Sinan Savaş ZARAKOLU*
14-28 Mayıs 2023 seçimleri üzerine pek çok değerlendirmede, siyasi figürlerin söylemleri, izlenilen seçim stratejileri, kaybedenlerin neden kaybettiği gibi konular defalarca ele alındı. Biz bu söyleşimizde yalnızca bu seçimleri değil, ama “seçimler”i de tartıştık. Kimler kimlere karşı oy veriyor? Seçimin kazananı kaybedeni kimdir? “1 oy” farkla belirlenen nedir? Seçimlerle demokratik irade tecelli eder mi? Gerçek demokrasi nedir? Bu soruları çalışmalarını Montréal Québec Üniversitesi’nde araştırma görevlisi. olarak sürdüren siyaset bilimci Mahir Ergun’a sorduk.
–14 – 28 Mayıs Seçimlerinin ardından çok sayıda analiz/yorum yapıldı ve halen yapılmakta. Muhalefet ilk günden tartışmasız mağlup ilan edildi, neyi yanlış yaptığı tartışmaları hiç bitmeyecek gibi görünüyor. Erdoğan ise bu seçimlerde bir kez daha iktidarını korumayı başardı. Propagandist zafer çığlıkları bir yana bunun için tüm kaynaklarını kullandığı ve sonucunda kendi yarattığı enkazı devraldığı, bunun bir Pirus zaferi olduğu değerlendirmeleri de var. Seçimin gerçek anlamda kazananı Erdoğan mıdır?
Seçimin kazananı düzendir. Türkiye’de seçimler havuç vazifesi görür. Her seçim sonunda muhalefete oy veren seçmene, “çok iyi yarıştınız ama son düzlükte kaybettiniz, belki bir dahaki sefere” mesajı verilir. Bu Erdoğan’la başlamış bir süreç değil. Önemli olan Türkiye’de sanki bir parlamenter sistem, bir temsili rejim varmış gibi gösterilmesidir.
– Seçimlerin fonksiyonu daha özce “Sanki Türkiye’de demokrasi varmış gibi” gösterilmesidir diyebiliriz miyiz o zaman? Neticede muhalefetin seçim vaatlerinden bir de “ülkeye demokrasiyi getirmek” idi.
Demokrasi demeyelim, daha çok temsili rejim işliyormuş gibi göstermek. Demokrasi ve temsili rejim aynı şey değildir zira. 19. Yüzyıl ortalarına dek demokrasi kelimesi, “dengesiz, halk yığınına üstüne vazife olmayan konularda söz hakkı veren, anarşik bir düzen” anlamında kullanılır, “düzen bozucu”lara, bugünkü tabirle “teröristlere” “demokrat” denir, yani çoğu zaman siyasi rakiplere hakaret ederken kullanılırdı. 19. yy.ın ikinci yarısından itibaren ise temsili rejim kavramı, temsili demokrasi olarak kullanılmaya başlandı. Demokrasi kelimesine yüklenen anlamdaki bu değişim, başlı başına bir araştırma konusudur, ki bu konuda yapılmış çok iyi çalışmalar var.
–Ne farkı var temsili rejimle demokrasinin ?
Seçimler ve temsiliyet, demokrasi ile taban tabana zıttır. Montesquieu ve Rousseau seçimleri aristokratik cumhuriyete ait bir yöntem olarak tanımlıyorlar. Gerçekten Fransızca seçmek fiilinden gelen “elit” kelimesi, Türkçesi seçkin, Yunanca aristokratı karşılayabilir. Yani seçimli rejimin, seçkinler rejimi olduğu söylenebilir. Sözüm ona liyakate ve çoğunluğun onayına dayanır. Ayrıca seçimli monarşiler de vardı, halen de vardır. Yani bir kralın da seçimle belirlenmesi mümkündür. Hatta Machiavelli’ye göre, eğer kral seçiliyorsa buna monarşi denir, kalıtımla belirleniyorsa, yani babadan oğula geçiyorsa, tiranlıktır. Yani aslında temsili rejim, halkın iradesinin tecelli ettiği rejim değil, seçkinlerin yönetim yetkilerinin meşruiyetini, genlerinden ya da tanrıdan değil de, seçme hakkı olanların onayından aldığı rejimdir. Demokrasi ise “demos”un, ki egemen sınıfları içermeyen yerel kolektivite anlamındadır, siyasal araçlara doğrudan ve serbest katılımını tanımlar, merkezi yapıyı, dolayısıyla temsiliyeti, seçkinleri dışlar. Demokraside “çoğunluk iradesi” yoktur, herkesin eşit söz hakkı vardır. Bir seçkinler grubunun yönetim yetkisini elinde tuttuğu bir düzen demokrasi değildir.
