar tasarruf yaratırlar: S=I.
Dışardan para gelmesini sağlayan cari fazla ve devletin vergi olarak topladığından daha çok para harcadığı bütçe açığı durumlarında, yatırımlardan daha büyük bir tasarruf miktarı yaratılır: S>I. Yani kamu harcamasının kendisi, Hazine’nin bankası olan Merkez Bankası’nın ödemesiyle yoktan para, yani mevduat, yaratır.
Devletin harcadığından daha çok vergi topladığı bütçe fazlası ve cari açık durumlarında yatırımla yaratılan tasarruflar emilir, tasarruf açığı oluşur: S<I.
Yani vergiyi ödemek de, parayı yok eder, piyasadan emer- yok olan para da kamu harcamasını finanse etmez. (Peki vergi kamu harcamasının finansmanı için değilse, devlet neden vergi toplar? Öncelikle devlet olabilmek için, yani bir kağıt parçasını ‘para’ kılmak için. Bir para biriminin toplumsal kabul görüp para olabilmesi için onunla vergi ödenebilmesi gerekir. Verginin diğer sebepleri de; devletin sınıfsal tercihleri yönünde yeniden bölüşüm, fazla parayı emmek ve tütün, alkol, lüks tüketimi, çevre kirliliği gibi bazı davranışları yönlendirmektir. Geçen hafta artırılan vergilerin, harcamaların finansmanı ile ilgisi yoktur- yapay bir hedef olan ‘denk bütçe’ ve bölüşüm hedeflidir.)
Bu noktada, Türkiye özelinde bütçe açığındaki düşüş ile cari açıktaki artış arasındaki ilişkinin, %65’i dolaylı vergilerden müteşekkil vergi gelirlerinin ithalattan ve ithal tüketim ürünlerinden alınan vergilere dayandığını vurgulamak gerekir: İthalat arttıkça vergi gelirleri arttı, bütçe açığı da azaldı.
İthalatın artmasını mümkün kılan Dolar-TL kurundaki düşüş aynı zamanda enflasyonu da baskıladı. Sonrasında bütçe açığı ile enflasyon grafiklerini gösterip “bakın, bütçe açığı enflasyona sebep oluyor” dediler. Oysa gizledikleri başka bir husus var burada: Bizzat kendilerinin dayattığı ‘denk bütçe’ nedeniyle, bütçe açığı arttığında bütçe açığını kapatmak üzere benzin, elektrik, doğalgaz, şeker, tütün gibi ürünlere zam yapıyor devlet. 1990lardaki yüksek enflasyonun en önemli sebebi, PKK ile savaşın da büyük katkı sunduğu bütçe açığını kapatmak üzere girilen zam sarmalıydı. 2016’dan sonra başlayan çatışma ortamı yine aynı zam tablosunu ortaya çıkardı.
YÜKSEK İŞSİZLİK İLE KREDİYE MAHKUMİYET
Özetle, Kemal Derviş programıyla cari açık vermek üzere ithalata dayalı bir üretim ve tüketim örgüsü kurup üzerine bir de ‘denk bütçe’ hedefi dayatıldı. Sonuç olarak cari açığın altında kalan bir bütçe açığı nedeni ile tasarruf açığı arttı. Bu kendi yarattıkları sonucu da daha sonra kemer sıkma politikalarına bahane ettiler. Elbette kemerini sıkması gerekenlerle kast ettikleri, işçilerdi.
2000li yılların en düşük işsizlik oranı, 1990lı yılların en yüksek oranı kadardı. Bu yüksek işsizlik oranı sayesinde ve sendikaların tasfiyesi ile maaşlar baskılandı ve emeğin GSMH’dan aldığı pay düştü. 1990larda enflasyon yüksekti fakat reel ücret artışları da yüksek kamu istihdamı ve bugüne göre güçlü sendikalar sayesinde pozitifti.
Türkiye işsizlik oranı. Kaynak: https://www.theglobaleconomy.com/Turkey/Unemployment_rate/
Maaşlarının baskılanması nedeniyle insanlar geçinmek için kredi çekmek zorunda kaldılar. Aşağıdaki grafikten görüleceği üzere, hanehalkı borcunun GSMH’ya oranı 2000 sonrasında sert bir yükseliş gösteriyor ve yüksek seyretmeye de devam ediyor. Maaşları baskılayıp insanları geçinmek için krediye mahkum edip, sonrasında taleple pek ilgisi olmayan arz kaynaklı enflasyonu düşürmek bahanesiyle artırdıkları faizler yoluyla o düşük ödedikleri maaşlara bir daha el koyuyorlar.
