Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Babaaaaaa!

Babaaaaaa!


YORUM | AHMET KURUCAN

Bir zamanlar Tavşanlı’dan ayrılmanın en iyi yani Tavşanlı’ya yeniden geriye döneceğimi bilmek derdim. Homesick derler benim gibilere Amerikalılar. Gurbet kuşu, ev hasreti, vatan özlemi çeken insan demek. Hastayımdır ben doğduğum, büyüdüğüm topraklara. Her bir köşesinde acısıyla-tatlısıyla bin bir hatıramın olduğu mahalleme ve mahallelime. Gerçi şimdi mahalleler de mahalleliler de tarih olmaya başladı. Çocukluğumun mahallesi yok artık memleketimde. Mahalleliler ise teker teker toprağın altına gitti ve gidiyor. Bu gidişat aslında bize de bir mesaj veriyor ve diyor ki; sıra size geliyor. Doğru, sıra bize geliyor ama ömrü tabii içinde. İşin aslına bakarsanız, ecel sıra-mıra tanımıyor. Ecel celladı başını almak için ne zaman gelecek, Azrail ne zaman kapını tıklatacak kimse bilmiyor. Bilmemesi de kaderin ayrı bir cilvesi; Allah’ın rahmetinin farklı boyutta tecellisi. Ya bilseydi? Düşünün bunu; ya yıl, gün, saat olarak bilseydik öleceğimiz zamanı? 

Bu defa bir günlüğüne hasta babamı ziyaret için memleketteyim. Bir-iki saatlik Kütahya konuşma programım hariç dizinin dibinden ayrılmadım o bir günlük zaman diliminde. Hasta yatağının başında, sürekli simasına baktım onun. Bırakın harflerle, kelimelerle, cümlelerle bir şey istemesini, göz kapaklarını oynattığı zaman bir şey mi istiyorsun diye ayağa fırlayacaktım neredeyse. 79 yıllık ömrün beraberinde getirdiği yüzündeki kıvrımlara dikkat kesildim. Her bir kıvrım yaşadığı bin-bir sıkıntının izini taşıyordu sanki. Ya da ben öyle gördüm. Maddi imkansızlıklarımıza bir can simidi gibi gelen Cumartesi-Pazar çalışmalarını mesela. Emekli olduktan sonra dededen babaya, babadan oğula intikal eden demirci dükkânındaki ömür tüketişini müşahede ettim. Bazen kan-ter içindeki silueti, bazen yüzündeki kömür karaları, bazen harman veresiye alacaklarımızı toplamak için düştüğümüz köy yolları, bazen kelle ütülemek için sabahladığımız kurban bayramı günleri ve geceleri. Tam da ‘hey gidi günler…’ denilecek zaman. Evet; hey gidi günler! Ne tatlı günlerdi o günler!

Sözü uzatmayacağım; ayrılık zamanı gelmişti. Çalan kapı zili, beni otogara götürmek için bir arkadaşımın çaldığı zildi ve beni babamdan ayıracaktı şimdi. Biliyorum zil değil beni ayıran, ama olsun ben bir suçlu bulacağım ya; işte suçlu o zil. Ne olurdu çalmasaydı; çalmasaydı da ben biraz daha kalsaydım babamın yanında. Baksaydım o çocuk safiyetini kazanmış nurlu yüzüne. Ne olurdu zaman dursaydı, bir günlüğüne, bir seneliğine, hatta bir ömürlüğüne ve ben babamın yanında kalsaydım; dokunsaydım onun pamuktan yumuşak ellerine.

Allahaısmarladık dedim. Yattığı yerden tavana bakarak kendi düşünce dünyasına dalan babamı uyardı bu cümlem. Geldi mi, dedi? Geldi, dedim ve demircilik zamanında nasırlı şimdi ise pamuk gibi olmuş ellerine kapanarak doyasıya öptüm. Ayrılık vaktiydi ve ben 35 yıllık gurbet hayatım içinde belki yüz defa yaşamıştım bu manzarayı. Her seferinde şimdi olduğu gibi ellerinden öpmüş, hayır duasını almış ve arkama bakmadan ayrılmışımdır. Kendisi de 3. katta bulunan evimizden kapının önüne kadar inmiş ve el sallayarak, arkamdan sular dökerek uğurlamıştır beni. Ama bu defa farklı. O şimdi yatağına mahkûm ve inemiyor aşağıya beni uğurlamaya. Vücudunun değişik yerlerinde peşi peşine sökün eden rahatsızlıkları, koymuyor onu kapının önüne kadar inmeye.