–Bu durumda temsiliyeti, topluma verilen “doğrudan katılmayınız” komutu olarak görebiliriz.
Evet, öyle. Temsili rejim “halk yığınına” herhangi bir sorunun çözümü için doğrudan doğruya eyleme geçmemesini, bu konuları “işi bilenlere” bırakması gerektiğini ve bunu da seçim döneminde fikri sorulduğunda yapması gerektiğini söyler.
–Aksi halde?
Aksi tehlikelidir. Bunu en güzel ortaya koyanlardan biri de Bastille baskınından kısa süre sonra 7 Eylül 1789’da Fransa Ulusal Meclisindeki konuşmasıyla Abbé Sieyès’dir. Sieyès artık politik sistemlerin tamamen emeğe dayalı olduğunu söylüyor. “Fakat”, diyor, “biz çoğunlukla bu emek piyasasındaki insanları bir iş makinasından farklı görmüyoruz. Şimdi bu insanlar tıpkı sizler gibi haklarını ele almak istiyorlar.” Sieyès meclis üyelerini uyarıyor, önlerinde iki yol vardır, ya ılımlı yolu seçecekler ve bu insanları, onlar için iyi olanı onlardan daha iyi bildiklerine ikna edecekler, böylece yasa yapımı konusunda, halk haklarını meclisteki bu seçkinlere devredecek, ya da halk acil müdahale seçeneğini uygulayacak ve kendi yasalarını kendisi yapacak. Sieyès ılımlı seçeneği temsili hükümet, acil müdahale seçeneğini demokrasi olarak tanımlıyor ve demokrasinin Fransa için uygun olmadığını söylüyor. Yani temsili hükümet “ayakların baş olmasının” önüne geçmek için, “başların”, baş oldukları konusunda ” ayakların” onayını aldığı rejim olarak düşünülebilir.
Buna göre aktüel olarak sıklıkla “temsili demokrasi” diye anılan ileri Batılı rejimlerde bile gerçek anlamda “demokrasi”nin var olmadığı sonucu çıkıyor.
Evet. Zaten “Eski Atina’da doğrudan demokrasi vardı, şimdi artık temsili demokrasiye geçtik, demokrasi deyince temsili demokrasiyi anlamalıyız” anlatısı artık gerek akademi çevrelerinde, gerek militan çevrelerde eleştiriliyor. “Doğrudan demokrasi”den “temsili demokrasi”ye geçiş, demos yapısından, yani yerel kolektivitelerden, ulus devlete geçişle ilişkilendirilir. Denir ki, milyonlarca nüfusu olan ve bir başkentten yönetilen ulus devlette, herkesin siyasete doğrudan katılımı pratikte mümkün değildir, bu yüzden de demokrasi kavramı evrilip güncellenmiştir. Oysa bu doğru değil. Bir defa demos, ulus devlete evrilmiş değil. Ulus devlet zora dayanan ve her türlü yerel, özgün yapıyı, ulus adı verilen bir bütün içinde eriten bir süreç olarak demosu yutmuştur. Bugün artık demokrasiyi ulus devlete uydurmanın yolunun aranmasındansa, ulus devletin kendisinin tartışılması gerektiği açıktır. Yani “doğrudan demokrasi” ulus devlete uymuyorsa, neden ille demokrasiden vazgeçelim? Ulus devletten vazgeçmek de bir seçenektir.
–Ancak batılı rejimleri temsili rejim olarak tanımladığımızda bile Türkiye’nin görüntüsü yine bunlardan fersah fersah ayrılıyor. Batılı ülkelerle Türkiye’nin farklılığını demokratik olmak ya da olamamak olarak açıklamayacaksak bu farklılığı neye dayandırabiliriz? Türkiye neden farklı?
–Çünkü Türkiye’de temsili rejim dahi yoktur. 1960’lardan beri yapılan sol analizlere referans verecek olursak hatta Türkiye’de faşizm vardır.
–Bu da bizi her seçim öncesi genellikle anarşizm ile ilişkilendirilerek gündeme getirilen oy vermeli/vermemeli tartışmasına getirir. Ana akım muhalefet cephesi vatan millet elden gidiyor hamaseti ile kitleleri oy vermeye çağırdı. Başka argümanlarla da olsa kendini sol/sosyalist tanımlayan partiler de aynı yüksek katılım çağrısının parçası oldu. Geçekleşmeyecek bir temsiliyet söz konusuyken bu katılım çağrısının bir anlamı olabilir mi?