Hanehalkı borcunun GSMH’ya oranı. Kaynak:
1990lı yıllarda ‘tasarrufunuza en yüksek faiz bizde’ diye reklam veren bankaların neden 2000li yıllarda ‘en düşük kredi faizi’ bizde diye reklam verdiklerinin makroekonomik yönünü açıklamış olduk: Tasarruf fazlası veren ülkeden tasarruf açığı veren ülkeye dönüşüm ve maaşlarının baskılanmasıyla ve yüksek işsizlik ile krediye mahkum edilen hanehalkları.
Berraklaştırmak için eklemek gerekir ki, 1990lı yıllarda tasarruf edebildiği için enflasyon üzerinde bir mevduat faizini önemseyen bir orta sınıf vardı. Gelir dağılımı uçurumu arttığı ölçüde gelirin ve servetin artan oranda büyük bir kısmını edinen üst gelir grubu için reel faizin pozitif olmasının bir önemi yok çünkü o kesim harcamalarını tasarrufları içinden değil, halihazırda zaten enflasyondan daha hızlı artan gelirleri içinden yaparlar ve ayrıca tasarruflarını mevduat haricindeki finansal enstrümanlarda da değerlendirirler. Alt gelir grubu için ise, tasarruf edebilecek bir geliri olmadığından reel faizin pozitif mi negatif mi olması bir anlam ifade etmez.
MEVDUAT VE TAHVİL FAİZLERİNİN REKABETİ
Şimdi banka bilançosu tarafına bakabiliriz…
Öncelikle yüksek faiz ortamında “gelin, %70 faiz ile krediniz hazır” diyemezsiniz kolayına. Düşük faiz ortamında da “gelin, mevduatınıza %4 faiz bizde” diyemezsiniz.
Ulaşabildiğim Fed ve Dünya Bankası verilerinden elde ettiğim aşağıdaki grafikten görüleceği üzere, 1990larda tahvil faizi mevduat faizinin üzerindeyken 2010larda mevduat faizi daha yüksek. Bir diğer faktör, elbette yastık altındaki nakit ve altınlar idi. Bir başka ifadeyle, bankalar 1990larda tahvil faizi ve yastık altı ile yarışıyordu çünkü görece yüksek faiz sunan tahvile ve yastık altına giden mevduat, bankaların likidite ihtiyacını ortaya çıkarır. Merkez Bankası bu ihtiyacı tam karşılamadığı durumda, bankalar da mevduat faizlerini yukarı çekerek tahvile kaçışı önlemeye, mevduatı cazip kılmaya çalışıyordu.
Türkiye’de 1990larda ve 2000lerde tahvil ve mevduat faizleri. Kaynak: fred.stlouisfred.org ve Dünya Bankası.
Peki tahvil faizleri 1990larda neden mevduat faizlerinden daha yüksekti?
Hazine’nin harcamasını Merkez Bankası finanse ettiği anda, bankaya ‘rezerv para’ gönderir, banka da ödemenin yapılacağı kişinin, firmanın mevduat hesabına para aktarır. Bankaların Hazine’de hesapları olmadığından ödemeyi sanıldığı gibi Hazine’nin kendisi değil, Hazine’nin bankası ve aynı zamanda bankaların bankası olan Merkez Bankası yapar- çünkü bankaların Merkez Bankası’nda hesabı vardır.
Mevduatı ve rezerv parayı yok eden vergiden daha yüksek miktardaki bir kamu harcaması, yani bütçe açığı, bankalarda aşırı rezerv para birikmesine sebep olur. Hazine’nin tahvil ihraç etmesi ya da Merkez Bankası’nın tahvil satması, bu aşırı rezerv parayı emerek faizleri kontrol amacı taşır. Bankalar bu aşırı rezerv parayı daha düşük faiz sunan Merkez Bankası’na yatırmak yerine daha yüksek faiz sunan tahvile yatırırlar, böylece gecelik faiz oranlarına aşağı yönlü baskı gelişmez. Hazine yeni tahvil ihraç ettikçe ya da Merkez Bankası tahvil sattıkça, tahvil fiyatları düşer, tahvil faizleri artar. (Bu konunun ayrıntılarını R. Wray bu kitabında tartışıyor.
