Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Bir kapan olarak ev!

Bir kapan olarak ev!


YORUM | M. NEDİM HAZAR

Epey zamandır sinema yazamıyorduk. Malum seçim filan derken, siyasetin gündelik bulanık suyunda çırpındık maalesef. 

Bugün acısını çıkarıp 3, yok hatta tam 4 filmi ele alacağız. 

Ancak önce bir malumatfuruşluk yapmama izin verin lütfen. 

  1. yüzyıl sonlarında keşfedilen sinema doğal olarak tiyatroyu kullandı. 

Hem oyuncular hem yönetmenler hem de eserler tiyatro kaynaklıydı. 

Bu sebeple Türk sinemasının başlangıç dönemine Tiyatrocular Çağı diyoruz. 

Ancak esas önemli olan ilk gösterim mekanlarının tiyatro sahneleri olmasıydı. 

Sinemanın en büyük özelliği el attığı her şeyi çok kısa sürede tüketmesi. 

Bu sebeple filme alınmayan tiyatro eseri kalmadı neredeyse. 

İşte o zaman sinemaya has senaryo yazarları ortaya çıktı ve (bu arada pek çok romancı ve piyes yazarı da senaristliğe geçmişti) senaryo her ne kadar literatürde bir sanat olarak kabul edilmese de sinemaya has oyuncular, yönetmenler ve yazarlık çıktı. 

Bu kadarla da kalınmadı.

Sinema, teknoloji ile en fazla işbirliği yapan sanat dalı olmayı başardı. 

Görsel efekt meselesi apayrı bir konu. 

Zamanla kendi dilini oluşturmayı başardı ve her teknoloji karşısında bir şekilde üstünlük elde etmeyi de bildi. 

Misal televizyonun keşfedilmesiyle sinemanın biteceğini bile ileri sürenler olmuştu ve çok fena yanıldılar. 

Benzeri süreç videonun keşfiyle tekrar yaşandı. 

Sinema gelişime bir şekilde ayak uyduruyor ve ayakta kalmayı başarıyordu. 

O devasa tiyatro salonlarının yerini önce sinema salonları aldı. Pek çok tiyatro salonu zamanla sinema salonuna dönüştü. 

Zaman ilerledikçe bu kadar büyük alanlara ihtiyaç olmadığı ortaya çıktı ve cep sinemaları gelişti. 

Pek çok devasa salon birkaç parçaya bölünüp cep sinemasına dönüştü. 

Pandemi ile beraber dijital platformlara fırsat doğru. 

Sanırım bu sürecin en çok kazananı Netflix oldu. 

Ardından birçok dijital platform geldi. 

Şimdilerde onlarca yerli ve yabancı mecra var. 

Bunların çoğu film yapımcılığına başladılar. 

Apple’dan Amazon’a, Disney’den NG’e kadar pek çok marka kendi dijital platformunu kurdu. 

Bu yılki Oscar adaylarında 30 kadar Netflix yapımı vardı mesela. 

Benim çocuklar ailecek Disney Plus’a abone olmuş, sağ olsunlar bana da kullanıcı ismi ve şifre verdiler. 

Bahsini edeceğimiz filmi orada baştan sona izleme şansı buldum.

Avrupa Yakası ile Türk dizi tarihinde ulaşılmaz bir noktaya çıtayı koymuş Gülse Birsel’in sinema için yazdığı bir senaryoya dayanan Yılbaşı Gecesi…

Birsel, (abartmadan söylüyorum) sanırım Türk televizyon tarihinde drama matematiğini en iyi bilen ve bunu yaklaşık 7 yıl boyunca ispatlayan bir marka. 

Bu arada, bu tür büyük ve uzun soluklu işlerin tek yazar ile yapılması bambaşka bir mucize ve üzerinde araştırma yapılması gereken bir konudur. 

Ne var ki, tutan bu formülü sonra benzer iki projeyle çöp etti Gülse Birsel. 

Yalan dünya ve Jet sosyete…

Filmimize gelecek olursak önce matematiğinden başlamalıyız. 

Gülse Birsel, en tepeye “Bir villadır Türkiye” başlığını koyup çarpanlarına ayırmış hikayeyi. 

Aslında kağıt üzerinde oldukça yakışıklı duran bir fikir gibi geliyor.

Önceki yıl Oscar kazanan Parazit’i hatırlayacak olursak, sınıf farkından devasa bir kara mizah çıkarmıştı Koreli Bong Joon Ho. 

Kendilerinin olmayan bir hayatı yaşamaya çalışan, bunun için parazit gibi görünmeden ve asalakça yaşamayı kabullenmiş alt sınıfın ve şark kurnazı zihniyetlerin çatışmasıydı Parazit. 

Gürsel’in Yılbaşı Gecesi’ne dip koçanlık eden ve bir Blake Edwards başyapıtı olan esas film The Party’e birazdan geleceğim. 

Yukarıda belirttiğim gibi Yılbaşı Gecesi bugüne kadar belki yüzlercesi çekilmiş olan bir durum komedisi esasen. 

En azından bu niyetle yola çıkıldığı belli. 