Yerine göre olduğu iddia edilebilir, hatta anarşistler açısından dahi. Örneğin Québec’li [Kanada] anarşist Normand Baillargeon, seçimlerle ilgili « radikal solun », « Oy vermek efendini seçmektir »; « Seçimler bir şey değiştirilebilseydi, uzun zaman önce yasaklanırdı. » gibi ifadelerinin kesin olarak doğru olduğunu teslim eder. Ayrıca, seçilmiş̧ her hükümetin ister sağcı ister solcu olsun, hâkim sınıfların hizmetinde olması gerektiğini de ifade eder. Ancak gönül rahatlığıyla oy verdiğini söyler. Çünkü oy vereceği kişilerin seçildikleri takdirde mecliste olmalarını, “o kasvetli salonda” seslerinin yankılanmasını, egemenleri kızdırmalarını, denetlemelerini, sorular sorup huzursuz etmelerini önemli buluyor.
–Bunlar Québec için geçerli olabilir, ya Türkiye de? Oy vermeye Türkiye’de de aynı şekilde işlev yüklenmesi mümkün müdür?
Türkiye’de ise seçilenler egemenlere rahatsızlık verdikleri takdirde siyasi hayatları pek uzun sürmez. Dolayısıyla Türkiye seçmeni açısından seçimler “kırk katır – kırk satır” seçimleri olmaktan öteye gidemez.
–Peki, kitlelerin yine ve yeniden seçimlere ümit bağlıyor olmasını nasıl açıklarız?
Seçimler, başka her türlü politik katılım yolu kapalı, yasaklı olduğu için bir umut kapısıdır. Elbette devletin işaret etiği tek kapı olarak. Bu seçeneksizliğin sonucudur.
Peki, seçime yaklaştıkça oluşan « Erdoğan’ın gideceğine » dair inancı neye bağlamalı? İnsanlar oy vermeye giderken gerçekten ümit doluydu ki alınan sonuç karşısında bu nedenle yaşanan hayal kırıklığı da çok büyük oldu.
Evet bu son seçimlerde kimi muhalefet çevrelerinde “Erdoğan’ın gideceğine” dair bir inanç vardı, ama ben bunu bir temeli olduğunu düşünmüyorum. Daha çok çaresizliğin, bıkkınlığın sonucudur. Ama bu bıkkınlık dahi, şu aşamada politikaya etkin ve doğrudan müdahale koşularını zorlama seçeneğini, yani demokrasi mücadelesini, devrimci seçenekleri düşündürtmüyor. Bunun yerine daha edilgin, ama « olsa fena mı olurdu » denilebilecek seçimleri kazanma rüyasını güçlendiriyor.
Medyada seçmen ferasetine övgüler dizmek adettendir ancak belli oluyor ki çaresizliği nedeniyle kılavuzu sezgi olan toplum kendi kendine kâh karamsarlığa kapılmış kâh ümitlenmiş. İnsanlar ister istemez tabelada yazılı olan iki milyon oy farkına bakıp hala muhalefetin kıl payı kaybettiği bir seçim olduğunu düşünmeden edemiyor. Sonuçlar tartışılırken aslında muhalefetin 14 Mayıs’a kadar iyi gittiği ancak 28 Mayıs’a kadar olan süreyi çok kötü değerlendirdiği, cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalabileceğinin muhalefetçe hesap edilmediği, buna göre hazırlanılmadığı benzeri kritikler yapıldı. Ferasetten uzak bir bakışla tüm bu seçim sürecinde muhalefetin kazanma ihtimalinin kimi zaman doğduğu ancak bazı hatalar sonucu tekrar geriye düşüldüğü söylenebilir mi? Ya da daha basitçe soralım, sandıklara yüzde yüz sahip çıkılabilseydi sonuç değişir miydi?