 Ve….Ve söylemeye cesaret dahi edemediğim, sadece benim değil o odada bulunup bu ana şahit olanların da edemediği cümleler var dokuz boğum olmuş boğazımızda. Olsun; madem cümleler bizim imdadımıza yetişmiyor şu an, biz de Kaf dağından daha ağır yük ve mana taşıyan o cümleleri havale ederiz göz yaşlarına. Ettik işte. Ağlıyor herkes odada. Ağlayan herkes de biliyor niye ağladığını. Artık söyleyeyim; belki dünya gözüyle son görüşüm onu. Bunun idraki içindeyiz hepimiz. ‘Hakkını helal et’ der insanlar böyle zamanlarda. Dokuz boğum olmuş boğazım, gözyaşlarıma emanet hissiyatım demedi, diyemedi bu üç kelimelik cümleyi. Bunun yerine dış kapıya doğru attığım adımlarımı hızlıca geri aldım ve o iki adımlık mesafeyi koşarak kapandım babamın üzerine. Avazım çıktığı kadar bağırasım geldi orada: “Babaaaaaa!”

O vaziyette ne kadar kaldım bilmiyorum; kız kardeşimin uyarılarıyla kalktım babamın üzerinden ve geri geri adımlar atarak çıkış kapısına doğru yöneldim. Attığım her bir adım, beni içinde bulunduğum hissiyat tufanından uzaklaştırıyordu, halbuki ben uzaklaşmak istemiyordum o alemden. Girmek istemiyordum realiteler dünyasına. Babam ise çoktan girmişti. İhtimal beni üzmek istemiyordu. Hissiyatına hâkim olmuştu. Öyle inanıyorum ki göz yaşlarını içine doğru akıtmıştı. Odadan çıkarken; “Zehra’ya selam söyle, Semra, Etka ve Ekrem’in gözlerinden öp” diyordu bana. Böylesi bir atmosferde gösterilemeyecek dağ gibi duruştu bu ve bu haliyle de ders veriyordu bana Babam. 

Baba! Everest dağı gibi bir dağsın sen benim için. Yanında, yanı başında, kucağının dibinde olmasam, olamasam da sırtımı dayadığım bir dağsın sen. Dua kaynağımsın sen benim. Yıkılma e mi! Yıkılarak, yıkma beni e mi baba! Erken denebilecek bir yaşımda zaten anasız kaldım; şimdi de babasız bırakma beni e mi? Dayanamam sonra! Allah, sağlık, sıhhat afiyet içinde ömrünü müzdad kılsın! Babam benimmmm!

****

Gözyaşlarını yanaklarıma akıta akıta kaleme aldım bu yazıyı. Tarih 12 Ekim 2015, İstanbul-Frankfurt uçak yolculuğunda. Yani yazıya konu ettiğim ayrılış vaktinden tam bir gün sonra aynı saatlerde. Bunun üzerinden yaklaşık 8 yıl geçti. Babam hastalıkların bedenine verdiği ıstıraplar içinde bana, ben ise ondan binlerce kilometre uzakta ona hasret bir biçimde yaşadık. Nihayet emri hak vaki oldu ve üç gün önce babam benim ‘beni babasız bırakma’ dememe aldırmadan Hakka yürüdü. Hüküm Allah’ın. Tabii ki öyle olacak. Ecel zamanı gelince ne bir saniye ileri ne de geri, her canlı ölümü tadacak. Buna iman etmişiz. 

Ama asıl beni ve benim gibi binlerce bu kaderi paylaşan insanları üzen şey ölüm değil ölüm öncesi son demlerinde yakınlarımızın yanında bulunamamak, onlara karşı son vazifemizi yapamamak, bir avuç toprak dahi olsa mezarına atamamak, cansız bedenlerine bile olsa son kez doya doya sarılamamak. Ne var ki acımızı, üzüntümüzü kendi acıları ve üzüntüleri gibi yaşaşan hem de dünyanın dört bir yanına dağılmış dostlarımız var. Onlar benim ve benimle aynı kaderi paylaşan bütün dostlarımın en büyük teselli kaynağı.

Uzatmayayım; hepsini tek tek muhatap alarak bildiğin en kapsayıcı dua cümlesi ile diyorum ki: Allah razı olsun hepinizden. Taziye ziyaret ve mesajlarınızdan, yaptığınız dualardan, okuduğunuz hatimlerden ve aşrı şeriflerden dolayı hepinize teşekkür ederim. Özellikle Tavşanlı’da her şeye rağmen deyip cenazeye iştirak eden herkese hem vefalarından hem de cesur yüreklilikle gösterdikleri kahramanlıklarından dolayı ayrıca teşekkür ederim. İyi ki varsınız!

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version