Bir sebep ile bir geceyi beraber geçirmek zorunda olan pek çok farklı karakterin çatışmasından ortaya çıkacak mizah hedeflenmiş. 

Gerisi klasik Gülse Birsel matematiği. 

Her şeyden bir tutam koyarak manzarayı zenginleştirmek. 

Mafya, burjuva, burjuva doktorunun kılığına girmiş bahçıvan ve hizmetçi, zirzop komşu, başörtülü karısı, trans birey ve daha pek çok karakter. 

Birsel, kendisine mekan olarak Jet sosyete dolaylarında bir yer bulmuş. Hani Kemerburgaz ve Beykoz sırtlarında çok pahalı villalardan oluşan zengin lokasyonları vardır ya onlardan birini seçmiş mekan olarak. 

Havuzlu, güvenlikli, birkaç katlı, büyük camlı, geniş bahçeli lüks evler. 

İlk defoyu da burada alıyor hikaye. 

Birsel’in zihnindeki burjuva Türk tipinden ziyade biraz daha batı tipi sonradan görmeler. 

Bu vesile ile Tekin Akmansoy’un muhteşem dizisi Kaynanalar’a selam çakalım. 

Daha fenası ise, vaktiyle bastığı ve başarılı olduğu tuşlara tekrar tekrar basmaktan bıkmayan bir senarist var karşımızda. 

Bu kez oyuncuların da vasat altı bir performans göstermesi (ille de bizzat senaristin oyunculuğu) filmi neredeyse çekilmez bir noktaya getirip bırakıveriyor çoğu yerde. 

Size bir Fransız klasik komedisinden bahsetmek isterim: Salaklar Sofrası.

Özgün adı Le Dîner de Cons olan 1998 yapımı film, Francis Weber’in 1992 yılında yazdığı aynı isimli tiyatro oyunundan bir uyarlama aslında. 

Oyun 1993 ve 1995’te Paris, 1994’te Londra tiyatrolarında kapalı gişe oynadıktan sonra 1994-1995 tiyatro mevsiminde İstanbul’da Nedim Saban’ın kurucusu olduğu Tiyatrokare tarafından da sahnelenmişti. Coşkun Tunçtan’ın Türkçeleştirdiği oyunu Müşfik Kenter yönetmiş, başlıca rollerinde Nedim Saban, Pekcan Koşar, Köksal Engür, Hayrettin Aslan, Aylin Uzunlar ve Asuman Çakır oynamışlardı. 200’ün üzerinde sahnelenen oyunu izleyen şanslılardan biriyim. Ayıptır söylemesi. 

Fransız burjuvazisinden bir grup züppe, kendilerine eğlence olarak Salaklar Günü düzenlerler. Sofraya getirdiği salaklar ise kimin salak olduğu sorusunu seyirciye sordururlar. 

Bir gecelik bir hikayeden çıkarılan muazzam bir sınıf eleştirisidir Salaklar Sofrası. 

Nasıl eder bulursunuz bilmiyorum ama mutlaka izlemelisiniz. 

Dönelim filmimize…

Filmin yönetmeni Ozan Açıktan’ı çok bilmiyorum lakin daha çok pratisyen bir hekim gibi çalıştığı maalesef belli olan bir yönetmen. 

Yılbaşı Gecesi, mekanı doğru seçmiş ama, mevsimde fena halde çuvallama söz konusu. Bir kere içinde Yılbaşı geçen bir tema varsa elinizde, kar yoksa bile illa ki soğuk, yağış, buzlanma gibi kavramları kullanmalısınız. Yılbaşı Gecesi ise, yılbaşından ziyade bir haziran gecesini anlatıyor gibi.

Beni en çok şaşırtan kısım ise, filmin boş gevezelikleri oldu. O Gülse Birsel ki, Avrupa Yakası’nda neredeyse tek kelime israf etmezken, (Haftalık bir dizi için inanılmaz bir durumdur bu) Yılbaşı Gecesi’nin karakterleri “çan çan çan” edip duruyorlar. Diyalogların yarısını çıkarsanız film bir şey kaybetmeyecek gibi duruyor. 

Üstelik çoğu köksüz karakterlerde bir de inceden Siyasal İslam’a selam çakmak neyin nesidir anlamadım. Bunu söylediğimde bir arkadaşım bana Gülse Birsel’in yaptığı yeni havaalanı güzellemesi yazısını okuttu. 

Ezcümle Yılbaşı Gecesi, Gülse Birsel filmografisi için çok itibar edilecek bir çalışma değil. 

Ben de size bu film yerine biraz önce de bahsettiğim gibi Blake Edward’ın sinema tarihinin en iyi komedilerinden biri olan The Party’i tavsiye ediyorum. 

Film, modernizme, teknolojiye, burjuvaziye öyle sağlam ataklarda bulunuyor ki, Peter Sellers’ın canlandırdığı Hintli figüran rolünün muhteşemleri yıllar boyu dimağınızda tat bırakıyor. 

Şuraya filmden tadımlık bir bölüm koyuyorum, merak edenler bulup izleyebilir.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version