Muhalefetin seçimleri kazanma ihtimali bana kalırsa hiçbir zaman yoktu. Erdoğan’ın kaybedeceği bir seçime gireceğini sanmıyorum. Eğer kaybetme ihtimalini görmüş olsaydı, seçime onun yerine başkası girerdi. O da, ben emekli oldum diyerek başka bir ülkedeki villasına çekilir, bir süre sonra da 12 Eylül belgesellerinde konuşan Demirel gibi, duayen bir tarihsel figür haline gelirdi. Erdoğan ustalık dönemindeyiz derken doğru söylüyor. Erdoğan ve ekibi seçimleri kazanma ustasıdır. Otuz yıldır seçim kazanıyorlar. Bu dediklerimde bir komplo teorisi aranmasın, “her şey büyük planın parçası, her şey hile hurdayla belirleniyor” gibi şeyler söylemiyorum. Aksine, hile de yapılıyorsa, kurumsal olarak yapılıyordur, hatta kimi zaman yasaya uygun dahi olabilir, diyorum. Dolayısıyla, sandığa sahip çıkmak önemliyse de belirleyici olmuyor.
Sanırım kastedilen ustalık sadece toplumun gerekli çoğunluğunu ikna eden bir propaganda başarısı ile sınırlı değil. Erdoğan ve ekibinin, AKP’nin bu ustalığını nasıl açıklarsın, ustalıkla ne tür bir aşamadan bahsediyoruz?
Öncelikle AKP örgütlü bir parti, 11 milyonun üzerinde üyesi var. Dolayısıyla AKP’nin seçimlerden çok önce üyelerinden ve üyelerinin doğrudan ilişkilerinden alacağı oy sayısını öngörmesi mümkün. Ayrıca hükümete bürokrasi ve emir-komuta yoluyla bağlı olan seçmenden gelecek oylar da yine hesaplanabilir bir veri sunuyor. Böylece AKP hangi mahalleden kaç oy alacağını az bir sapmayla tespit edebiliyor ve eğer bu sayı yeterli değilse, seçimi kazanmak için ne kadar oya ihtiyaç duyduğunu da öngörebiliyor. Bundan sonrası birebir ilişkilerin kurulmasına, ya da eğer yapılıyorsa seçim hileleriyle manipülasyona kalıyor. Örneğin söylendiği gibi yeni verilen vatandaşlıkların seçimde etkisi olduysa, AKP sonuç değiştirecek bir etki yaratmak için kaç kişiye vatandaşlık vermesi gerektiğini öngörebilir. Açıkçası ben AKP’nin seçim sonucunu « heyecanla beklediğini » düşünmüyorum. Hiçbir seçimde, belki 2015 Haziran istisna olabilir, öngördüklerinin çok dışında bir sonuç elde ettiklerini de sanmıyorum.
–Seçim sürecinin en şaşırtıcı yanlarından bir de ekonominin tüm radikal sorunlara karşın tam anlamıyla seçimin temel meselesi haline gelmemiş olmasıydı. Süleyman Demirel’in “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur.” ifadesi defaten çeşitli yorumlarda dile getirilmiş olmasına karşın “tencere” muhalefetin temel argümanı olmadı/olamadı. Muhalefettin söylemi neredeyse “bunlar giderse ekonomi zaten kendiliğinden düzelir,” minvaline yerleşti. İktidar da bunun karşısına kolaylıkla “bunlar gelirse işler daha da şirazesinden çıkar,” söylemini oturtarak ekonomi konusunu kapatmış oldu. Bu anlamda sanırım muhalefetin, toplumun gerçek gündemlerini de pek yakalayabildiği söylenemez.
Olabilir. Daha ötesinde, bence toplumun farklı kesimlerinin gündemlerini yakalamak bir yana, muhalefeti destekleyen, hatta kendini solcu olarak tanımlayan kimi aydın çevrelerin dahi seçim öncesindeki yorumları, aslında kendi temennilerini ülke geneline yansıttıkları, yani bu gündemleri herkesin gündemi gibi gördükleri izlenimini veriyordu.
–Aydın çevrelerin kendi gündemleri derken hangi meseleleri kastediyorsun?
Örneğin nitelikli eğitim, basın özgürlüğü, akademik özgürlük, üniversite rektörünün nasıl seçileceği, ya da « yaşam tarzı », giyim kuşam, iptal edilen konserler, aşağılanan sanatçılar… Mesela sıcak gündem olarak, Cannes’da ödül alan Türkiyeli aktrisin birtakım bürokratlarca hor görülmesi gibi gündemler. Bunlar tabii ki önemsiz konular değildir ama ülkenin her yerindeki her kesim için aynı düzeyde önemli olmayabilir. Böyle olunca da otoriter olduğu ifade edilen bir siyasal iktidarı yerinden etmek için yeterince önemli olmuyorlar. Zira otoriter bir yapının hangi yolla olursa olsun yerinden edilmesi, belli ölçülerde tehlike barındırır. Bu gündemleri çok önemseyenler, son tahlilde kendi hayatlarıyla taleplerini teraziye vurmaları gerekirse, hayatlarını koydukları kefenin ağır bastığını görebilirler.