2000lerde ise cari açıkla beraber bütçe açığı azaldıkça bankaların da aşırı rezervleri pek olmaz oldu, dolayısıyla kamu borcu da azaldı. 2005’ten sonrasını bulabildiğim aşağıdaki grafikten görüleceği üzere görece daha az tahvil ihraç ediliyor olması tahvil faizlerini indirdi. Cari açığın altında kalan bütçe açığı nedeniyle oluşan tasarruf açığının ve borsadaki şişmenin sebep olduğu bankalardaki likidite açığı Merkez Bankası tarafından karşılandığı ölçüde bankalar mevduat faizlerini artırmak durumunda kalmadılar- mevduatların dolarizasyonu düşük kaldığı sürece elbette. Daha önemlisi, hem tahvil faizlerini hem de kredi ve mevduat faizlerini asıl düşüren faktör, Merkez Bankası’nın politika faizinin (TL’nin Dolar karşısında değerlenmesine sayesinde düşen enflasyona paralel) düşük tutulmasıydı.
Hazine tahvillerinin GSYİH’ya oranı. Kaynak: fred.stlouisfed.org
Özetle, para arzının paraya olan talep tarafından içsel olarak belirlendiğini- bankalar ve Merkez Bankası tarafından yoktan yaratıldığını, dolayısıyla faizin de Merkez Bankası tarafından dışsal olarak belirlendiğini kavramadan, sadece verilere bakarak geliştirilen “bütçe açığı faizi artırıyor”, “bütçe açığı enflasyonu artırıyor”, “kamu borcu bütçe açığını finanse etmek içindir”, “kamu borcu bütçeye yük” gibi anaakım argümanların geçerliliği yok. Dünyanın hiçbir ülkesinde bütçe açığı ile kamu borcu birbirine denk değildir ve devletler borçlarını ödemezler, önceki borçlarını yeni tahvil ihraç ederek döndürürler. Birçok ülkede bütçe açıklarının GSMH’ya oranı %5 civarında seyrederken, faizleri kontrol etme hedefindeki kamu borcunun GSMH’ya oranı %100’ü aşmıştır. Dahası, bütçe fazlası veren ülkeler kamu borcu yapmaya, tahvil ihraç etmeye devam etmişlerdir.
Türkiye ekonomisini hem ithalata bağımlı kılarak cari açık vermek ve hem de enflasyonu besleyen ‘denk bütçe’ vermek üzere tasarlamış, bu tasarımıyla yarattıkları tasarruf açığını da cari açığa sebepmiş gibi göstererek kemer sıkma politikaları öneren anaakım iktisatçıların 1990larda ve 2000li yıllarda yönetici olarak çalıştıkları Hazine’nin, Merkez Bankası’nın ve bankaların aslında ne yaptıklarını anlamaları için para arzının içselliğini iyi kavramaları gerekiyor… Hala Merkez Bankası’nın zararını Hazine’ye aktardığını sanan eski Hazine Müsteşarları, bankaların mevduatlardan kredi verdiklerini sanan eski banka yönetim kurulu üyeleri, Merkez Bankası’nın para arzını kontrol ettiğini sanan Merkez Bankası eski yöneticileri var.
İlhan Döğüş: 1983 Newroz’unda Elbistan’ın Sevdilli köyünde dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra, ÖSYM bursuyla girdiği Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Finans lisans eğitimini 2011‘de tamamladı. Akdeniz Üniversitesi ve Hamburg Üniversitesi’nin ortak Avrupa Çalışmaları yüksek lisans programını DAAD bursuyla Mayıs 2014‘te tamamladı. Ekim 2014 – Ekim 2017 arasında Hamburg Üniversitesi Sosyal Ekonomi departmanında „finansallaşma, maaş eşitsizliği ve tekelleşme“ başlıklı, uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış 3 makaleden oluşan doktora tezini tamamladı; araştırma görevlisi olarak „Büyüme ve Bölüşüm“ ve „Ekonomiye Giriş“ derslerini verdi. Rostock Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma görevlisi olarak Finans ve İktisat Politikası, Dağıtım ve Rekabet, ve Endüstriyel İktisat derslerini verdi. Eşitsizlik, finans ve iktisat politikası temel araştırma konularıdır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***