–Yani bu taleplerin hayat memat meselesi haline getirilemeyeceğini söylüyorsun? Ancak otoriter olduğu düşünülen bir yönetimin iktidarını koruması onun için hayat memat meselesine pekâlâ dönüşebilir.
Evet öyle. AKP iktidarından bıkmış olan küçük burjuva aydınlarının seçime umut bağlamasının bir sebebi de bu olabilir. Söz konusu beklentilerinin karşılanması için devrim yapmaya kalkışmayacaklarına göre, güneşli bir pazar gününün akşamında bir şeylerin değişiverdiğini düşlemekten başka çare kalmıyor. Öte yandan bugün Erdoğan’a pragmatik gerekçelerle oy veren kitlenin bir bölümü ise yarın işler kendileri için çok daha ters giderse gelecek seçimin sonuçlarını düşlemek yerine beklenmedik şekilde radikalleşebilirler. Benim izlenimime göre o kesimin militan potansiyeli daha fazladır. Tabii radikalleştiklerinde hedefleri, eğilimleri ne olur onu bugünden öngörmek güç. Bu biraz ülkedeki politik öznelerin durumuna bağlı. Umut vadeden, güvenilir bir devrimci hareketin varlığı durumunda bu militan potansiyel, devrimci harekete dahi kanalize olabilir.
-Seçmen tarafından bakarsak seçimlerin sonucunda ülkenin ikiye bölündüğü bir tablo ortaya çıktı. Mor renkte Kürt illeri ve kırmızıya boyanmış metropoller, Trakya, Ege ve Akdeniz sahilleri bir yanda, turuncu renkte İç Anadolu, Karadeniz diğer yanda… Bunlar birbirinin gündemlerini, endişelerini, beklentilerini anlayamayacak iki ayrı kesim gibi duruyor. Bu ayrışmayı körükleyen mekanizmayı nasıl açıklarsın?
Kürt illerini ayrıca ele almak lazım. Zaten konunun öznelerinin yürüttüğü bir tartışma var gibi görünüyor, dolayısıyla şu aşamada bizim yorum yapmamıza gerek olmayabilir. Ancak seçimin diğer iki tarafının temel oy verme motivasyonunda, toplumun « başka bir kesiminden » duyulan endişenin etkisi olduğunu sanıyorum. Erdoğan seçmeni köşesinde bu endişe, zaten açıkça AKP ve müttefikleri tarafından besleniyordu, seçim propagandaları büyük ölçüde bunun üzerine kuruluydu. AKP ve müttefikleri, seçmene, Erdoğan’a oy verme çağrısı yaparken, ülkeyi, dış mihrakların, karanlık güçlerin, tefecilerin, teröristlerin, ahlaksızların, hatta ekstrem kötü niyetli Toni, Coni, Herkel ve arkadaşlarının ele geçireceğini söylüyorlardı.
Yani aslında Erdoğan için değil, bu kötücül tiplere karşı oy verme çağrısı yaptılar. Benzer durum Kılıçdaroğlu seçmeni açısında da geçerlidir. Bu cenahta da hem propaganda dilinden, hem de muhalefet çevrelerindeki yazarların yazdıklarından, sosyal medya gönderilerinden, ayrıca birebir temaslarımdan ve gözlemlerimden çıkardığım sonuç, Kılıçdaroğlu’na oy verenlerin en azından bir kesiminin de, Kılıçdaroğlu’na değil, yobazlara, gericilere, kadın düşmanlarına, örümcek kafalılara, sultan yardakçılarına, cahillere, düzeysizlere karşı oy verdikleri yönündedir.
–Seçimde oy verme motivasyonlarından biri de göçmen karşıtlığı olarak göründü. Buna karşılık oy verme hakkı kazanmış artık vatandaş olan “göçmenlerin” de kendilerini koruma motivasyonuyla hareket etmiş olması kaçınılmaz duruyor.
Göçmen konusunu ayrıca ve detaylı olarak ele almak gerekir, dünyanın başka yerlerindeki örnekleriyle birlikte. Ancak şimdilik şu kadarı söylenebilir ki, bu insanlar artık bu ülkenin bir parçasıdır. Türkiye’de doğmuş, büyümüş okul çağına gelmiş çocuklar var. Bunlara kim « Suriyeli » diyebilir? Solcu ya da sosyalist olduklarını iddia eden bazı kimseler, « sessiz işgal » gibi ifadeler kullandılar. Bu ne demek oluyor bilmiyorum. Ancak birkaç gün önce « İstanbul’un Fethi »nin yıl dönümü açıkça ve sesli biçimde kutlandı. Demek ki kendisini yaşadığı şehirde hâlâ işgalci gören bir anlayış var. Yani işgalden bahsedeceksek, pek çok kişinin tası tarağı toplayıp bir zamanlar geldiği yere gitmesi gerekir.
–Göçmenlere dönük endişeler kabartılırken bir çok ırkçı argüman ortaya döküldü, ama bunları bir kenara bırakırsak Afganlardan, Suriyelilerden söz edilirken, bunların cihatçı militanlar olduğunu söyleyenler de oldu. Bunun gerçek bir siyasal tehdit olduğu düşünülebilir mi?
Diyelim ki gerçekten de buradaki Suriyeli ailelerin kimi üyeleri Suriye’de bir takım cihatçı fraksiyonlarda yer aldılar, belki de gerçekten bu sayede AKP hükümeti bu insanların Türkiye’ye girmesine izin verdi, ya da kimilerine vatandaşlık verdi. Bu doğru bile olsa, amcası bir süre için cihatçı bir grupta yer almış diye, on yaşında çocuğun kabahatli olduğunu iddia etmek saçmadır. Tartışmaya yer bırakmayacak olan ise, şu anda göçmenlerin çoğunun, ülkenin diptekileri olduğu ve gerçekçi bir sol hareketin potansiyel müttefikleri olduklarıdır.
–Seçim kampanyalarına geri dönecek olursak. Özetle iki rakibin de sadece kendi mahallesine konuştuğu, kendi tarif ettiği kötü adama karşı kendisine oy istediği anlaşılıyor. Bu diğer mahalleyi ve sakinlerini yok sayan bir yaklaşım değil mi?
Tam da bu durumu tarif eden bir seçim çalışması görselini anmak istiyorum. Burada, bir oy sayesinde yeniden mutlu olunabileceği söyleniyor, « mutluluğun resmi » olarak da Orhan Aksoy’un 1978 tarihli « Neşeli Günler » filminden bir kare kullanılmış. Bence bu karenin seçimi önemlidir. Görseli hazırlayanlar bunu düşündüler mi bilemem, ama Neşeli Günler filminde, « tekinsiz » kimse yoktur, hiç kimse gerici, yobaz, seviyesiz değildir. Hemen herkes temiz İstanbul Türkçesi konuşur, Kürt, göçmen vesaire olmadığı gibi, olay 1970’lerin İstanbul’unda geçmesine rağmen, Rum, Ermeni, Yahudi de yoktur. Bir zamanlar işçi olduğu belirtilen fabrikatör karakteri, dönemin solcularının ifadesiyle « Morison Süleyman »ın partisiyle organik bağı sayesinde, ya da uyuşturucu kaçakçılığından elde ettiği gelirle fabrikatör olmamıştır, dürüstçe çalışarak kazanmıştır. Filmde görünmemesine rağmen bir tek yerde « anarşistlerden » bahsedilir, o da baba karakteri eve geç geldiğinde, « anarşistler tarafından kaçırılma » olasılığı ifade edilirken. Yani « kötü adam »ın olmadığı filmde, bir defa da olsa anılan görünmeyen kötüler yine « anarşistler »dir. Özcesi bu propaganda görselinde bu karenin kullanılmış olması aslında çok şey söylüyor. Sanki bu görsel ile, « yeniden mutlu olmak için » toplumun istenmeyen bazı kesimlerinin « var olmadığı » bir Türkiye’ye « bir oy » isteniyor.
–Gerçekten eğer muhalefet mesela %51 ile seçimi kazanıp iktidar olsa kendisine oy vermeyenlerden yani bir anlamda kendilerince toplumun istenmeyen bazı kesimlerinden oluşan bu %49’luk toplum kesimi ile ne yapacaktı?
– İşin en tuhaf tarafı da burası. Diyelim ki Türkiye’de seçimler şeffaf ve adil biçimde yapılıyor, her seçmenin iradesi gerçekten sandığa yansıyor, yani 51 – 49’luk oran gerçekten Türkiye’deki iki farklı eğilimi gösteriyor. Ve diyelim ki bu durumda yüzde 51 oyu muhalefet aldı. O « istemeyen toplumsal gruplar » ne olacak? Buharlaşacaklar mı? AKP ve ortaklarının ne yaptığını biliyoruz. « Rahatsız edici unsurlar », sindiriliyor ya da bertaraf ediliyor. Peki diktatörlük yerine demokrasi, özgürlük diyenler, iki milyon oy daha fazla alabilselerdi rahatsız oldukları Türkiye tablosunu nasıl değiştireceklerdi?
–Bu noktada iki milyon oy Erdoğan yerine Kılıçdaroğlu’na gitseydi, yeni başkanın da tüm ülkeyi kucaklayacak bir mutluluk resmini inşa etmesi mümkün görünmüyor. Demek yine birileri resmin dışında kalmak zorunda?
Açıkça durum bu, çünkü o « yobazlar », « kadın düşmanları », « seviyesizler » ya da « mülteciler » diye etiketlenenler birden bire ortadan kaybolmayacağına ya da bir anda kendi taleplerini, var oluşlarını bir kenara koyup fikir değiştirerek « neşeli günler » karesine girmeyeceklerine göre, onları « yönetmek » için eldeki tek seçenek yine « zor » olacaktı. Erdoğan yerine Kılıçdaroğlu yüzde 51 oy alsaydı, bu kez devletin ceberut yüzünü başkaları görecekti. « Hep biz mi göreceğiz, biraz da onlar görsün, » diyenler olabilir tabii. Berikiler de seksen senelik mazlum anlatısına devam ederler, bir fasit daire çevrilir gider. Dairenin hangi yöne çevrileceğini, altında kimin ezileceğini o meşhur « bir oy » belirliyor. « Neşeli Günler »de bile « kötü adam » ilan edilmiş olan anarşistler ve türevleri ise hangi yöne çevrilirse çevrilsin dairenin altında kalırlar.
–Bu tarz iki kamp yaratan bir seçimde galip kim olursa olsun türlü yöntemlerle, kayırmacılıkla, kanunları eğip bükerek, fırsat eşitsizlikleri azdırılarak, mahalle baskısıyla ve yine gerekirse gerçek anlamda fiziki zor kullanımıyla toplumun bir kesiminin diğerini örselemesi kaçınılmaz gözüküyor.
Evet. Sonuçta bu seçimlerin bize gösterdiği bir şey varsa o da seçim kavramının, merkezi yönetimin, üniter devletin nasıl bir çıkmaz sokak olduğu, gerçek demokrasi, yerel topluluk ilişkilerine dayanma ve özyönetim, halkın siyasete doğrudan ve serbest katılımı için mücadele etmenin ne kadar yerinde olduğudur. Yani yüzde 49 bir yana, ülkenin her yüzde üçü, beşi, kendi yaşam sürdürme biçimine, kendi politik doğrularına, kendi inandıklarına göre yaşama hakkına sahip olursa o « bir oy »un kimsenin hayatını kâbusa çevirmesine gerek kalmaz. Mevcut seçim tablosu karşısında bunu söylemek gerekir. Kimsenin yaşamı « bir oy »a bağlı olmamalı.
–Muhalefet kazanabilmiş olsaydıyı konuştuk. Ancak daha başta bu seçimin zaten kazanılmasının imkânsızlığına da değinmiştik. Muhalefet bu imkânsızlığı görüp kavramış olaydı daha farklı bir seçim stratejisini tercih edebilir miydi?
Teknik olarak ele alacak olursak, akıllıca davranan bir muhalefet bloku, bu seçimleri boykot ederdi. Tamam, ben seçim mefhumuna ilkesel olarak karşı duruyorum ve temsili rejimin en iyi işlediği, sosyal adaletin en üst düzeyde olduğu bir hayaller ülkesinde dahi, ülkenin yüzde kırk dokuzunun, yüzde elli birinin politik baskısı altında olmasını kabul edilemez buluyorum, ama boykot konusunu bu yüzden açmıyorum. Diyelim ki temsili rejimi makul bir rejim olarak görüyoruz ve bir oy fazla alanın yönetim hakkına saygı gösteriyoruz. Böyle bile olsa Türkiye’de muhalefet her fırsatta seçim koşullarının adaletsizliğini vurgulamadı mı? Örneğin muhalefete bakılırsa, Erdoğan’ın kanunen üçüncü kez aday olma hakkı yoktu, yine muhalefete bakılırsa, YSK güvenilmezdi, bakanlar istifa etmedi, devlet bütün olanaklarını bir aday için seferber etti, basın üzerinde şiddetli sansür vardı, daha önce seçilmiş milletvekillerinin, belediye başkanlarının birçoğu hapisteydi, güncel milletvekili adaylarından da hapiste olan vardı ki, seçildi ve hâlâ hapiste, HDP seçime kendi adıyla bile giremedi vesaire. Bütün bunları anlatan muhalefete, öyleyse bu seçimlere neden katılıyorsunuz diye sormazlar mı? Muhalefet ne ispat etmeye çalışıyor? Türkiye’de muhalefet Sahra’yı su içmeden geçmeye çalışan macera koşucusu mudur?
–Seçim boykot edilseydi, o zaman en azından bir süre için bile ümitleri kabartan süreç hiç yaşanmamış, sonuç baştan kabul edilmiş olacaktı. Bu peşin bir hüsran olmaz mıydı?
Seçim boykot edilseydi, evet Erdoğan yine kazanacaktı, doğru. Ancak seçimlere katılım, zaten katılmamış olan yüzde on beş de hesaba katıldığında yüzde kırklar düzeyinde olacaktı. Erdoğan bu düzeyde katılımı olan bir seçimde, tıpkı Esad gibi, Somoza gibi yüzde yüze yakın oy alacaktı. Ve seçimlerin güvenilmezliği kaçınılmaz olarak herkesin malumu olacaktı. Bugün, muhalefet ne kadar Erdoğan diktatördür derse desin, Erdoğan’ın « diktatörlüğün olduğu yerde seçim mi olur, muhalefet yüzde 48 oy mu alır », argümanları geçerli oluyor.
–Diktatörlüğün olduğu yerlerde de seçimlerin yapılabildiğini hatırlamak/hatırlatmak gerekiyordu. Ve durum bu ise buna karşı izlenecek yol tartışılmalıydı.
Evet, diktatörler de seçime dayanır. Örneğin Nikaragua’da Somoza yüzde 90 oy alırken Sandinistler seçimleri kazanmaya çalışmıyorlardı. Fakat burada, 14-28 Mayıs seçim çalışmalarında « faşizm ve demokrasi arasında seçim » diyenler bile oldu. Maalesef ya ne dediklerini bilmiyorlardı, ya da faşizmin ne olduğunu. Faşizm koşullarında bir pazar sabahı demokrasiyi seçemezsiniz. Eğer seçebileceğinizi iddia ederseniz, bu defa faşizm iddianıza kimse inanmaz. Örneğin yurtdışında, Erdoğan’ın otoriterliğini, seçimleri kazanmasında hile ve manipülasyonun rolünü tartışanlar, « otoriter rejim ve manipülasyon olsaydı, muhalefet yüzde kırk sekiz oy alamazdı », diyorlar.
–Bu sonuçlar diğer ülke liderlerinin Erdoğan’ı tebrik etmesini, elini sıkıp yeni dönemin işbirliği çalışmalarını başlatmasını de oldukça kolaylaştırdı. Zira öncesinde birçok Batılı ülke kamuoyunda Erdoğan en hafifiyle otoriterlikle suçlanmaktaydı. Şimdi Batılı liderler kendi kamuoylarına dönüp %52 ile “adam kazandı” biz ne yapalım, diyebilecekler.
Türkiye’de de muhalefetin pek çok kesimi, kıl payı farkla kaçırdıklarını düşünüp bir sonraki seçimlerin hayalini kuruyor. İşte tam da bu tablo, düzenin kazandığını gösteriyor. İşte tam da bu yüzden seçimler havuç vazifesi görüyor. Ve ister istemez muhalefet partileri de havucu işaret eden düzen kurtarıcıları oluyor. Bunların çoğu zaten düzen partisidir denilebilir, ama olmadığını iddia edenler de var. Sonuçta orada aralık bir kapı var, arkasında ışık görünüyor, ama asla geçilebilecek kadar açık değil. Bu basit bir illüzyondur. Kaldırımlara üç teneke kutu, bir futbol topu koyup, parayla şut çektiren uyanıklar, o futbol topunun üç kutuyu birden deviremeyeceğinin çok basit bir hesaba dayandığını biliyorlar, kutular arasındaki mesafe topun çapından en az bir santimetre daha geniştir. Fakat her gün para verip şut çeken onlarca kişi, durdukları yerden o bir santimetrelik farkı göremez.
S.Z. : Peki, işin sırrı ifşa edilmeye çalışıldığında?
M.E. : Yine de bir lira verip şut çekmeyi tercih edenler olabilir. Dayandıkları « argüman » basittir: Ya devrilirse?
*Sinan Savaş Zarakolu: Yazar, mimar, editör. Belge Uluslararası Yayıncılık yönetmeni.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***